‘Vahiy Merkezli’ Yönetim Modeli’ne Örnek Bir Çerçeve

‘Vahiy Merkezli’ Yönetim Modeli’ne Örnek Bir Çerçeve

İslam ahlakının olmadığı bir yerde teknoloji ve bilim, dünyayı refah yerine kaos ve vahşete sürüklemektedir.. Çünkü bilim, insana ahlaki sınırlar çizmez, ahlaki sorumluluk yüklemez. Ahlak bilimin değil, dinin sınırları içindedir.

‘Vahiy Merkezli’ Yönetim Modeli’ne Örnek Bir Çerçeve ve
Sistemin Çürük Elmaları Olarak (!) İstikametimiz

Gülbahar Ay Satan

”Normalleşerek Felaketin Bir Parçası mısınız? Yoksa, Yok Edilen Ayetlere Karşı; Fikir Üreten ve Elini Taşın Altına Koyan Öncülerden misiniz? ”

Bu yazıda vahiy merkezli yönetim modeline bir örnek vereceğiz. Yönetim modeline geçmeden önce neden böyle bir yönetime ihtiyaç var öncelikle bunu idrak etmek gerekmektedir. Bu yüzden dünyanın ve müslümanların hali pür melaline kısaca değinelim.

Topraktan koptukça depresyona giren ve duygusuzlaşarak mutluluğu “harcamakta ve tüketmekte” arayan insan, sadece kendini değil, doğa ayetlerini de yok etmektedir.

Dünyada son 40 yılda vahşi hayatın (evcil olmayan hayvanların) yarısından çoğu yok oldu. Yağmur ormanları yok oldu. Ekilecek topraklar yok olmaktadır. Su kaynakları kirletilmektedir. Dünyanın en büyük ekonomisine sahip ülkelerin metropol şehirlerinde halk, hava kirliliğinden dolayı maskelerle sokağa çıkmaktadır. Bilim ilerledi ama bizi zehirleyen, genetiği değiştirilen gıdaları üreterek hayatları tehdit etmeye başladı. Teknoloji ilerledi ama açlığa çare bulunamadı. Yollar, köprüler yapıldı ama trafiğe çare bulunamadı. Şehirler büyüdükçe teknoloji yaygınlaşmakta ama sıkıntılar da aynı orantıda büyümektedir. Teknoloji bizim hayatımızı kolaylaştırmak ve bizi daha sağlıklı-mutlu yapmak yerine, adeta dünyayı bilinmeze doğru sürüklemektedir. Diğer yandan dünya toplumlarında ahlaki bir çöküntü yaşanmaktadır. Aile kurumu bitme noktasına gelen ülkelerde eşcinsellik devlet eliyle meşrulaştırılmaktadır. En büyük sorunların başında gelen kölelik, sömürü, gelir adaletsizliği ise dünyada sistemli bir şekilde devam etmektedir. Üstelik dünyayı bu şekilde dizayn edenler, ürünü ve nesli ifsad edenler, kendilerini insanlık için adeta bir kurtarıcı olarak görmektedir.

Evet, dünyanın durumu böyle iken can alıcı bir soru soralım: Dünyada ekonomik, sosyal, siyasal, ahlak birbirine bağımlı ayrılmaz bir bütün olan bu alanlarda müslüman toplumlar ve müslüman bireyler olarak farkımız nedir? Dünyaya yön verecek ve bu gidişatı değiştirecek proje ve eylemlerimiz var mı?

Maalesef dışarıdan bakıldığında başkalarının dikkatini çekmek yerine, onların arkasından koşmaya çalışmaktayız. Günümüzde dava adamları yok denecek kadar az. Kimse bedel ödemek istememekte, kimse elini taşın altına koymamaktadır. Sistemin işleyişini değiştirmek için önce sisteme ayak uydurma anlayışıyla hareket eden çoğu Müslüman, bir süre sonra sistem içinde “normalleşerek” adeta felaketin bir parçası oluvermektedir. Hem de ilerlemek ve büyümek adına…

Oysa bir müslümanın ölçüsü ‘herkes yapıyor biz de yapalım’ olamaz.. İnsan da Doğa da müslümandan emindir… Gücümüzü hep iyiden yana kullanmalıyız ki müslüman bunun için vardır: örneğin Nükleer enerji yerine rüzgar ve güneş enerjisini öncelemek gibi…

Yok edilen ayetler karşısında, İslam’ın o kucaklayan mesajını tüm dünyaya gösterebilecek iken kendimizi de bu ifsad etme yarışının içinde buluvermekteyiz. Doğayı koruyan ve tüm insanlığın ilgisini çeken bir duruş yerine, betonlaşan şehirlerle donuklaşmaktayız.

Büyük şehirlerde yok edilen ormanlara, meydanlarda Müslümanlar değil de kendini seküler diye niteleyen insanlar sahip çıkmaktadır. Müslümanlar tarafından bunlar düşündürücü birer uyarıdır. Kibrin, sömürünün, adaletsizliğin simgesi olarak yükselen rezidanslara ülke gelişiyor diye sevinen Müslümanlar türemektedir. İnsanları tüketmeye ve robotlaşmaya sevk eden AVM‘ler yükselmektedir. Toplum genetiği değişmiş tohumları kullanmaya mahkum bırakılmaktadır. İnsanları adeta köleleştiren, neo-liberal ekonomi politikalarıyla işçiler, para babalarının vicdanına terk edilmektedir. Üstelik bu durum müslümanları rahatsız etmemekte ve yaşadığımız dünyanın gerçekleri olarak görülmektedir.

Görüldüğü üzere İslam ahlakının olmadığı bir yerde teknoloji ve bilim, dünyayı refah yerine kaos ve vahşete sürüklemektedir.. Çünkü bilim, insana ahlaki sınırlar çizmez, ahlaki sorumluluk yüklemez. Ahlak bilimin değil, dinin sınırları içindedir. Bunun için müslümanlar her alanda var olmalıdır.

* Şimdi de yöneticilere ve topluma yol gösteren, çoğu akademisyen olan, (sözde) aydın müslümanlarımızın hali pür melallerine bakalım:

– İslam’ın kavramlarını küçük düşürücü sıfat olarak kullanan aydın müslümanlar… Kur’an’cı, İslamcı, şeriatçı vb…

– Üretmeyerek sadece ezber yapan ve sorgulayan her insanı modernistlikle suçlayarak tekfir eden gelenekçi aydın müslümanlar…

– Dini sadece bireysel ritüellere hapseden aydın müslümanlar…

– Yapılan yüzeyselliğe dikkat çekmek yerine bizzat Kur’an okumanın insanları saptırdığını söyleyen aydın müslümanlar…

– Kendi dininin değerlerinden korkan ve batıya her haliyle hayran olan aydın müslümanlar…

– Laikliği savunan, dinin kesinlikle zulüm üreteceğini söyleyen ve İşid örneğini dilinden hiç düşürmeyen aydın müslümanlar…

– Adem (a)’dan Nuh (a)’a, İbrahim (a)’dan Muhammed (a)’a kadar olan birikimi, indirilen vahyi arap aklı ya da arap geleneği diye elinin tersiyle iten tarihselci aydın müslümanlar…

– Aşağılık komplekslerinin esiri olan, adeta ortadoğudaki halkların cahilliğini İslam’la özdeşleştirip kendi dininin kavramlarını hiçe sayan aydın müslümanlar…

– Sisteme eklemlenerek, her gelişmeye maslahat diye diye şirazesi kayan aydın müslümanlar…

Ve daha sayamadığımız çeşit çeşit sözde aydın müslümanlarımız var.

Yukarıda zikrettiğimiz aydın tiplerine kapsamlı birer cevap vermek için konuların derinliği itibariyle her biri için uzun makaleler yazmak gerekmektedir. Bu olanaksız olduğu için en azından bir kaçına kısa ve net şekilde cevap vermeye çalışacağız. Çün
kü vahiy merkezli yönetim biçimine vereceğimiz örnekleri arap aklının, arap geleneğinin bir ürünü olarak nitelendiren aydınlar ile akletmeyi, içtihatı modernistlikle karıştıran taklitçi aydınlar, önyargılarla, ezberle, komplekslerle insanların zihinlerine adeta kalın duvarlar örmüşlerdir. Duvarlarla örülmüş bu zihinleri harekete geçirecek bir ışık süzmesi için birkaç kelam etmek mecburiyeti hissediyoruz.

Hakikatin sadece bir parçasını dile getirerek kendilerine, kendi görüşlerine alan açan günümüz aydınlarının iddialarına cevaplar:

* İster modernist, ister gelenekçi, isterse tarihselci olsun, çoğu aydın tipi, “müslümanların tarihi”yle ilgili mutlaklaştırıcı bir dil kullanmaktadır. Oysa, Resulullah vefat etti ve biz vahiyle başbaşa kaldık. O günden hatta o saatten sonra toplumun ve devletin adı ne olursa olsun, tüm içtihatlar isabetli olsun ya da olmasın İslam’ın değil, artık müslümanların tarihidir. Laikliği savunan aydın müslümanlar, müslümanların tarihini, doğrusuyla yanlışıyla tüm içtihatları, tüm eylemleri sanki İslamdanmış gibi lanse ederek dini aradan çıkarmaktadır. Gelenekçi taklid ehli müslümanlar da hatasıyla, yanlışıyla tüm içtihatları savunarak, bunları İslamdanmış gibi görüp, dini tahrif etmektedir.

Oysa bir şeyin çok önceden söylenmesi ya da milyarlarca insan tarafından tasdiklenmesi o şeyin doğru olduğunu göstermez. Örnek, ‘İsa Allah’ın oğludur’ inancı…

Bir şeyin asırlar önce yapılması onun mutlak doğru olduğunu göstermediği gibi onun ilkel olduğu anlamına da kesinlikle gelmez.

Aynı durum günümüz için de geçerli… Bir şey ilk defa yapılıyorsa o illa ilericilik ve mutlak doğru anlamını kazanmadığı gibi; mutlak küfür ya da İslam’a aykırılık da içermeyebilir. Bunlar adeta zihin putları birer ön yargılardır. İslam’ın ilkeleri bellidir ve bunlar her çağda geçerlidir. Çünkü hak ile batıl apaçık ortadadır.

* Gelenekçi aydın müslümanlara dair bir kaç kelam:

Bu tip aydınlar, Kur’an’ı anlayarak okumaya çalışanları, Resul’ü aradan çıkarmak olarak görmektedir. Oysa Kur’an’ın neredeyse tamamına yakını resulleri, onların imtihanları anlatmaktadır. Resulleri örnek almamızı istemektedir. Gerçek böyle iken Kur’an okumak nasıl Resul’ü aradan çıkarmak olabilir?.. Kuru söylemler ve tekfirler yerine, Kur’an’da derinleşerek, yanlış bir anlam çıkarılan ayetler üzerine konuşmaktır müslümanlara düşen…

Kaldı ki vahiy, bizi o tarihe (rivayet, birikim vs.) zaten yönlendiriyor. Tarih, vahyi anlamada gerekli olan materyallerin sadece birisidir. Tarih çok önemlidir fakat kimsenin bunu vahyin önüne geçirmeye de hakkı yoktur.

Resuller bir yana, sahabe ve geçmiş alimlerden de günümüze gelen çok değerli bir birikim vardır.

Bize düşen, sahabenin bire bir yaptığını taklid etmek değil, onların o canlı “ruhunu” örnek almaktır. Çünkü o dönemin şartları bu çağın şartlarıyla aynı olmayabilir. Onlar kendi çağlarında ellerinden geleni yaptı, cevaplar aradılar ve topluca imtihanlarını verdiler. Şimdi bizler imtihandayız. Biz de yaşadığımız çağda elimizden geleni yapmalıyız. Allah’ın koyduğu hükümler ve sınırlar belli iken, ilkeler belli iken, dikkatleri çektiği tehlikeler belli iken, içtihat kapısı, yani vahyin köşe taşlarıyla çağın sorunlarına uygun çözüm bulma kapısı hep açık iken, Kur’an okuma çabalarına modernistlik demek işgüzarlıktır. İstişare, şûra, akletmek… Bunlar zaten dinamikliğe işaret ederken, İslam ne tarihte kalan bir din olabilir ne de geçmişe takılan taklidçiler yetiştirebilir. Vahiy bize bir çerçeve çiziyor ve bize de geniş bir alan bırakıyor.

Her şeyin bir sınırı bir çerçevesi olmalıdır. Bu durağanlık değil bir rahmettir. Bir içtihat ebediyen cari kalacak ve her çağa şifa olacak diye bir şey söz konusu olamaz. Örneğin yönetimdeki lider illa ki halife olacak diye bir şey söz konusu olamaz. Muhammed Esed’in dediği gibi: herkes Ömer gibi zeki ve cesur değildir.

* Tarihselci aydın müslümanlara birkaç kelam:

– Örnek vereceğimiz yönetim modelinin köşe taşları olan cum’a, istişare, vb kavramların arap aklının ve geleneğinin ürünü olduğunu söyleyen aydınlara diyoruz ki, en ilkel bir kabileden tutun da dünyaya hükmeden bir devlete kadar hangisinin istişare için bir toplantı günü yoktur?

İnsanları bir arada tutan ırk, vatan, ideoloji vb… şeyler iken Müslümanları ancak iman kardeşliği bir arada tutabilmektedir. Yani inananlar olarak Allah’ın dinine sımsıkı sarılmak…

Düşüncesi, görüşü, dini ne olursa olsun herhangi bir topluluk toplanabilir. Bu tür toplantılar tarihsel ya da arap aklının bir ürünü değildir. Eğer ki yapılan toplantıdan kavmiyetçilik, kölelik, sömürü düzenine destek çıkarsa bu cahiliye arabının aklıdır diyebilirsiniz. Toplantının kendisi değil, ancak toplantının içeriği tarihsel ve ilkel olabilir. Biz bu cum’aların, toplanma gününün devam ettirilmesinden şunu anlıyoruz; bu din (İslam) çoğunluğa hükmedenlere, gücü elinde bulunduranlara, yönetenlere karışacaktır!…

Bazı tarihselciler kendi görüşlerine alan açmak ve vahyi aradan çıkarmak için adeta insanların kulağına vesvese vermektedir. En çok dile getirdikleri bir örnek: Miras. Vahiydeki miras konusu, günümüzdeki bir kadının hoşuna gitmeyebilir. Lakin bu durum o hükümlerin tarihte kaldığına bir delil olamaz. Sadece kadının asli görevi olan, fıtrata uygun davranışını unuttuğunun delili olabilir. Kadın ev geçindirmek zorunda değildir… Kaldı ki bir bütün olarak baktığınızda, vahiy, kadının hakkını maddi manevi her anlamda savunmuştur. Hiçbir ideoloji ya da din bununla boy ölçüşemez.

* Dini sadece bireysel ritüellere indirgeyen laik müslüman aydınlara cevap:

Aliya İzetbegoviç’in dediği gibi: “Genel olarak Müslüman, birey olarak var değildir. Müslüman olarak yaşamak ve ayakta kalmak istiyorsa eğer o, ortam, topluluk ve düzen yaratmak mecburiyetindedir. O dünyayı değiştirmek zorundadır, aksi takdirde o değişecektir.”

Bunu göremeyen aydınlar, dinin siyasete karışınca suistimal edildiğine ve sadece zulüm ürettiğine inanarak laikliği savunmaktadırlar.

Batıda her şey faydacılık üzerine kurulmuştur. Bu düzen çoğu zaman diğer toplumların felaketi olmuştur. Bunun bir şekilde üstünü örtmeyi başaran Batı, İslam’ın sadece zulüm üreteceğini kafamıza nakşetmiş durumdadır. Artık İslam çoğu insanın gözünde yaşanılmaz bir ütopyadır. Biz iyi biliyoruz ki bir yerde mahrumiyet, adaletsizlik, zulüm varsa orada İslam yoktur.

Laiklik ve demokrasi sisteminin, insanları ve dini koruduğu hatta bireyi daha özgür kıldığını savunan aydınlara, akletmeleri için sadece ve sadece Irak örneği bile yeterlidir. Irak’ta demokrasi adına insanların ırzlarına, namuslarına, izzetlerine, şereflerine, mallarına, tarihi eserlerine hatta yerli tohumlarına maddi manevi tecavüz edildi. Milyonlar öldü. Lakin bizim aydınlarımız demokrasiye yine toz kondurmadı.

Diğer yandan dini tamamen hayat dışı addeden sosyalistler, dolaylı dolaysız milyonlarca insanın ölümüne sebebiyet verdi hem de çok yakın bir zamanda…

Akledenler için tarih ibretlik olaylarla doludur.

Yaşanan hayat tarzının adı ne olursa olsun (ateistlik bile olsa) bunun bir din olduğunu söyleyen aydınlar laikliği savunurken kendileriyle çelişmektedir. Çünkü bu inanışa göre dinsiz insan yoktur. Devlet yapısı da sonuçta insanların bir eseri olduğuna göre laik bir devlet asla mümkün olamaz. İnsanlar her ne kadar bireyselliği savunsa da belli bir sayıya ulaştıklarında bir düzene, devlete ihtiyaç duyacaktır. Biz şuna karar vermeliyiz; ilahi bir din mi yoksa beşerlerin dini mi bize hayat tarzı olsun?

Kitaba iman ediyorsak, ümmet, kardeşlik birlik için, güçlü olmak için siyasi organ şarttır. Adaleti ve düzeni tesis etmek için devlet olmak amaç değil araçtır. Devlet denilince akla adalet gelmektedir. O zaman ortaya şöyle bir soru çıkmakta; Adalet! Ama kime göre? Adalet için bir ölçü-terazi, yani vahiy bulunmaktadır elimizde. Bunu da Rabbimiz bir çok ayette bize bildirmektedir: “Doğrusu, (daha önce de) elçilerimizi (bu) hakikatin bütün kanıtları ile gönderdik; ve onlar aracılığıyla vahyi bağışladık (ve böylece, doğru ile eğriyi tartabilmeniz için size) bir terazi (verdik) ki insanlar adaletle davranabilsinler.” (Hadid 25)

* Vahyin verdiği köşe taşları ile yönetim modeline örnek bir çerçeve:

Allah Kur’an’da neden her cuma toplanmamızı emrediyor hiç düşündük mü?

Evet, devletin yetkili organlarından hutbeyi yapan (yönetici, imam vs.) bilgi vermek için cemaatle camide her cuma günü yani toplantı gününde toplanır, toplanılmak zorunluluğu vardır(!) Cuma hutbesinde birey, yönetimin, vahiyle uyuşmayan taraflarını, adaletsizliği özgür biçimde beyan eder, itiraz eder, hatırlatır veya bunun dışındaki talebini iletir. Camilerde yapılan itirazlar, her hafta kademe kademe (mescid meclisi, imam, vali, başkan vb.) en üst makamlara kadar ulaşır ve değerlendirilir. Hutbeyi veren, vahyin çerçevesinde itirazı olan cemaate cevap vermek zorundadır.

Demokrasi sisteminde halk 5 yılda bir konuşur ya da konuştuğunu sanır. İslam’da ise halkın her cuma günü konuşma hakkı bulunmaktadır. Hatta adaletsizlik karşısında vahyin doğrultusunda konuşmaya, yönetimle ilişkili olmaya, her zaman dinç kalmaya mecburdur. Gençler bu hutbelerde öğrenir siyaset yapmayı, vahdeti, cemaat olmayı… Bu yönetim sistemi hem ruhbanlık oluşumunu önler hem de insanların akletmesini (vahyi okuyarak adaleti yaşamasını ve yaşatmasını) sağlar.

Bu yönetim sistemiyle insanlar, şahıslara, tek lidere bağımlı olmazlar, dolayısıyla paranoyalar üretmezler. Çünkü toplumda siyaset yapmayı bilen binlerce genç vardır. Liderlere tapmaktan kurtaran sistem bahsettiğimiz bu yönetimde mevcuttur. Yöneticinin vasfı, istişareyle – şuradan çıkan kararları uygulamak olacaktır. Bir nevi elçi pozisyonunda olacaktır, adımları kontrol edilen ve sorgulanabilen. Lakin bu sorgulama onun işinden alıkoyabilecek, küçük düşürücü bir sorgulama değil, halk ile elçi arasında bağımsız kademe kademe meclisler ile olacaktır. Özünde ülkeyi vahiyle yöneten toplu halde Müslümanlar olacaktır. Bunun için kim Müslüman olduğunu iddia ediyorsa camilere gelmek zorundadır ki ak ile kara belli olabilsin. İşte İslam dediğin, ‘özgürlük’ dediğin budur!

Müslüman olduğunu iddia etmeyenlerse zaten inandıkları doğrultuda dinlerini yaşama hoşgörüsünü bulacaklardır. Böylece, kimse sergileyeceği ikiyüzlülükle “dini ve insanları” suistimal edemeyecek ve kullanamayacaktır. Alevi de kendi dinini yaşayacak başka dine mensup olan da.

Günümüzde olduğu gibi, kırmızı çizgiler çizerek sadece kendi derneğine, kendi arkadaşlarına tebliğ yapmak, sadece senin gibi düşünenlere konuşmak yerine öyle bir cum’a (toplanma) düşünün ki, tek bir Cemaat… Mescid meclislerinde tartıştığın, kırıldığın kişilerle aynı safta aynı surelerle kalbini yumuşatmak… Ve kıldığın namaza anlam katmak. Günümüzde cumalar bundan çok uzak…

Çok kısa bir şekilde değindiğimiz bu yönetim şekli Müslümanları üretmeye teşvik için sadece bir çentik idi. Bu tür örnekleri sürekli olarak, daha kapsamlı-sistemli olarak geliştirmemiz gerekmektedir…

Gençleri umutlandıracak örnekler, projeler, manifestolarımız olmalı; Eğitime, ekonomiye, şehirciliğe, kardeşliğe kısaca hayata dair büyük-küçük maddeler halinde ipuçlarımız olmalı. Senin, benim olmadan her evin, her mahallenin, her belediyenin, her şehrin ve her ülkenin uygulayabileceği projeler…

Fikir üretmeye örnek teşkil etmesi açısından hayalimizdeki şehircilikle ilgili bir kaç madde sunalım;

* Devlet insanlara vergi yerine şöyle sorumluluklar yükleyebilir;

– Yetkilerin Şehirlerin büyümesine kafa yormak değil de şehirler nasıl küçülür de yaşanılır hale gelebilir, buna kafa yorulmalı. Zîra insanların büyük şehirde yaşamaları zorlaşmaktadır…

– Türkiye vatandaşı olan bir insanın, her yıl bir ağaç dikme zorunluluğu olabilir ve bu görevi yerine getirmek askerlik gibi mecburi bir görev olabilir… Ta ki ülkemizde ağaçtan birbirimizi göremeyince kadar bu durum sürdürülebilir…

– Yine devlet, insanlara içme suyunu bedava verebilir ama aile fertlerinin sayısına göre, sadece belli bir miktarda… Çünkü hiç kimsenin parası var diye suyu hoyratça harcama hakkı bulunmamaktadır.

– Devlet, lüks hastaneler açmak yerine, daha çok hasta eden gıdaları yasaklayabilir ve hormon kullanmayan üreticiye mali destekler sağlayabilir. Çok üretene değil de sağlıklı üretene yardımlar yapılabilir.

– Devlet, yerli tohumları, küçük çaplı çiftçileri, üreticileri destekleyen yasalara öncelik verilmesi gerekmektedir. Ekilecek toprakları koruma altına alabilir. Yeni tarım yerleri açabilir..

– Devlet, İstanbul ve diğer büyük şehirlerdeki kalabalığı azaltmak için, memleketine dönen her vatandaşa teşvik yardımları yapabilir (mali anlamda). Göçü engelleyecek adımlar atabilir hem doğuda hem batıda…

– Yine her ailenin (çocuklar da dahil) yılda bir defa oturdukları mahalleyi baştan sona temizleme mecburiyeti olabilir, buna valiler de doktorlar da tüm insanlar katılabilir… Böylelikle insan hem empati yapar hem de çevreyi kirletirken daha duyarlı olur…

– İnsanlar fabrikalarda san’atı ve ruhu öldüren işler yapıyorlar, buna alıştırılıyorlar. Bu minvalde san’atı ve derin duyguları besleyen esnaflık, zanaatkarlıklara öncelik veren yasalar gerekmektedir.

– Devlet, komşuluğu ve mahalle kültürünü öldürmemek için muhtarlık öncülüğünde tanışma etkinlikleri düzenleyebilir. Çünkü insanlar arasında iletişim giderek yok olmaktadır.

* Son olarak, günümüz sorunlarını dile getirmek ve kamuoyu oluşturmak için dünya genelinde, mikrodan makroya doğru analizler yaparak kafa yormamız gerekmektedir. Sorumluluk için önce kendimizden başlamalı… Sonra ailemizden, mahallemizden, şehrimizden… Evimizi ve kendi davranışımızı düzeltmeden dünyayı asla düzeltemeyiz.

Birey olarak ne kadar daha az tüketebiliriz ve az harcayabiliriz diye kafa yormalıyız. Çünkü kapitalizm her geçen gün yeni ihtiyaçlar dayatıyor. Akledebilmek için eşyalarımızı ve ihtiyaçlarımızı azaltmamız ve dengede tutmamız gerekmektedir.

Fikirler üretelim sisteme inat.

Kapitalist sistemin çarkında öğütülemeyen, sistemin fabrikasında istenilen şekil verilemeyen, vahiyle direnen ve doğaya can vermek için toprağa düşen sistemin çürük elmalarına (!) selam olsun.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *