Müslümanlar nezdinde tarih, iman küfür değerlerinin çatıştığı toplumsal sahnedir. Hak olanla batılın, salih olanla bozguncunun karşılaştığı ibretlik gösteri sırası, ecel sürelerinde şahitlendirmedir. Bu bağlamda eskiyen bir şey yoktur. Şu halde tarihsel olan beşeri olandır.
1. Tarih, kabaca geçmişte olup bitenlerin günümüze aktarılmış bir hikayesidir ama dünde kalmış, geçmiş zaman dilimiyle sınırlı ve alakalı bir anlatı değildir. İlkellikten mükemmelliğe doğru seyreden, gerisini terk edip yenilenen lineer bir gelişme, evrimleşme de değildir.
Tarih, toplumsal hafızayı kodlayan, değerler sistemini aktaran, iktidar itaat ilişkisini meşrulaştıran, sosyal statüyü tayin eden özelliğiyle fertlerin üstünde ve ötesinde bir role sahiptir. Bu günü belirleyendir. Çünkü yarın bu günden belirlenmektedir. Bu sebeple tarihsel zaman dilimleri helezonik şekilde birbirinin üstüne binerek devam eder.
Tarihsel olan şey, toplumsal olandır. Toplumsal olansa, milletlerin ve devletlerin yükseliş ve düşüşleri, siyaset etme biçimleri ve hukuki düzenleri, üretimleri ve ticaretleri, savaşları ve barışları, yoksulluk ve zenginlikleri, kültürleri ve sanatlarıdır. Mimarileri, giyim ve kuşamları, adet ve örfleridir. Coşkuları ve hüzünleridir. Özetle yaşam biçimleridir, İmareti ve riyasetidir. Dinleridir.
Tarihsel olan, bir tarafıyla en temelde beşeri olan, beşer iradesiyle doğrudan alakalı olandır. Beşerin ürettikleri, icatları, geliştirdikleri, tekniği, bilimi, kullandıkları alet edevatlarıdır. Bir sonraki zaman dilimine katkılarıdır. Başka bir tarafıyla tarih, kendi başına bir ilah olmayan, Allah’ın yasalarına tabi olan nesillerin, toplamda kendi iradeleriyle yapıp ettikleridir, imtihanlarıdır.
Müslümanlar nezdinde tarih, iman küfür değerlerinin çatıştığı toplumsal sahnedir. Hak olanla batılın, salih olanla bozguncunun karşılaştığı ibretlik gösteri sırası, ecel sürelerinde şahitlendirmedir. Bu bağlamda eskiyen bir şey yoktur. Şu halde tarihsel olan beşeri olandır. Beşer çapında ve katında olup bitenlerdir.
İslam, tarihin ve toplumun dışından geldiği için toplumsal ve zamansal şartlarla mukayyet olmayandır. Dolayısıyla tarihsel zaman dilimlerinde yaşamış nesillerin dil imkanlarının, kültürel birikimlerinin, evren ve varlık anlayışlarının bir ürünü ve sonucu da değildir. Buna rağmen tarihe ve topluma müdahale eden, doğruluğunu tasdik etmiş müminleri eliyle şartları değiştirip düzenlemek ve denetlemek isteyen bir iradedir. Bu sebepledir ki her kavme bir elçi yollanmış, hakikat bildirilmiştir.
2. ‘Alet çalışır el övünür’ demişler. Demek ki alet edevat bir öncekine kıyasla, alet bilgisi ve deneme yanılma yöntemiyle geliştirilmiş, hayatı kolaylaştıran, tarımda, hayvancılıkta, sınaide ve ticarette üretimi kolaylaştırıp artıran, zenginliği sağlayan, toplum ve devlet katında gücü yükselten maddi araçlardır. Araçların imali, kullanım alanı ve doğuracağı sonuçları itibarıyla insanlar ve varlıklar arası münasebetleri de tayin edici özelliğiyle önem arz eder.
Modern çağın akıl yapısı, her şeyi mali kazanç ölçüsüne göre değerli ya da değersiz sayıyor. Bu sebeple alet belirleyici rol üstleniyor. Söz gelimi ilaç endüstrisi ve sağlık sektöründe tedavi için üretilen alet edevat, normalde hastalıkların tedavisi için vardır, kârdan çok insanlığa hizmet amacı güder. Doğalı budur.
Modern çağdaysa gerçek tam tersidir. Bir endüstriye dönmüştür ‘Müşteri’ potansiyeli bakımından tercihlik değil mahkumiyet söz konusu olduğu için bu alan çok kârlı bir alan olmuş, bütün dünyada üç beş tekel arasında paylaşılmış, tıp eğitimini dahi yönlendirmiştir. Bu sebeple tedavi ettiği kadar ve hatta daha fazla hastalık üretmektedir. Maksat kâr olunca insan sağlığı hiçte önemli değildir.
Mimari, giyim-kuşam, savaş, medya, eğitim, üretim, iletişim ve ulaşım vs hayata dair bütün alanlarda aynı mantalite hükümrandır. Çünkü üretim artık ihtiyaç için değil tüketim için yapılmaktadır. İhtiyaç, kalite ve ahlak yerine ucuza ve yüksek adetlerde üretmek, maliyeti düşürmek ve rekabet etmek, bir taraftan tüketimi kamçılamak, diğer taraftan aletleri geliştirmekle mümkündür. Aletler bu işte tayin edici fonksiyon kazanmıştır. Dolayısıyla ‘aletler’, artık sadece alet olmaktan ve masum üretim aracı olmaktan çıkmıştır.
İnsan hayatı aletsiz de olamayacağına göre, her şeyde olduğu gibi beşer hayatında ihtiyaçları karşılayacak, zenginliği ve gücü temin edecek aletleri üreten ve kullanan mantaliteye, dünya görüşüne dikkat gerekir. Ve bu bir zihniyet meselesidir.
Aletler, bilgiyle, bilimle alakalıdır. İnsanlık bu bilgiyi kullanarak başından beri alet üretmektedir. İhtiyaç hasıl oldukça tekniği geliştirmiş, aletleri çeşitlendirmiş ve artırmıştır. Fakat modern döneme kadar aletler, insanlar arasındaki ilişkileri belirleyici olmamıştı. Hemen her millet benzer teknikleri kullansa da bu sahada tekelleşmeye gidilmemişti.
18. Yüzyıldan sonra zihniyet yapısının değişmesiyle oluşan kapitalist mantalite yahut kâfir aklı hükümranlık elde edince, tekniği ve alet üretimini ‘ar-ge’ ve ‘araştırma laboratuvarlarıyla’ tekelleştirip ‘tekno-loji’ye dönüştürmüştür. Bundan sonradır ki aletler, aletlere sahip olma ve kullanımı insanlar arasındaki münasebetleri tayin edici rol üstlenmiştir. Mukayeseli üstünlük sağlanmıştır.
3. Tarihsel gelişmeler ve toplumsal aşamalar dolayısıyla toplumsal vaziyet, şimdilerde aletlerin insan ilişkilerini belirleyici özellik kazanmasıyla değerlendiriliyor: Kalkınmış yahut geri kalmış, yenilikçi yahut gelenekçi, medeni yahut barbar, reformist yahut dindar, ilerici yahut gerici vs ölçüleri bu sebeple tedavülde tutuluyor. Burada ‘yeni’ iyiyi, ‘eski’ kötüyü, yenilikçiler zenginliği, klasikler yoksulluğu temsil ediyor.
Son bir iki yüzyıldır ‘geri kalmış’ yaftasını zihniyet ve kimlik olarak kabullenmiş ‘Müslüman dünya’, kendi tarihinden ve referansından kopmuş durumdadır. İlerleme ve kalkınmada, refah ve zenginlikte Batıyı referans almış dolayısıyla Batılı değerler ve fikirleri el üstünde tutmuştur. Bu halleriyle tarihin ve toplumun dışına çıkan Müslümanlar, siyasi ve iktisadi sahada, hukuki ve sosyal hayatta bir varlık sahibi olmadığı gibi alet üretmekte de kısırlaşmıştır.
4. Alet meselesini doğru değerlendirmek gerekiyor. Aletlerin beşeri hayatta önemli bir yeri vardır ama o, Müslüman zihinde üretim ve kullanım değeri olarak üstünlük vasıtası değildir. Salt para kazanmak, servet biriktirmek ve mali güç elde etmek için alet üretmez. Aletlerin kendisi üzerinden dahi her aşamada ahlaki bir sınır söz konusudur. Gavur aklıyla Müslüman aklı arasındaki bu fark, ayırıcı ve tayin edici bir farktır.
Alet, modern çağda da ekonominin, üretimin ve gelişmişliğin araçlarıdır. İnsan ilişkilerini belirleyici özellik kazandığı için siyaseti ve hukuku kendine göre yenilemekte, yeniden düzenlemektedir. Dolayısıyla toplumsal hayatı ve değerler sistemini kendince şekillendirmektedir. Tarihsellik yahut tarih dışılık bu ölçüyle tespit edilmektedir.
Alet nasıl ekonominin araçlarıysa, imge-simge-semboller de klasiği moderni dahil, sanatın araçlarıdır. Sanat, bu imgeleme üzerinden yapılıyor. Dünya tarihini değiştiren ‘Rönesansın’ sanat üzerinden geliştiğini unutmayalım.
Diğer pek çok bilimde olduğu gibi tarih bilimi yahut bilgisinin aracı da, kavramlardır. Kavramlar, olayları, gelişmeleri doğru ve gerçekçi olarak nasıl anlayacağımız ve tanımlayacağımızla ilgilidir. Kavramların da kendine göre bir sistematiği ve hiyerarşisi vardır. Her şeyin açıklaması ve yapılması bu yolla mümkün olur. Doğrusu eğrisi ayrıdır ama temel esas budur.
Şimdi, kavram dediğimiz kelimeler, cümleler, terimler, taşıdıkları mana, ifade biçimi ve yönlendirmesiyle varlıklar ve insanlar arası münasebetleri tanımlıyor ve belirliyor. Bu özelliği sebebiyle iki temel dayanağa sahiptir:
İlki, Kur’an ve sünnete dayalı kavramlar, ikincisi, ilahi olanı red temelli rasyonel akla, tecrübeye, deney ve gözleme dayalı kavramlar. Buradaki kastımız mantaliteyi belirleyen, mantık bütünlüğü sağlayan, doğru yanlış ve iyi kötü ölçüsü koyan kavramlar olup fizik bilimlerden bağımsızdır.
Ne demek istedik: Basit bir misal verirsek, beş kere beş kaç eder dediğimizde, birileri 25, birileri 55, birileri de 1000 diyebilir. Burada mantık doğru ama bir hesaplama hatası var deriz. Ama birileri beş kere beşi, güneştir, otomobildir, bilgisayardır derse deriz ki, burada bir hesaplama hatası değil mantık hatası vardır, mantalite bozukluğu vardır deriz.
Kavramlar, hakikate dair bir izahta mantık hatası mı hesaplama hatası mı olup olmadığını söyleyen bilgi araçlarıdır. Kavramsal sistematik ve hiyerarşi doğruysa bize, işin doğrusunu ve yanlışını söyler.
Müslümanlar, ‘yenilik’, ‘reform’, ‘teknoloji’, ‘mağlubiyet’, ‘geri kalmışlık’, ‘tarihselcilik’, ‘laiklik’, ‘özgürlük’, ‘demokrasi’, ‘insan hakları’, ‘kapitalist serbest Pazar ekonomisi’ gibi en temel toplumsal meselelerde, hesap hatası yapmıyor, mantık hatası yapıyorlar. Dolayısıyla hayata, topluma, siyasete, hukuk nizamına, ekonomi politiğe bakarken İslami kavram sistematiği ve mantalitesi ile bakmıyor, izahını buna uygun olarak yapmıyor, yaşam biçimini buna göre düzeltmiyor.
Şöyle bir kavram misaliyle izahı somutlaştıralım: Daha yakın bir zamanda Müslümanlar, kitap ehli statüsündeki ‘Avrupa’ illerini ‘diyar’ı küffar’ olarak nitelemişti. Şimdilerdeyse ‘Avrupa’ olarak niteliyor. İki kavram arasında tanımlama ve doğuracağı sonuç itibarıyla siyah ile beyaz kadar fark vardır. Dolayısıyla ilişki kurarken de, ondan ne alıp vereceğiyle de ilgili olarak çok farklı sonuçlar çıkar.
5. Kavramların şöyle de bir özelliği vardır: Kavram, doğrunun ölçüsünü tayin ve tespit ettiği için hem ayrıştırır, hem de birleştirir. Bu ayrıştırma ve birleştirme, kavramsal sisteme göre tayin edilmiş hakikat ile batıl arasında olur. Misalen: Yeşil renk iyidir dediğimizde, diğer renklerin iyi olmadığını belirtmiş oluruz. Yeşili benimser diğerlerini dışarıda tutarız. Ötekileştiririz. Bu bir ayrıştırma işlemidir. Fakat aynı zamanda, bütün yeşilleri birleştirmiş oluruz. Bu da bütünleştirme işlemidir. Ve kavram, bunu yapar.
Şu halde kavram deyip geçmeyelim. Geçmeyelim de, bilgi için, doğru bilgi için, anlamak ve tepki vermek için kullandığımız kavramın dayanağının ne olduğunu akıldan çıkartmayalım. Yani hesap hatasıyla mantık hatasını birbirine karıştırmayalım.
6. Kur’an nazil olmuştur. Hakikat, ayan beyan bildirilmiştir. İlim gelmiştir. Bize gelen ilimden sonra hevamıza, putperestlere, kitap ehline, yenilikçilere yahut modernistlere uyacak olursak, ateşin azabından bizi kim koruyacak?
Kur’an’ın daha ilk suresi Fatiha’da, ‘bizi doğru yola ilet’ diye dua ettiğimiz ve yardımını istediğimiz Allah, bize sapıkların ve gazaba uğrayanların niteliklerini ve gittikleri yolu bildirdi.
Salih alimlerimiz imanı tarif ederken ‘İkrar’ü bil lisan, tasdik’ü bil cenan’ diye tanımladı. Bu tanımdaki İslami mantaliteye, kullanılan kavramlara ve formülasyona dikkat edelim:
İkrar: Karar kılmak, kararlı ve istikrarlı olmak. Lisan: Allah’ın, kavimlerin diliyle bildirdiği, konuştukları kelimelerine giydirdiği manayı yahut hakikati, yani karar kıldıklarımızı dile getirmek. Tasdik: Dilin söylediği hususlara sadık kalmak, sıddık olmak. Cenan: Eski halden Müslümanlığa inkilab etmek. Kalb’ten geçenlerle dile gelenleri aynileştirmek, söylenen ile yapılanı bütünleştirmek, tavrı ve tarzı İslamileştirmek. İman ve amel bütünlüğü yani.
İlim derken, burada alet icat etme ilmi kast edilmiyor. Eskiden beri kullanılan aletlerin geliştirilmesi murat edilmiyor. Bu kısım insanlığın doğal özelliğinde var zaten. İhtiyacı neyse ona uygun olarak alet üretecektir, bunun ilmini kendisi geliştirecektir. Ama Müslüman zihne uygun icadı ve kullanımı tayin eden aletten bahsediliyor. Yani aletin Müslüman zihindeki yeri başkadır.
Burada ilimden kasıt, doğru ve eğrinin, hakikat ve batılın tanımlanması, ölçüsünün bildirilmesi, zihniyetin inşası, hal ve tavırlarda refleks olarak haram ve helale titizlik gösterilmesi, toplumsal hayatta sınırların çizilmesidir. Değerlerin, değer ölçülerinin, kavramların, kelimelere giydirilmiş mana ile ifade edilmesidir. Kendi mantık tutarlılığı içinde kavramsal sisteme dönüştürülmesidir.
7. Tarihsel olan dolayısıyla tarihi zaman dilimlerinde yaşanan toplumsal hayatlar, nesillerin bu hakikatin ölçü ve sınırlarında, kendi kavramlarıyla kendi hayatlarını ve şartlarını düzenlemesidir. Bu haller dini ölçüler ve sınırlarda kalmak kaydıyla nesillerin dinden anladıkları, ürettikleri ve uyguladıklarıdır. Bu bakımdan hiçbir nesil bir diğerine referans olmaz ama hataları ve doğrularıyla ibret olur. İyi kötü örnekler olarak tarih olur.
Referans olan, doğru mu eğri mi diye bakılıp düzeltilecek olan iki müracaat yerimiz vardır: Birincisi, son peygamber olması sebebiyle Hz Muhammed’dir. Yani onun sünnetidir. İkincisi, dört raşit halife devridir. Müslümanların, iman unsurlarıyla toplumsal hayatı bütünleştirmesi, Kitab’ı, doğru biçimde okuyup anlaması ve ondan istifade edip isabet etmesi için bu iki referans, bize Allah’ın bir lütfudur.
Kur’an, her şeyin tek doğrulayıcı referansıdır amenna fakat bu ifade, başka bir sürü şeyi de çağrıştırıyor. Yaşıyor ve görüyoruz ki tek başına kitap gerçeklikten, toplumsallıktan ve hayattan soyutlanıp metafizik aleme ait kılınabiliyor. Ve Müslümanlar Kur’an’dan istifadeyle işitip itaat etmek, İslam ahlakıyla ahlaklanıp tezkiye olmak yerine toplumsal zamanı ve şartları veri kabul edip Kitab’ı tahrif edebiliyor. Ve bu hal sadece modern zamana ve tarihe ait de değil. Kur’an’ın suçu da değil.
Unutmayalım ki Müslüman nesiller arasındaki tarihsel ve kavramsal ihtilaflar, Kur’an’a rağmendir. İhtilafların çözümü de Kur’an’a rağmendir. Demek ki Kur’an var ve o bize yeter demek, insanın kendini bir şekilde haklı çıkarmasına, arzu ve isteklerini meşrulaştırmasına da yarıyor! Buradaki ihtilafların halli dahi pratiği yaşanmış ve gösterilmiş tarihsel ve kavramsal referans dönemlerimizle alakalıdır. Allah’ın yasakladığı ruhbanlık kapısının sıkı sıkıya kapanmasının çok fazla yolu yok, insanlar da melek varlıklar değiller.
8. Kur’an, kafirleri, putperestleri ve müşrikleri ‘sefih’, ‘süfeha’ yani ‘akılsızlar’, ‘kıt akıllılar’ olarak niteledi. Allah’ın son nebisi Hz. Muhammed, Mekke dönemi boyunca hemşerilerini ‘cahil-ataları da bir şey bilmez-ilahları hiçbir şey değildir’ diye suçlarken sıklıkla ‘akılsızlar’ olarak niteledi. Hemşerileri en çok da bu akılsızlar suçlamasına bozuluyordu. Müslümanlar bu iki dayanağa istinaden ‘kafirde akıl olsaydı Müslüman olurdu’ dediler.
Bu hakikate göre Batılıyı referans almak, bunu yaparken teknik-bilim-sanayi-ticaret-siyaset ve hukuk alanını öne çıkartıp, bunları kavramsal sistematiklerinden ve tarihsel gelişim seyirlerinden bağımsız olarak savunmak, Müslüman zihniyle alay etmekten farksızdır. Bir tarafta aynı rotayı takip edip diğer tarafta maneviyatçılığa sığınarak korumacılığa soyunmak olsa olsa zihni parçalamak olur. Nitekim son iki yüz yılımızın resmi budur.
Müslümanlar tarihe yeni girmediler. Türedi değiller. Her şeyi yeni keşfetmiyorlar. İyisiyle kötüsüyle Adem’den bu yana süregelen bir tarihe sahipler. Bu gün taşıyamıyor olsa da kendi hakikat anlayışına ve diline sahipler. Ellerinde kitap, önlerinde sünnet vardır. Dolayısıyla hafızasız ve ebeveynsiz çocukluk rolü hiç yakışmıyor.
9. Bu girişten sonra kısa bir özetle, Hz. Muhammed’den bu yana geçen tarih akışında nerelerde doğru yaptığımıza, nerelerde kırılma yaşadığımıza bir göz atıp, doğrusunu öğrenmek için Hz. Muhammed’in hayatına, siyer tarihimize geçebiliriz. Ama önce belirtmeli ki:
Hz. Muhammed’in Mekke’si ve Medine’sini, kitabın uygulandığı tek doğru referans yeri olarak kabul etmek önemlidir. Bundan sonra dört raşit halifenin ondan öğrendikleri ve gördüklerini ilk elden kendi zamanlarındaki uygulamalarını referans çerçevesi olarak kabul etmek önemli hale gelir.
Bizce bu, sonrakilere Allah’ın bir lütfudur. Burada bir müşkilatımız yoksa, günümüz dahil bu güne değin uzanan tarih çizgisinde yanlış ve doğruyu kendi şartları içinde değerlendirip ne yapılması gerektiği hususunda göz aydınlığına ulaşabiliriz.
Burada mesele, nüzul şartları ve ortamını günümüze transfer ederken kitabın ayetleriyle doğrulayıp Müslümanca bir tarih felsefesi yapıp yapamamaktır. Mantık hatası yapılmazsa şayet hesap hatasının düzeltilebilmesi her daim mümkündür.
10. Hz. Muhammed’in Mekke’si ve Medine’si, neyin nasıl uygulanacağıyla ilgili en doğru referanstır. En sağlıklı zihniyetin inşa edildiği ve salih şahsiyetlerin yetiştiği devre bu devredir. Derece farkıyla raşit halifeler devri ondan sonra gelir. Bilelim ki bu devrede alet üretimi ve kullanımında bir müşkilimiz yoktur.
İki şeyi birbirinden ayırmalıyız: İlki, toplumsal hayatın doğal akışında ve gelişiminde ihtiyaç duyulan araç ve gereçlerin üretimi veya başkalarından transferi meselesi. Bu mesele, dinle doğrudan alakalı olmayıp Müslüman zihni bozucu etki yapıp yapmayacağı bakımdan önemlidir. İkincisi, Allah’ın kitabında övdüğü Muhacirlerle Ensar’ın değil ama bunlara uyan sonrakilerin yahut yeni jenerasyonların iman ettikleri halde dünyaya meyletmeleri fakat tövbe edip bağışlanma dilemeleridir. Buna rağmen hatalar silsilesinin başlaması mukadderdir.
Her şeye rağmen ilmiyle amil, yanlışı gösterip doğruya işaret eden alimlerimiz, bizzat kendi hayatlarında hakka şahitlik eden salih önderlerimiz hep olmuştur. Şimdi, siyasi tarafta başlayıp aşağıya doğru seyreden hem bozulma derecesine, hem bozulma şartlarına ve buna karşı çıkıp doğrusunu hatırlatanlara kısaca değinip, bazı isimler üzerinden örnekleme yapalım.
11. Hz. Peygamber sonrası ümmetin dünya işlerini çekip çevirecek, sünnete uygun olarak siyasi organizasyonu ve teşkilatlanmayı sağlayacak, vergi hukuku ve mahkeme sistemini ihdas edecek, dini muhafaza ve müdafaa edip cihadı ayakta tutacak, ümmetin mal-can ve nesil emniyetini sağlayıp varlığını ve bekasını temin edecek hilafet sistemini anlamak, oldukça önemlidir. Zira bozulma buralardan başlayıp diğer alanlara doğru seyredecektir.
Dört raşit halifenin seçimi, şartlara göre üç doğru usule örneklik etti: İlki, istişare ve icma yoluyla karar alma, ümmetin onayına sunma (birinci ve son halife misali). İkincisi, vasiyet ve ümmetin onayı (ikinci halife misali). Üçüncüsü, seçici bir kurulun tayini, onların tercihinin ümmet tarafından onayı (üçüncü halifenin misali).
İlk bozulma, Emeviler devrinde, ümmetin halife seçme yetkisinin elinden alınması, yerini, kana ve soya dayalı hanedanlık sistemine bırakmasıdır. Halifelerin şahsi zulümleri, muhaliflerine karşı tavırları bir yana, buna rağmen, yönetim şeri hukuk düzeninden ayrılmamış, küfürle hükmetmemiş, kafirlerle dost olup ümmeti parçalamamıştır. Toplumsal hayat, hukuk düzeni ve mahkeme sistemi başta bütünüyle İslam’ın hükümranlığında yaşanmıştır.
Bu devrede hakikati dillendirip bozulmaya karşı çıkan ve yönetimi eleştirenlerden öne çıkan isim Hasan El Basri’dir. Hasan El Basri, ilim meclisi adı altında muhalefeti örgütlemiş, hayatı pahasına mücadelesini sürdürmüştür. Bu sayede bir taraftan siyasetin düzelmesi için gayret göstermiş, diğer taraftan haricilerin itikâdi tartışmalarına cevap verilmiş, fetihler sonrası ümmete katılan yüz binlerce farklı inançtaki insanlara sahih dini telakki öğretilmiştir.
Hasan El Basri’nin başlattığı ilim meclisi, medrese sistemi dediğimiz yazılı kaynaklara dayalı, kitap ve sünnet temelli dini ilimlerin gelişmesini sağlayan, Hicri 1. Yüzyılda kurulmuş 70 kadar medreseden sadece bir tanesidir. Bunların modeli, Hz. Peygamber zamanındaki ‘ehli suffa’ modelinin geliştirilmiş halidir. Bu çizgi, sonra gelen Ebu Hanife, İmam’ı Malik, Ahmet b Hanbel gibi meşhur nice salih ilim erbabının modeli olmuştur.
Abbasiler devri, büyük ölçüde Emeviler devrinin devamıdır. Hicri ikinci yüzyılın sonlarına doğru İbn Mukaffa, yüksek derecede bürokrat yahut danışman olan bir alimdir. İran kökenli olduğu için devlet sisteminde bir yenilik getirmek ister ve halifeye tekli bir yasama sistemi yahut bir ‘anayasa’ modeli önerir. Halife, muhaliflerine karşı kullanacağı bir imkan gibi gördüğü bu teklifi, İmam’ı Malik’e müracaatla, onun Muvatta’sının şeri hukuk kuralları olarak kullanılmasını kabul etmesini ister. Fakat büyük imam bu teklife ‘Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünneti dururken benim kitabım şeri hukuk kurallarının yerini alamaz’ diye karşı çıkar.
O güne kadar halifelik sisteminde yazılı bir yasa sistemi yoktur. Kadılar ve yöneticiler, kitap ve sünnetten hareketle düzenleme yapıp hüküm vermektedir. İçinden çıkılmaz yeni bir mesele olursa medreseli müçtehitlerden görüş alınır, kadılarsa medreseliler içinden seçilirdi.
Buveyhilerin Bağdat’ı işgaliyle başlayan yeni bir süreç meydana gelir. Sultan, halifeliği sembolik hale getirir, siyasi, idari, askeri ve mali işlerden el çektirir. Bundan sonra Osmanlı’nın yıkılışına kadar sürecek olan yeni bir dönem başlar. Bu uygulamada sultan, siyaset ve devlet işlerini dinden bağımsız hale getirir, örfi sultani yasayla yönetmeye başlar. Atalarından devraldığı yasa maddelerine fethettiği milletlerin örf ve adetlerini de yasalaştırarak devam eder.
Buna rağmen devletler kendini İslam ile ifade etmeye, İslam’ın temsilcisi olarak dini müdafaa ve muhafaza etmeye devam ederler. Toplumsal tarafta medrese sistemine dokunmaz hatta teşvik ederler ve hukuk sistemi şeri nizama göre yürütülmeye devam eder.
Bu devrenin öne çıkan dört ismi, Maverdi, Cuveyni, Gazali ve İbn Teymiyye’dir. Sultanı değiştirecek kudrette olmadıkları için adaleti ve hakkı tavsiye etmekten geri durmadılar, direndiler ve bu uğurda mücadele etmeye devam ettiler. Hasan El Basri devriyle bu devre arasındaki şartlar arasındaki fark, mücadelenin temel amacını, hedefini ve seyrini de belirleyici olacaktır.
Osmanlı devrinde ‘Mecelle’ ilk kez yazılı yasa yapma girişimidir. Batılı sürece geçişin de ifadesidir. Sultani örfi yasama ile Batılı yasalarla ticari ve medeni yaşamın düzenlenmesi, toplumsal tarafta şeri yasama ve hukuk nizamının da bozulduğuna işaret eder.
1800’lerin başlarında başlayıp 1910’larda İttihat Terakkicilerin siyaset alanının yanında toplumsal alanın da batılılaşma yönündeki değişim faaliyetleri, 1923 ile kemale erdirilir. Hilafet ve saltanat birbirinden ayrıştırıldığında din, toplumsal alandan da çıkartılınca bireysel tercihe dayalı ahlak ve ibadete dönüşür.
Bu devrede Afgani ve Mustafa Sabri efendi öne çıkan isimdir. İkisi de hilafetin korunması, ümmet birliğinin muhafazası yönünde mücadeleye soyunur. Mustafa Sabri’nin 1921’de “hilafet ve saltanatı birbirinden ayırmayınız, böyle yaparsanız din ile devleti birbirinden kopartmış, Fransız usulü laikliği getirmiş olursunuz ki bu küfürdür” çıkışı önemlidir. Bu şartlarda Osmanlı saltanatının iyiliği ya da kötülüğü bahis mevzu değildir, hiç olmazsa korunması gereken bir temel husus vardır, onu korumak için çaba gösterirler. Bu isimlerin şartları, kendilerinden evvelkilerin şartlarından farklıdır dolayısıyla muhalefet etme biçimleri de farklıdır.
12. Günümüze gelindiği zaman şartlar bütünüyle değişmiştir. Emeviler devriyle başlayan bozulma derece derece devam etmiş, cumhuriyet devriyle bambaşka bir hal almıştır. Artık din, uhreviyata ait, kişisel tercihe dayalı bir inanç tercihidir. Dolayısıyla siyasi ve toplumsal alanın dışına çıkartılmıştır. Bu sebeple devletler, hukuki kategoriye dahil ettikleri dinler karşısında eşit mesafede duran, toplumlarının dinlerine göre dini hizmetleri sürdüren ama dinleri de kontrolleri ve denetimleri altında tutan politika izlemektedir.
Tarihin bu devresinde, sosyo siyasi, iktisadi ve hukuki şartlarında, şartları ve tarihsel dönemi veri kabul etmeyip, şartlara ve nesillere rağmen, referans dönemine uygun sahici dini anlayış ve yaşayışı ihya etmeye çalışan, mücadelesini tarihsel bir perspektifte, kavramsal bir sistematikle ortaya koyan, bir kaç ismi ülkelerine göre anarsak onlar: Mevdudi, Nebhani, Seyyid Kutub, Ali Şeriati, Malik b Nebi, Ercümend Özkan, Malik b. Şahbaz ve Aliya İzzet Begoviç’tir…
Bu özetten sonra günümüze gelindiğinde vaziyet, Hz. Peygamberin Mekke’sini referans alacak çalışmalara işaret eder. Mekki şartlar deyince bu ifade bizde biraz şaibeli olduğu için farkı belirtmek üzere bu mevzuda iki çift laf edersek: Kur’an nazil olmuştur. Hakikat bütün olarak bildirilmiş, haramlar ve helallerin sınırı çizilmiştir. O gün bu gündür İslam bir bütün olarak yaşanabilir bir dindir. Şartlara rağmen bu böyledir çünkü dinde bir eksiklik yoktur, çelişki de yoktur.
Şu halde siyer tarihimize dönebilir, ilkin Peygamberin Mekke’sine, sonra Medine’sine geçebilir, orada olup bitenleri günümüze tercüme edebiliriz.
Devam edecek…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *