Hatıralarım – 1. Bölüm

Hatıralarım – 1. Bölüm

“Ben bir edebiyat şaheseri ortaya koymak için yola çıkmadım. Karınca kararınca çocukluklarımızı, gençlik yıllarımızı, bu yılları geçirdiğimiz çevreleri, içinde yaşadığımız siyasi ve sosyal ortamları elimden geldiğince sizlerle paylaşmaya gayret edeceğim.”

HATIRALARIM

1.Bölüm

Ercümend Özkan ve ben, biz olmadan önce kimdik, kimin nesiydik? İşte bu sorulara cevap vermek için epey gerilerden, çocukluklarımız ve ilk gençliklerimizden kısaca bahsetmek bizi ve yaşamımızı daha iyi anlatacaktır. Madem birlikte paylaştığımız bir hayatı anlatmak üzere yola çıktım, erişebildiğim en başlardan başlamak en iyisi bence. Hatırlayabildiğim önemli ayrıntıları da paylaşarak bu yazdıklarımı daha renkli daha okunur hale getirmeye çalışacağım Allah’ın izniyle.

Ben bir edebiyat şaheseri ortaya koymak için yola çıkmadım. Karınca kararınca çocukluklarımızı, gençlik yıllarımızı, bu yılları geçirdiğimiz çevreleri, içinde yaşadığımız siyasi ve sosyal ortamları elimden geldiğince sizlerle paylaşmaya gayret edeceğim. Sürçü lisan edersem affola…

Ne zaman geçmişime doğru bir yolculuğa çıksam ilk önüme çıkan hatıralar, o ilk okul yıllarıma denk gelenler olur. Nedense öne onlar çıkar daima.

Çok hassas bir çocuk olmamdan mıdır nedir, her korkuyu, her acıyı yüreğimde hissetmişimdir hep. Hassas olduğum kadar güçlüymüşüm demek ki bunları yansıtmazdım. O zaman da şimdi de içimde yaşadığım duyguları benim dışımda kimse anlayamaz da, göremez de. Bu konuda ne kadar duyarlıysam bir o kadar da soğukkanlıyımdır oldum olası.

Daha sonraları bütün bu olan bitenleri düşündükçe Nasrettin Hoca’nın o güzel, güzel olduğu kadar da düşündürücü fıkrasını hatırlayıp gülümserim kendi kendime. Hani hoca bir gün ceviz ağacının altına uzanıp başlamış düşünmeye ve kendi kendine söylenmeye. Bir, yerdeki otsu gövdenin üzerindeki kocaman bal kabağına bakıyor, bir de altına uzandığı koca gövdeli ceviz ağacının üzerindeki küçücük meyvesine. Ya rabbi şu küçücük gövdenin üzerinde bu kocaman kabak, şu koskoca ağacın üzerinde ise küçücük cevizler, yakışık almış mı! demeye kalmamış burnunun üzerine bir ceviz inivermiş. Ya rabbi her şeyin iyisini doğrusunu sen bilirsin. Kulun bildiği bu kadar işte. Ya o koca kabak yukarıda olup da başıma düşseydi ne olurdu halim diyerek nadim olup hatasını anlamış.

İşte ben de kendi soğukkanlılığımı düşündüğümde cevabını bu fıkrada bulurum. Olaylara normal tepkiler veren bir insan olsaydım sonraları yaşamak zorunda kaldığım bir sürü şeyin altından kalkamazdım diye düşünüyorum.

Çocukluğum

Evet gelelim nerede ve ne zaman dünyaya geldiğime. Ankara’da 1940 yılının 25 Mart’ında Cebeci doğum evinde dünyaya gözlerimi açmışım. Annem o günün tarihinin 25 Mart olduğunu söylerdi. 25 rakamlı günler benim hayatıma damgasını daha kaç kere vuracak bilmiyorum. Hiç hesaplamadığım halde bu tarihte yani doğduğum günde evlendim. Ercümend’i 25 Ocak’ta toprağa verdik. Tesadüfler bazen insanı şaşırtıyor doğrusu. Cebeci doğum evinin, hem benim hem de benden altmış yıl sonra dünyaya merhaba diyen üç torunumun doğduğu hastane olarak hayatımdaki yeri de bir başkadır. Benim doğduğum yıllardaki hastane ile altmış yıl sonrakinin mukayese bile edilemeyeceği de bir gerçek. Şimdi dünya standartlarında ödül almış bir kadın doğum evi olarak biliniyor artık.

Hastanenin görüntüsünden tutun da kullandığı teknolojiye kadar her şey o günlerin Ankara’sı ile bu günlerin Ankara’sı arasındaki fark gibi tıpkı. Ben o günlerin Ankara’sını hatırlayamam tabii ki. Ama annemin anlattıklarından, Ankara’nın tarihini anlatan kitaplardan ulaştığım bilgilerle o günleri gözlerimizde canlandırmaya çalışacağım.

Annem ile babam 30’lu yılların başlarında evlenmişler ve sanırım annem 32 veya 34 yıllarında da Ankara’ya babamın yanına gelmiş.

Ben doğduğumda babam hala Ankara Hukuk Fakültesinde talebeymiş. Annem de İsmet Paşa enstitütüsünde dikiş bölümüne devam ediyormuş. O yıllarda annem geldiği yerin geleneksel kıyafeti olan çarşafla gezdiğini, çarşafını yırttırmamak için de köşe bucak saklanarak dışarıda dolaştığını anlatırdı. Kıyafet devriminden dolayı çarşaf giyen hanımların çarşafları görevliler tarafından yırtılıyormuş veya çarşaflı kadınlar karakollara götürülüyorlarmış.

Bununla birlikte, kılık kıyafet devrimleri adına yapılan çarşaf yırtma eylemleri, şapka kanununu yerleştirme adına yapılanların yanında hafif bile kalmış anlaşılan. Bunu anlamak için bir örnek yeterli olur sanırım: Şapka devrimine karşı çıkanlar arasında hiçbir şeyden haberi olmadan dar ağacına sürüklenen Şalcı Bacının acı öyküsünü çoğumuz bilmeyiz.

Şalcı Bacı iki metre boyunda, isli yüzlü, bohçacılık yaparak hayatını kazanan bir garip kadın. Bu garip kadını tarihin sayfalarına taşıyan, akıl almaz bir acımasızlığın kurbanı olması. Suçu şapka giymemek. Sırf devrimlere karşı gelenlere ibret olsun diye, hem kadın oluşunun hem de boyunun iki metre oluşunun ceremesini hayatıyla ödedi. Erzurum hükümet meydanına idama götürülürken, “Kadın şapka giye ki asıla?” diye söylenerek ve sürüklenerek idam sehpasına doğru getiriliyor, etrafında onu merakla seyreden, korkudan ve şaşkınlıktan gözleri dolan insanlara şaşkın şaşkın bakıyordu. Böyle diyor gazeteci Nimet Arzık, “Çetin Altan’dan Demirel’e Eş Kişiler Zinciri” kitabında.

Çetin Altan da “Kahrolsun Komünizm Diye Diye” adlı kitabında olaya şöyle değinmiş:

“Dedem Hasan paşa çok sert bir askerdi. İsmet Paşa topçu okulunda öğrenci iken, Hasan Paşa okul müdürüydü. Sonrası ünlü komutanlar olan o dönemin öğrencileri anlatıp dururlar Hasan Paşanın sertliğini. Bir şapka isyanını bastırmakla görevlendirildiği bir kentte hızını alamayıp bir de kadın asmıştı. Sanırım siyasal suçtan asılan ilk kadın odur tarihimizde. Kadın sehpaya çıkmadan önce; ‘Ben bir hatun kişiyim şapka ile ne derdim ola ki!’ demiş galiba. Ben o tarihte henüz doğmamıştım. Çok ama çok sonradan öğrendim bunları. Ve inanın ince sızı gibi tatsız bir burukluk kaldı içimde.” diye olaya değinen Çetin Altan’ın dedesinin sertliği nasıl bir sertlikse yıllar geçtikçe acısı artan bir sızı gibi büyüyor acıması olan insanların yüreklerinde.

Bu olup bitenler ben daha doğmadan insanların devrimlere alışmakta inanmakta yaşadıkları zorlanmaları, acıları, çıkmazları, açmazları ne de güzel anlatıyor.

Bu direnişlerin ben kendimi bildikten sonra da devam ettiğine bizzat defalarca şahit oldum. 14 yaşlarında falandım babamın yol kenarında demirciyi uyardığını gayet iyi hatırlıyorum; “Bak arkadaş başında bu takke ile yakalanırsan ben senin için bir şey yapamam” diye. Şu anda iki binli yıllardayız ama kılık kıyafet ile ilgili sorunlar bitmiş değil hala. Neyse bu konulara bu kadar değinmek yeter sanırım. Gelelim yine Ankara’nın o günlerine.

Benim bebekliğim de işte tam bu karmaşa içinde geçmiş. Annem Remziye Hanım kendine ince dokumalı sarı yünlü kumaştan bir dış kıyafet dikmiş onunla dolaşmaya başlamış. Ben onun çarşaflı halini hiç hatırlamıyorum. Bu kumaşı bu kadar iyi hatırlamamın sebebi de daha sonraları bana ceket olarak geri dönmesiydi. O dönemlerde hiçbir şey ziyan edilmezdi. Küçülen giysiler evdeki ya da çevredeki küçüklere göre dikilerek değerlendirilirdi. Hemen hemen her ev hanımı bu işlerden anlardı.

Babam da anneme kılık kıyafet konusunda hiç karışmamış. Ali dedemin, annemi babama vermemek için ileri sürdüğü sebeplerin hiçbiri annem ile babam arasında konu edilmemiş, edilmedi de. Babamın babası, annemi babama istediğinde Ali dedem, sen oğlunu gavur mekteplerinde okutuyorsun. Ben kızımı size vermem. Onu açıp saçarsınız. Dinini unutturup Allah’tan uzaklaştırırsınız diye yıllardır birlikte oturup kalktığı arkadaşına karşı çıkmış. Ama gençlerin kararlılığı bu evliliği sonunda gerçekleştirmiş. Annem hep inandığı gibi yaşadı. Babam hiçbir konuda ona karışmadı. Yaşam tarzına hep saygı duydu.

Ben bebek iken oturdukları Hamamönü semtini ve orada yaşananları da annemin anlattığı kadar bilebiliyorum. Avlu içinde ahşap evlerden bahsederdi annem. Oda oda kiraya verilen buralarda oturmak zorunda kalanlar dar gelirli vatandaşlarmış anlaşılan. Zaten istense de kiraya tutulacak yerler çok azmış. Zaten o günlerde talebe olan babam Süleyman Nazif’in gücü ancak bu odalardan birini kiralamaya yetiyormuş. Sabah erkekler evden çıkınca konu komşu bir arada geçirirmiş vakitlerini.

O günlerin komşuluk anıları anlatılır durulurdu zaman zaman. Erzincan’ı o yıllarda yerle bir eden depremin acıları etkileri de konuşulanlar arasındaydı. Depremden sağ kurtulmayı başaran bir aile de bu odalardan birinde kalıyormuş. Çocukları olmadığı için bana aşırı bir düşkünlükleri varmış. Bütün çocuklar gibi ben de bunu kullanarak şımarıp duruyormuşum. Her sabah olduğu gibi o sabah erkenden bizim taraftan onların tarafa geçip koşmaya başlayınca gaz ocağının üstündeki çay ayağıma devrilmiş. Feryat figan çorap ayağımdan çıkarılırken ayağımın derisi de birlikte sıyrılmış. Günlerce doktorun eczane ilaçlarının iyileştiremediği bu yanık yarasını yine bir doktordan alınan ve evde hazırlanan yumurta yağıyla iyileştirmişler komşu teyzeyle annem. Bunlar hatırlamadığım, sonradan dinlediğim hatıralar.

Beş altı yaşlarına geldiğimde artık başkalarından duyduklarım ile birlikte kendi hatırladıklarım da anılarımın içinde yer almaya başladı.

Çevreyi etkileyen tarihi olayları bazı sosyal gerçekleri epey araştırdıktan sonra hatırladıklarımın sağlamasını da yaparak sırası geldikçe onları sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

Babamın askerlik yılları ve İkinci Dünya Savaşı

Babam okulu bitirmeden askerliğini yapma kararı almıştı nedense. Belki de ikinci dünya savaşının artık kapıya dayandığı yıllar olması hasebiyle genç kuşağın askerlik eğitimi alması gerekliliğiydi asıl sebep. Bu konuda bildiğim bu kadar ne yazık ki.

İsmet İnönü savaşa girmemek için direniyordu lakin bu kritik zamanda hazırlıklı olmayı da göz ardı etmiyordu anlaşılan. O yüzden asker toplanıyordu.

Babam ile birlikte biz de askerlik dönemine girmiştik. İstanbul Küçükçekmece’de babam yedek subay olarak görevine başladı. Yokluk, kıtlık kol geziyordu. Ekmek vesikaya bağlanmış, bulunmuyordu.

1945 ortalarına kadar süren ve Avrupa’yı etkisi altına alan bu savaş dünyayı maddi manevi etkilemişti. Türkiye savaşa fiilen katılmamıştı ama zaten bozuk olan ekonomisi adamakıllı etkilenmişti. Ekmek yerine asker ailelerine ara sıra dağıtılan peksimetler görüntü olarak bisküviye benziyordu. Fakat kare şeklindeki bu tatsız tuzsuz şeyleri yemekte zorlanıyorduk. O kadar kuruydular ki inanın birinin başına atsanız o kişinin kafasını kanatırdı.

Savaşın sonlarına doğruydu. Babamla birlikte oradaki subayları cepheye yollama kararı alınmış, herkes ailelerini memleketlerine göndermeye başlamıştı. Biz de, yani ben erkek kardeşim ve annem, bu sebeple köye dedemin yanına gönderildik.

Köyümüz Bedre

Dedem ile babaannem hayatta oldukları için hep onlara gidiyorduk. Annemin annesi ve babası Ali dedem hayatta değillerdi. Annesi o 9 yaşındayken, babası da annem babama nişanlıyken ölmüş. Dedelerim gençliklerinde iyi arkadaşlarmış.

Kurtuluş savaşı sırasında beraberce dağlarda işgal güçlerine karşı direnenlerle saf tutmuşlar. Aileleri köylerde kendileri dağlarda. Hem bıçkı dedikleri kereste işleyen yerde çalışıp hem de civarı işgalcilere karşı koruyan çete hareketine destek veriyorlarmış.

Savaşın son dönemlerinde Yunan askerleri Bursa’nın İnegöl ilçesine kadar gelmişler. Oradan da köylere dek yayılmaya başlamışlar. Erkekler dağlarda vatanları ve onurları için savaşırken, kadınlar çocuklar köylerde hayatlarını sürdürme çabası içindeymişler. Kadınlar ve eli iş tutacak kadar büyüyen çocuklar hem hayvanlara bakıyor hem de ekip dikerek, kendilerinin ve dağdakilerin rızıklarını kıt kanaat da olsa temin ediyorlarmış.

İşgal kuvvetleri askerleri evlere kadar gelip yiyecek ne var ne yoksa alıp gidiyorlarmış o günlerde. Tavuk gördüler mi yakalayıp boynunu kopartıyor hemen kaputunun altına saklıyorlardı diye anlatırdı annem. Herhalde onlar da kumandanlarından çekiniyorlardı yoksa niye saklasınlar derdi. O yıllar annemin çocuk yaşlarda olduğu yıllar. Ama yine de bazı şeyleri çok iyi hatırlıyordu.

Bu arada işgalciler beğendikleri yerlere de yerleşiyorlarmış yavaş yavaş.

Devam edecek…

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *

2 Comments

  • irfan yalçınkaya
    10 Mayıs 2018, 12:15

    mukaddes abla’nın hatıralarını öncelikle dergide yazmaya başlaması güzel bir düşünce
    inşaallah bu yazılar bitince kitap olarak anlam yayınlarından çıkar
    bu anıların başlangıç kısmının bir müsveddesini bir iki yıl önce okumuştum
    hatta isim olarak da "Ercümend Özkan ile Bir Yastıkta Bir Ömür" ismini önermiştim
    Bu ülkenin önde gelen dava adamı ve ekol sahibi insanlarından biri olan Ercümend Özkan’ı bir hayatı paylaştığı eşinin kaleminden okumak ayrı bir şans, mutluluk, güzellik

    REPLY
  • ERSİN ERTUĞRUL SATAN
    18 Ocak 2018, 10:00

    Oldum olası, tecrübenin, şahitliklerin hülasa hayatın birikimlerini paylaşmanın önemine hep inanmışımdır. Ve bu nedenle bu birikime sahip insanların artlarından gelenlere aktarmaları gerektiğini düşünmüşümdür. Zira doğrulara ulaşmak için aynı zamanı, enerjiyi ve hatta hataları işlemenin makul olmadığını düşünenlerdenim.

    O halde doğrulara daha fazla isabet ettiği düşünülen, hikmet ve feraset, fıkıh(ince/keskin) sahibi insanların (malumat/data sahibi olmak değil) yazması elzemdir diyebiliriz…

    Mütefekkir, dava adamı bir şahsın muhterem eşlerinin de bu minvalde anılarını okumak, istifade etmek hayra vesile olacaktır kanatindeyim. Ortada kayda değer bir örneklik varsa, bu iki insanın birlikte "bir" hayatı inşa etmişleriyle ilgilidir.

    REPLY