Rahman’ın sözleri her şeye rağmen birbirimiz üzerinde haklarımızın olduğu, kardeşler olduğumuzun bilinci içerisinde birbirimize tahammül etmeyi, ayrı kaldığımız zamanlarda birbirimizi özlemeyi, karşılıksız sevmeyi, sıkıntılarımızı kendi sıkıntılarımız gibi kabullenmeyi gerektirir.
Vahdet’i, birlik, beraberlik ve dayanışma içinde olma olarak tanımlayabiliriz. Değişik fikir ve inançlara sahip olanların ortak noktalarda birleşmeleri, müşterek noktalarda aynı görüş ve yolu takip etmek için birlik olmalarına denir.
Müslümanlar için Kur’an’a ters düşmeyen metotsal konularda farklı düşünmeleri vahdete engel değildir. Fakat görülen o ki kardeşlerimiz aynı fikirleri paylaşmalarına rağmen farklı yol ve yöntemleri izleme düşüncelerinden dolayı ayrılığa düşebiliyorlar.
O yüzden vahdet her şeyden önce kardeşlerimizin kalbine yerleşmesi gereken bir kardeşlik bağıdır. Duygular bu bağlamda soyutsa zaten bizler bir arada mücadele etmeyi göze alamayız.
Bu bağlamda Müslümanların bir arada iş yapmalarının önünde çeşitli engeller bulunmaktadır. Aslında bu engellerin en önemlisi belki de tek sebebi kişilerin kendileridir. Çünkü insan iyilik ve kötülük yönünü aynı anda içerisinde barındırmaktadır. Ve bu olguları harekete geçiren beslediği yönle ilgili duygular var. Bizlerin dünya hayatına olan bağlılığı, içimizdeki veba gıybet gibi kötü bir alışkanlığa yatkınlığımız, kardeşlerimizde olanı kıskanmaya yatkın olmamız, ihtiraslarımız öne geçme duygularımız, hiç üzerimizde olmadığını düşündüğümüz büyüklenme, kendini beğenmişlik ve Salih amele yüklediğimiz anlamı bir türlü hayatımızda uygulayamıyor olmamız aynı yolun yolcusu olamamamız babında yeterli sebeplerden birçoklarıdır.
İşte bu şekli ile kendimizle doğru bir şekilde ilgilenmeyi ihmal ediyorsak Kur’an’da bizlere hitap eden Allah’ın sözlerinin doğru ya da yanlışlığı ile ilgilenmemeye başlarız ki bu ehli kitabın helak olma sebeplerindendir. Hoşumuza gitmeyen bir sözün söylendiği her ortamdan sonra bizler kardeşlerimiz hakkında kötü propaganda yapmamalıyız.
Malumunuzdur ki hemen hemen hepimiz şu soruyu kendimize sormuşuzdur. Aynı şeyleri dillendirmemize hatta aynı çizgide olmamıza rağmen neden bir arada tek çatı altında tek bir ümmet olma sorumluluğunda bilincinde değiliz? Kur’an’a inandıklarını söylemelerine rağmen Kur’an’ın ayetlerini yaşanır kılmayan, oradaki hükümlerden habersiz birçok gurubu saymaz isek Kur’an’dan haberdar, tevhidi bir bilinç kazanmış toplulukların da tıpkı bu kesimler gibi davranarak tek bir ümmet olma bilincinde uzaklaşmaları anlaşılır değildir. Fakat bu konuya yüce Allah Kur’an’ da açıklık getiriyor.
“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan ‘azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (kitap) verilenlerden başkası değildir. Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe Kendi izniyle eriştirdi. Allah, kimi dilerse onu doğruya yöneltir.” (Bakara–213)
Yüce Rabbimiz kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra ayrılığa düşen bu kimselerin yukarıdaki satırlarda da belirttiğimiz gibi azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden bu duruma düştüklerini belirtiyor. Ve bu kimselerin kendilerine kitap verilenlerden başkası olmadığı gerçeğini bizlere sunuyor. Burada bu büyük vebal herhalde bu toplulukları yöneten otorite sahiplerine düşüyordur. Çünkü kendilerine tabi olan kalabalıkları ihtiras ve kıskançlıklarından dolayı hak olan gerçek olan mesajlar ile baş başa bırakmıyorlar. Hiç şüphesiz bizlere de verilen bir kitap var ve bu Yüce Kitabımız Kur’an’dır. Fakat burada da aynı sıkıntıları görmekteyiz. Özellikle çokça bu kitapta geçen apaçık gerçekleri okumalarına rağmen topluluklarının önderleri olan birçok kimse tek ümmet olmaya razı görünmüyorlar. Umulur ki bu üzerlerinde taşıdıkları birbirlerini kıskanma durumu değildir. Çünkü “Hiç şüphesiz din, Allah Katında İslam’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki “kıskançlık ve hakka başkaldırma” (bağy) yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini inkâr ederse, (bilsin ki) gerçekten Allah, hesabı pek çabuk görendir. (Ali İmran–19)
Hiç kimse hiç birimiz böylesi kötü huyun kendimizde olmadığını ya da olamayacağını düşünmemeliyiz. Çünkü Yüce rabbimiz; ” … Nefisler ise ‘kıskançlığa ve bencil tutkulara’ hazır (elverişli) kılınmıştır. Eğer iyilik yapar ve sakınırsanız, şüphesiz, Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. (Nisa Suresi, 128) diye buyuruyor.
Bu anlamda hepimiz kendimizde gördüğümüz bu tarz duygularımızı kontrol etmeliyiz.
İşte bu yüzden vahdet sadece yüzeysel bir bağ olarak anlaşılmamalıdır. Şunu iyice anlamalıyız ki vahdet bir kardeşlik bağıdır.
Yüce Allah bizler için şöyle söylemektedir.
“ Hep birden Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, bölük bölük olmayın ve anın Allah’ın size verdiği nimeti, anın o zamanı ki düşmandınız birbirinize, kalplerinizi uzlaştırdı, nimetiyle kardeş oldunuz.. İçinde ateş olan bir çukurun tam kenarındaydınız sizi kurtardı ordan. Allah, doğru yolu bulasınız diye delillerini böyle açıklar işte.” (Al-i İmran–103)
Yüce Allah bu ayette hep birden topluca Allah’ın ipine sarılmamızı istiyor. Demek ki bir arada olmamız Allah’ın bize yüklediği sorumlulukları birlikte yerine getirmemiz gerekiyor. Kardeşlerimizle bir arada olmayı noktalamak bize bırakılmış bir mesele gibi görünmemektedir.“ Hep birden Allah’ın ipine sımsıkı sarılın”, ayeti Allah’ın ipine hep birden sarılmayı emr ediyor. Müslümanların, Allah’ın ipine ayrı ayrı değil beraber sarılması gerektiği söyleniyor. Herkesin kendince bir yol belirlemeyip, bölük bölük olup ayrılığa düşmeden kardeşler olarak kalmamızı emr ediliyor.
Kur’an müşrik, kafir kimselere karşı onların yok olup yeryüzünde Allah’ın dini hakim olana kadar savaşı öngörüyor. Fakat Kur’an’da Allah’ın dinine düşmanlık beslemeyen, hatta aynı düşünceleri paylaştığımız kişilere karşı davranılması gereken tavır çok daha farklı belirlemiştir.
Bu kardeşlerimize karşı mücadele ise çok farklıdır. Allah bu konuda çok değişik bir yöntem ve yol göstermiştir. Bu kardeşlerimizle ilişkilerimizde, onları yok sayıp onlarla mücadele etmek yerine aradaki kırgınlığı yok etmeye çalışmalı, müslüman kardeşlerimizle aradaki kini, düşmanlığı, kırgınlığı yok etmeye gayret göstermeliyiz:
“ Ve iyilikle kötülük bir değildir. Aranızdaki düşmanlığı ( kötülüğü) en güzel bir muameleyle defedin, bir bakarsın ki aranızdaki düşmanlık olan kişi, sanki senin en yakın bir dostun olmuştur.” (Fussilet- 34)
Görüldüğü gibi Allah işte böyle buyuruyor, aranızdaki kini, düşmanlığı, kırgınlığı yok etmeye çalışın. Bizler ile ayrılığa düşen kardeşimizin bizi sevmesini istiyor isek, dostumuz olmasını istiyorsak, onunla vahdeti sağlamak peşindeysek, onunla kırgınlık sonrasında kavga halini sürdürmeyi, onun aleyhine çalışmayı, onu itibarsızlaştırmayı ve bizi haklı görmesini istemeyi terk edip onunla iyi geçinerek aradaki husumeti, kırılganlığı yok etmeye çalışmamız gerekmektedir. Elbette bu zor bir iştir herkesin yapabileceği bir çaba değildir. Kur’an, bu konuda da şöyle buyuruyor:
“Bu huy, sabredenlerden başkasına verilmez ve akıldan, tedbirden büyük hisseye sahip olmayanlara bu nasip olmaz.Ve eğer şeytan seni vesveseye düşürür de bu huydan vazgeçirmeye kalkışırsa hemen sığın Allah’a ; şüphe yok ki O her şeyi duyar ve bilir.” ( Fussilet–35–36)
Tabi tüm konuştuğumuz bu konular ile ilgili Müslümanlar kendi duruşları ve Allah adına yapmaları gereken şeyler konusunda kendilerini hesaba çekmeliler. Bu bu tarz bir ayrılığa düşen her iki gurup için de geçerlidir. Kavramlarımızı o kavramlara verdiğimiz değer ölçümüzü yeniden hatırlamalıyız. Bu konu ile ilgili en önemli kavramlarımızdan ahde vefa hatırlanması gereken kavramlardır. O yüzden vahdet ve ayrılıklar konusu düşünülürken, Ahde vefa konusu ile ilgili olarak ciddi manada düşünüp elde ettiğimiz sahih sonuçları hayatımıza doğru aktarma noktasında bilinç düzeyimizi kontrol etmeliyiz. Her iki kesim adına da neden vefasızlık yapabildiğimizi sorgulamalıyız. Bunun nedeni bir şekliyle kendimizi tanımama ya da süreç içerisinde bir diğer kardeşimize ya da Allah’ın sözlerine değer verme yetimizi olumsuz etkileyen sebeplere yenik düşmemiz olabilir. Ahdin ‘verilen kesin söz’, ‘kesinleşmiş taahhüdünü çiğnememek’, ‘kopmamak, vaat edileni yerine getirmede şüphe duymamak’, ‘sıkı sıkıya bağlanmak’ demek olduğu bilincini taşıyorsak ; “Müslümanlar kanlarını birbirlerine bedel sayarlar. Onlar başkalarına karşı tek bir eldirler. En zavallıları bile ortak yükümlülüklerini yerine getirmeye çalışır” (İmam-ı Ahmed) sözü bu kavramı güzel tanımlıyor olsa gerek.
Seyyid Kutub’un tabiriyle; “Evet, Müslümanların en zavallısı bile ortak yükümlülüklerine sahip çıkar, hiçbir Müslüman yapmış olduğu antlaşmayı önemsiz görmez, hiçbir Müslüman kesinleşmiş taahhüdünü çiğnemez” diyor. Anlatılan şey sözlerine sadık kalmak için kanlarını bedel saymak. Başkalarına karşı tek bir el olmak. Bunlar şu anki yaşantımıza baktığımız zaman bizleri değil de ilk nesil Müslümanları tanımlıyor olsa gerek. Bizler için olması gereken bizlere bizden olmayanların yüklediği ödevleri yapmaktan vazgeçip, kardeşlerimiz için çaba sarf etmek, onlarla tek yürek-tek can olmaktır. Bize ait olmayan dünya kazançlarının, rahat yaşam arzularımızın, korkularımızın, kardeşlerimizin farklılıklarına karşı kırılganlıklarımızın kardeşlik ilişkilerimizi yavaşlatmasına izin vermemeliyiz. Çalıştığımız yerlerde yaptığımız işe ya da buralarda kullandığımız iş aletlerine dönüşmemeliyiz. Çünkü makineler ne söz verebilirler ne de sözlerinde durabilirler. Bu sıkı bağlılığımız, ahitlerimizi yerine getirmedeki ısrarımız, toplumlarımızı da iyiye dönüştürmeye yardımcı olacaktır. İşte bu sıkı bağlılık ilk nesil toplumları her yönüyle iyi olana dönüştürmüştür. Rabbimiz Resulüne, sözlerine sadık kalan yol arkadaşlarından razı olduğunu şöyle dile getiriyor;
[EY MUHAMMED,] o ağacın altında sana bağlılıklarını bildiren müminlerden Allah razı olmuştu, çünkü onların kalplerinden geçeni biliyordu; böylece Allah, onlara bir iç huzuru bağışladı ve yakında gerçekleşecek bir zafer[in müjdesi] ile onları ödüllendirdi. (Fetih–18)
Allah onlara iç huzuru bağışladığını söylerken bizlerin neden huzursuz olabileceğine dair ipuçları veriyor. Çünkü O, onların kalplerinden geçeni biliyordu ve onların kalplerinde karşılıksız, pazarlıksız adanmanın olduğunu görüyordu. O halde bir yönüyle mutlu ve huzurlu olmak sadakatimizle, verdiğimiz sözleri ufak bir soruna ya da kazanca satmamamızla da ilgili oluyor. Neden davamızda ilerliyorken zaferler kazanamadığımızın açıklaması da yukarıdaki ayette gayet açık görünüyor. Zaferi geciktiren en önemli sebep kardeşlerimizin birbirlerine olan sadakatlerinde sürekli olamamaları, zaman içerisinde yürüyüşlerine devam edememeleri gibi görünüyor.
O halde konuyu toparlarsak ahit ‘verilen kesin söz’ idi, vefa ise ‘ilgili olmak’, ‘sevgimizi kaybetmemek’, ‘ilişkilerimizi hayatımızın sonuna kadar sürdürmek’ manasına gelir. İlişkilerimizi noktalamak da zaten vefasızlıktır. Burada anlamamız gereken nokta, Allah’a verdiğimiz sözden dolayı oluşacak vefanın, Allah’ın Kur’an’da da belirttiği gibi kardeşlerimizle olan ilişkilerimizle alakalı olduğudur. Yani kardeşlerimizle iyilik adına ahitleşmemiz, onlarla omuz omuza yürümemiz ve sözümüze sadık kalmamız, Allah’a karşı sözümüze de sadık kaldığımız anlamına gelir. O yüzden kardeşlerimizle yaşadığımız sorunlarda kardeşlerimize kırılarak ilişkilerimizi noktalayıp Allah’a havale etme yerine kardeşlerimizle olan sorunlarımızı onlarla çözmeye çalışmalıyız. Yani kaybettiğimiz şeyi kaybettiğimiz yerde aramalıyız. O yüzden dini yalnız bireysel yaşamak gibi bir hatanın içerisinde olmamalıyız. Bu bizlerin vefasızlığını, sözlerimizde sadık kalmadığımızı gösterir. Bir hadiste öteki dünyada, yaptığımız vefasızlığımızın sergileneceği, işaretleneceği bir sondan bahsediliyor. Geri silemeyeceğimiz, düzeltme imkânımızın olmadığı bir son. Resul diyor ki;
“Kıyamet gününde sözünde durmayan her hain için bir sancak (dikilecek) bu filanın vefasızlığıdır, hıyanetidir denilecektir.”
Çok korkunç bir durum. Dileriz ki, Allah bizleri bu sondan korur ve bu kötü alışkanlıklarımızı öteki dünyaya taşımayız. O halde bu dünyada yaşıyorken gururumuzu, şeytanın hilelerini yenip ahde vefa gösterelim ve kardeşlerimizle yeniden samimi dostluklar kuralım. Bunu beceremezsek öteki dünyada zaten istesek de bir arada olamayacağız. Kardeşimizin “kusura bakma, vefasızlık ettik vefasızız işte” sözünü söyleyip çekip gitmesiyle konu kapanmıyor. Yani olay kamusal davaya dönüşüyor. Yargı için konu Rabbimize intikal ediyor. Sonu ne olursa olsun boynumuzu büküp özür dilemeyi ve tövbe etmeyi göze almalıyız. Hatta haklı bile olsak kardeşimizi bu sonla yüzleştirmemek için suçu üzerimize almalı ve onu o sondan korumalıyız. Öfkesi geçtiğinde güzel bir dille uyarıldığında ya da yaptığımız fedakârlığın farkına vardığında kalbi yumuşayacak ve bizleri anlayacaktır.
Zaten Rabbimiz Müminlerin özelliklerinden bahsederken ‘’ Sürdürmelerini istediğim ilişkileri sürdürürler’’ diyor. ‘’Yine onlar, Allah’ın sürdürülmesini emrettiği ilişkileri sürdürürler. Rabblerinden korkarlar ve kötü hesaplaşmadan ürkerler.’’(Ra’d-21) Kardeşlik ilişkilerimizde ‘’sürdürülmesi gereken işler’’ hükmünde olduğuna göre kardeşlerimizle olan İslami hukukumuza son vermek, ilişkilerimizi kesmek bizlere bırakılmış bir mesele olarak gözükmüyor. Eğer tüm bu uyarılara rağmen ilişkilerimizi kendi başımıza Rabbimizin izni olmadan kesiyorsak bu bizlerin Rablerinden korkmayan, öteki dünyadaki kötü hesaplaşmadan ürkmeyen biri olduğumuzu gösterir ki bu bizlerin mümin olarak kalamayacağı anlamına gelir.
Artık vefa ve vefasızlık kavramları üzerinde şekillenen yaşantımızda karar vermek ve kararsızlıklarımızdan bir an önce kurtulmak zorundayız. Umarım Resulün bu sözü bizleri daha dikkatli olmaya sevk eder.
“Emanet ehli olmayanın imanı, ahde vefa göstermeyenin dini olmaz.”
Tercih tabi ki bizlerin. Ama bu sondan korunmak için birbirimize ihtiyacımız var. Ebedi olarak kardeşler olmayı öğrenmek zorundayız. Birbirimizle yaşadığımız her saniyenin, paylaştığımız her sözün birer namusu olduğunu unutmayalım. Sözlerimizin ve dolayısıyla yaşantımıza aktardığımız İslami anlayışın namusunu da korumak zorundayız. Sözlerimizi yerine getirmemizde üşengeç davranmamıza sebep olan ayartıcılara karşı direnen, “hayır” diyebilen bir anlayışa sahip olmalıyız. Onlara verdiğimiz değer bilincimiz öteki dünyada Rabbimizin onlara verdiği kıymet ölçüsü ile aynı olmalıdır. Verdiğimiz sözlerin zaten üç beş kişi olan kardeşlerimizle aynı yolda yürümemize olumlu etkisi olmalı. Yoksa ilişkilerimizde hiçbir geçerliliği, etkisi olmayan bu sözlerin Rabbimiz katında da geçerliliği olmayacaktır.
Bir daha tekrar edersek; Allah’a verdiğimiz sözün geçerliliği kardeşlerimizle olan ilişkilerimizde, ötekilere karşı kardeşlerimizi tercih etmek noktasındaki net duruşumuz çerçevesinde olacaktır. Başkalarının haksız mal kazanımı ve kazanımlarının müstez’afları ezen anlayışlarını temsil eden sefil hayatlarından kendimiz adına pay bekleyen, şeref uman, statü uman bir anlayış çok ahmakça bir düşünüş biçimidir. Kimi kandıracağımızı düşünüyoruz ki? Oysa şeref de, onur da, zorluklara ve sıkıntılarımıza rağmen Allah’tan yana, dolayısıyla kardeşlerimizden yana taraf olmakla eşdeğerdir.
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dostlar ediniyorlar. Acaba onların yanında şeref mi arıyorlar? Oysa şeref bütünüyle Allah’ındır:” (Nisa–139)
Bizleri Allah’ın mesajıyla tanıştıran çıplak, fakir uyarıcılarımıza duyduğumuz sevgi, bize dünyayı va’deden, dünyayı ayaklarımızın önüne sermeyi teklif eden ‘ötekiler’e duyduğumuz sevgiden yüzlerce, binlerce, milyonlarca kat daha değerlidir. Uğrunda zalimlerin ellerini kurutarak ölmeyi göze alabileceğimiz bir sevgi biçimidir bu ve bunu dünyaya sıkı sıkıya sarılarak kölelik yemini etmiş olanlar asla anlayamazlar. Sözlerimiz Allah’a adanmıştır, bu adanmışlığımız kardeşlerimize olan sevgimizde tekrar tekrar dirilecek ve hayat bulacaktır. Bir ömür boyu ahdimize vefa göstermenin şahitliğini yaşayacağız/yaşamak zorundayız. İnanın bu yolda hepimiz birbirimizin en ufak çabasına dahi muhtacız. Ait olma bilincimizi geliştirerek amellerimizi yalnız Allah için yapmaya çaba göstermeliyiz. Eğer bulunduğumuz yolda samimi isek, “‘her şeye rağmen yola devam etmeyi” arzuluyorsak, yaşadığımız sorunlarla Rabbimizin bizleri terbiye ettiği bilincini taşımalıyız. Rabbimiz bizlerde bir şeyleri eksik görmüş ve bizlerin o zafiyetli yönüyle ilgili sorunlarla bizleri baş başa bırakarak gerçeği görmemizi, kendimizi tanımamızı ve sorunlarımızı tedavi etmemizi arzuluyordur. Bir yönüyle sorunlarla yüz yüze gelmek, kardeşlerimizle sorunlar yaşıyor olmak Rabbimizin bizleri sevdiği anlamına da gelir. Bu tarz bir düşünce kardeşlerimizle oluşan sorunlarımızın rahmet olduğu bilinci ile bir arada yol almamıza ve birbirimize tahammül etmemize yardımcı olacaktır.
Rahman’ın sözleri her şeye rağmen birbirimiz üzerinde haklarımızın olduğu, kardeşler olduğumuzun bilinci içerisinde birbirimize tahammül etmeyi, ayrı kaldığımız zamanlarda birbirimizi özlemeyi, karşılıksız sevmeyi, sıkıntılarımızı kendi sıkıntılarımız gibi kabullenmeyi gerektirir. Bu inanış şekli aynı zamanda kendimizde olmayan yönümüzle konuşma dilimizi de etkisiz kılmalıdır. Öyle ki birbirimize karşı söylediğimiz ‘kardeş’ kelimesinin içini doldurabilmeli, bu ifadenin anlamı üzerinde nasıl bir sorumluluk yükleneceğimiz bilgisini kuşanmalı ve bunu pratiğe aktarabilmeliyiz. Böyle bir bilinç taşımıyor ya da bu tarz bir kardeşlik kavramını benimsemiyorsak mümkünse ‘hayali kardeş’ görüntülerimizden vazgeçmeliyiz ki, Rabbimize karşı mahcup olmayalım. Sonra bu yolda sıkıntıları kuşanmış, yürekten Rablerine adanmış az sayıdaki kardeşlerimizi de sıkıntıya sokabilir, onları üzebiliriz. Ama unutmamalıyız ki, kuşanmamız gereken yürüyüş, sıradan insanların bile bizden daha fedakârca bulundukları eylemlerdir. Nazlanan, kendini beğenen, büyüklenen, elde ettiği dünyaya dair kazanımların kendine yeteceğini düşünen kardeşler bir yerde Kur’an’ın değişmeyen mesajıyla baş başa kalıp çok acı çekecekleri bir sonla karşılaşacaklar.
O halde nasıl ki alın terimizle sahip olduğumuz kazançlarımızı kaybettiğimizde ya da yıllarca yemeyip, içmeyip büyüttüğümüz çocuğumuzla ilgili sıkıntılarda, onların yok oluşlarında içten üzüntü duyuyor, sıkıntı çekiyorsak; ayrılığa düşerek vahiy kaynaklı düşüncelerimizi terk ettiğimizde de aynı sıkıntıları duymalıyız. Eğer bu sıkıntıları duymuyorsak, tekrardan pişmanlıkla geri dönüşe yanaşmıyorsak demek ki, gerçekte bu düşünceleri sahiplenmemişiz demektir, bu düşünceler hiçbir zaman bize ait olmamışlardır. Yaşadığımız, ‘İslam’ zannettiğimiz şeyler, o dönemdeki arkadaşlarımızın bizlere gösterdiği ilgi ve alakadan etkilenmişlikle, bizlere söyledikleri övgü dolu sözlerin duygusallığıyla, yardımlaşarak ihtiyaçlarımızı giderme içgüdüsüyle, onların yanında kendimizi güçlü hissetmemizle alınmış fikirlerdir. Yani amellerimizi Allah’a ait kılamamışızdır. Çok fazla edinemediğimiz Salih amellerimizin olmayışı bizi ancak buraya kadar getirebilmiştir.
İnşaallah bundan böyle Rabbimize karşı verdiğimiz sözlerin namusunu koruyabiliriz. Kardeşlerimizle yapmış olduğumuz ahitlerimizi az bir kazanca satmayız. Allah’ın mesajlarıyla bizleri tanıştıran uyarıcılarımıza karşı vefalı olma bilincini kuşanır, dünya kazancının bizleri ayartmasına müsaade etmeyiz. Rabbimiz hepimizi bu dünyada arındırarak sözlerinde sadık, gösterilen her zerre çabaya vefasını gösteren, sevgi besleyen, doğru adımlar atıp iyiye doğru yönelebilen, başı sıkıştığında arakasını dönüp kaçmayan, gerektiğinde hayatını da bedel olarak ortaya koyabilen kullarından eylesin.
Unutmayalım ki kardeşlerimizin birbirlerine tahammül gösterebilmeleri ve vahdeti gerçekleştirebilmeleri günümüzün en zor meselelerinden birisidir. O yüzden bu konuda hepimizin Rabbimizin yardımına ihtiyacımız var. Kardeşlerimiz için dualarımızı eksik etmeyelim.
Selam ve dua ile…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *