Bir Müminin Diğer Bir Mümini Öldürmesi Düşünülemez…

Bir Müminin Diğer Bir Mümini Öldürmesi Düşünülemez…

Şu günler canımızın oldukça fazla yandığı günler olarak tarihe geçecek gibi görünüyor. Amerika ve Batılıların oluştura geldikleri bir dizi plan yine İslam coğrafyalarını kan gölüne çevirmiş durumda. Ve yine her zaman ki gibi bu ülkelerin estirdikleri adalet, özgürlük, demokrasi, ,insan hakları gibi sahte sözlerine aldanan, onların peşinden sürüklenen halkı Müslüman ülkelerin yöneticileri tüm güçleri ile

Şu günler canımızın oldukça fazla yandığı günler olarak tarihe geçecek gibi görünüyor. Amerika ve Batılıların oluştura geldikleri bir dizi plan yine İslam coğrafyalarını kan gölüne çevirmiş durumda. Ve yine her zaman ki gibi bu ülkelerin estirdikleri adalet, özgürlük, demokrasi, ,insan hakları gibi sahte sözlerine aldanan, onların peşinden sürüklenen halkı Müslüman ülkelerin yöneticileri tüm güçleri ile kendi insanlarının üzerine bomba yağdırıyor. Ne yazık ki kendi meselelerimizi de kendimize çöz dürttürmüyorlar.

Biraz daha derinlikli düşünmeye ihtiyacımız var. Kur’an’ın korkmayan yüreklerden okunarak insanlara aktarılması gerekiyor.

O yüzden kendi gerçeklerimizi silip atmadan ne olduğumuzu hangi kültürü miras aldığımızı bilerek olayları yorumlamalı biraz itidalli olmaya özen göstermeliyiz. Müslüman kardeşlerimiz bizler için büyük bir değerdir. Bizlerin kâfirler karşısındaki el ve ayaklarımız öz gücümüzdür. Kendi gücümüzü kendimiz kendi ellerimizle yok edemeyiz. Bir müminin başka bir mümin kardeşini bilerek öldürmesi ise asla düşünülemez.

“Bir müminin diğer bir mümini öldürmesi düşünülemez. Bu ancak yanlışlıkla olabilir…” {Nisa–92} “Kim bir mümini bile bile öldürürse onun cezası içinde ebedi olarak kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lanet yağdırmış ve kendisi için büyük azap hazırlamıştır.”{Nisa–93}

Seyyid Kutup bu ayetleri şu şekilde izah etmektedir: “Bu hükümler dört durumu kapsamaktadır. Üç tanesi yanlışlıkla adam öldürmeyle ilgilidir. Bu da, bir ülkede –İslâm ülkesinde– yaşayan Müslümanlar arasında olabileceği gibi farklı uluslardan oluşan değişik ülkelerde yaşayanlar arasında da olabilecek bir durumdur. Dördüncü durum ise, bilerek adam öldürmeyle ilgilidir. Bunu ise Kur’an’ın üslûbu daha baştan uzak bir ihtimal olarak görmektedir. Böyle bir şey olamaz. Çünkü bu dünya hayatından hiçbir şey, bir Müslümanın bilerek akıttığı diğer bir Müslümanın kanına denk değildir. Dünya hayatındaki hiçbir şey, bir Müslümanın diğer bir Müslümanı bilerek öldürecek kadar aralarındaki ilişkiyi gevşetemez. İslâm, Müslümanlar arasında öylesine sağlam, derin, büyük, üstün ve güçlü bir ilişki meydana getirmiştir ki, hiçbir zaman bu derece tehlikeli bir şekilde zedelenmesine müsaade edilmez. Bu yüzden konuya, yanlışlıkla adam öldürmenin hükümlerinden giriliyor.

“Bir müminin diğer bir mümini öldürmesi düşünülemez. Bu ancak yanlışlıkla olabilir…” {Nisa–92}

İslâm anlayışına göre olabilecek tek ihtimal budur. Aynı zamanda realiteye göre de tek ihtimal budur. Çünkü Müslümanın varlığı diğer bir Müslümanın yanında büyük bir olaydır. Gerçekten büyük bir olay… Son derece büyük bir nimettir. Bir Müslümanın böyle bir nimeti tepmesi, bilerek ve kasten bunu ortadan kaldırmaya kalkışması düşünülemez. Şu unsur… Müslüman unsuru yeryüzünde var olan en üstün unsurdur. İnsanlar içinde bu unsurun üstünlüğünü en iyi algılayan yine kendisi gibi bir Müslümandır kuşkusuz. O halde öldürmek suretiyle bu unsuru yok etmeye kalkışamaz bir Müslüman. Bunu Müslümanlar bilir. Ruhlarında ve duygularında hissederler bu gerçeği. Bunu yüce Allah, bu akide ve bağla öğretmiştir onlara. Onları Resulullah’ın {salât ve selâm üzerine olsun} etrafında birleştirerek yakınlaştırmış sonra da, kalplerini olağanüstü bir şekilde kaynaştıran yüce Allah’ın birliğinde toplamıştır.”

Evrensel hükümleri olduğunu söylediğimiz Kur’an geçmişte yaşamış bir takım olaylara hükümler veren sanki günümüzdeki olaylara karışmayan bir takım kimseleri sürekli haklı gösteren bir Kitap gibi okunmamalı. Eğer böylesi bir yanlışın içerisinde bulunuyor isek bu suçların cezasını hem geçmişte bu suçları işleyenler hem de günümüzde bu suçları işleyen bizler çekeceğiz yani yaptıklarımızdan sorumlu tutulacağız.

Hiç düşündük mü Peygamberimiz (S) ihanet edenler hariç kaç esir yakmış kaç esir öldürmüş. Savaşırken öldürme, katillikten dolayı kısas, zaniye müfteriye sopa, isyancıya ölüm asılma, sürgün, el veya ayaklar çapraz kesilme, nitelikli hırsızlık için de el kesme cezası vardır. Bunun ötesinde Kur’an’da herhangi bir ceza yoktur. Çünkü Peygamber(S) döneminde olduğu gibi esirler bir müddet sonra belki de Müslüman olacak. Böylelikle kardeşlerimiz olacaklar.

“Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: Eğer Allah kalplerinizde hayır olduğunu bilirse, sizden alınandan (fidyeden) daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar. Çünkü Allah bağışlayandır, esirgeyendir.”(Enfal-70)

“Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler”(İnsan-8)

Allah esirler için kalplerinin hayra açılması karşılığında kendilerinden alınan fidyeden daha hayırlı olanın, hidayete tabi olmaları, bulundukları yol üzerinden hicret etmeleri ile Allah’ın onları bağışlamasının daha iyi bir şey olduğunu söylüyor. Asıl olan esirlerin öldürülmelerini herkese kötü bir şekilde sergilemek, başkalarına ibret olsun diye işkence yapmak değil onların hidayetine vesile olmaktır. Çeçen cihadında bunun çok güzel örnekleri sergilenmiştir. Esir alınan Rus askerleri henüz yaşlarının da küçük olması sebebiyle Rus ailelerine kendilerine karşı savaşmamaları tavsiye edilerek teslim edilmiştir. Daha sonraki yıllarda bu askerler ve ailelerinden bazılarının Müslüman olduğu görülmüştür.

Fakat günümüzde bazı şeyler çok değişmiştir. O yüzden Müslümanlar savaş esnasında davranışlarına daha bir dikkat etmeliler. Onların açığını arayan hata yapmasını bekleyen kötü gözler her yeri izlemektedir.

Şunu hatırlayalım ki İslam düşmanları Ehli kitap (Yahudi ve Hristiyanlar) biz Müslümanlardan çok daha üstün teknoloji ve bilgiye sahiptirler. Algı yöntemi ve şehirli olmaları sebebiyle olayları sürekli manipüle ederek gerçek dışı bir kamuoyu oluşturmaktalar. Oluşan bu sahte değerler üzerinden de Müslümanlar bir birlerine zarar vermekte kimi Müslümanlar! bu İslam düşmanı Ehli kitap ile ortaklıklar, koalisyonlar kurmaktadırlar. Bu ve benzeri ilişkiler asla Kur’an’ın kabul etmeyeceği ilişki biçimleridir. Yüce Allah’ın kardeşlerine karşı ihanet edenler ile ilgili hükümleri çok nettir. Umalım ki böylesi bir duruma düşmeyelim.

Kur’an böylesi ikiyüzlü tutumları sergileyenlerin durumlarının tartışılmasını dahi istememektedir.

Kur’an şöyle diyor;

“Niçin münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz? Oysa Allah, onları ikiyüzlü tutumlarından dolayı aşağılığa mahkûm etmiştir. Allah’ın saptırdığını, siz doğru yola mı iletmek istiyorsunuz? Allah’ın saptırdığına sen çıkış yolu bulamazsın.

Onlar kendileri gibi sizin de kâfir olmanızı arzu ederler. Bu yüzden Allah yolunda hicret etmedikleri sürece onlardan hiçbirini dost edinmeyiniz. Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayınız, bulduğunuz yerde öldürünüz, hiç birini dost veya müttefik edinmeyiniz. “(Nisa–88–89)

Bu ayetlerin iniş sebebine kısaca bir göz atarsak konuyu daha iyi anlamış oluruz.

“Avfi ibni Abbas’tan şöyle rivayet eder: Bu ayet, Müslüman olduklarını söyleyen ancak müşriklere yardımcı olan bir kavim hakkında indi. Mekke’den bazı ihtiyaçlarını temin etmek için dışarı çıkmışlardı. “Şayet Muhammed’in arkadaşlarıyla karşılaşırsak onlardan bize bir zarar gelmez” diyorlardı. Müminler bunların Mekke’den çıktıklarını haber alınca, bir grup “Korkakları öldürmek için atlara binin; çünkü onlar, düşmanlarınıza yardım ediyorlar.” Diğer bir grup da “Subhanallah! —veya bunun gibi bir şey söylediler- Hicret edip yurtlarını terk etmediler diye sizin söylediklerinizi söyleyen bir kavmi öldürecek misiniz? Kanlarını ve mallarını helal mi sayacağız?” diyordu. Bu şekilde iki gruba ayrılmışlardı. Bu arada Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) yanlarındaydı; Ancak iki gruptan herhangi birine müdahalede bulunmuyordu. İşte bunun üzerine “Niye münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz?” ayeti iniyor.

Yukarıdaki ayetlerde günümüzde tartışılan birçok konuya ışık tutacak net cevaplar verilmiş. Şunu hiç unutmamalıyız ki İslam adına söylediğimiz sözler bizlerin Müslüman olduğumuzun ispatı değildir. Bu konudaki net ayrım kimlerin yanında yer aldığımızla ilgilidir. Yani bulunduğumuz yer çok önemlidir. Ve Allah (c.c.) bulundukları (Taguti düzenlerden) yerlerden hicret etmeyen bu kimseleri dost edinmemizi yasaklıyor. ’’Bu yüzden Allah yolunda hicret etmedikleri sürece onlardan hiçbirini dost edinmeyiniz.’’ Çünkü ‘’Onlar kendileri gibi sizin de kâfir olmanızı arzu ederler.’’ diyor. Tağuti bir sistemin menfaatleri doğrultusunda izlenecek yolu belirleyen ve bu sistemin güçlenmesi için çaba sarf eden, sözcülüğünü yapan üstelikte bulunduğu yerden hicret etmeyi aklına bile getirmeyen birilerine Müslüman muamelesi yapmak ya da onlara dostça yaklaşmak Allah tarafından yasaklanmıştır. Yine bu tarz olumlayıcı sözler söylemekte ısrar eden Müminler Allah (c.c.) tarafından azarlanmıştır. ‘’Niye münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz? Oysa Allah, onları ikiyüzlü tutumlarından dolayı aşağılığa mahkûm etmiştir. Allah’ın saptırdığını, siz doğru yola mı iletmek istiyorsunuz? Allah’ın saptırdığına sen çıkış yolu bulamazsın.’’ Bu tarz bir ilişki içerisinde bulunan kimseleri onlar kendilerini nasıl bir isme yakıştırırsa yakıştırsın Allah (c.c) münafıklar olarak isimlendirmiştir. Buna sebep olarak ta ikiyüzlü olmalarını göstermiştir. Allah (c.c) Müminlere bu kimselerin münafık ve kâfirler olduklarını bildirmiştir. Bu açık tanımlamalardan sonra bu kimselerin konumları hakkında şüpheye düşmek ve onların işbirlikçi tutumlarını savunmak, onaylamak bizlerinde İslam olma iddiamızı şaibeli hale getirecektir. Bu kimselerin asıl niyetleri konusu ise “Onlar kendileri gibi sizin de kâfir olmanızı arzu ederler.’’ şeklinde belirtilmiştir.

Umarım tüm bu izahlardan sonra Amerikan ordusu içerisinde görev yapan Müslüman(!) askerlerin, Irak’ta ülkelerini işgal eden kâfirlerin isteği ve emirleri doğrultusunda seçimlere gidip hükümet kurup demokrasiyi ikame edenlerin, işgal edilmiş ülkelerini kurtarmak için cihad eden mücahitlere karşı kâfir orduları ile ortak operasyonlar düzenleyenlerin, Afganistan ve Irak’ta sırf iktidarı ele geçirmek uğruna ülkelerini işgale gelen kâfir orduları ile güçlerini birleştirip kendileri gibi(!) Müslüman olan mücahitleri acımazsızca öldürenlerin durumları hakkında fikir sahibi olmuşuzdur. Böylesi kimselerin toplumu manipüle edenlere aldanıp aynı kelimeleri kullanarak kendilerini haklı göstermelerinin Allah katında hiçbir değeri yoktur.

Şunu asla aklımızdan çıkarmayalım ki hiç kimse Allah ve Resulünün(S) belirlediği, yapmamızı emrettiği bir konuda kendi istekleri doğrultusunda fikir beyan edemez. Eğer kendince oluşturduğu fikirlerinin doğrultusunda bir yaşam sürüyorsa bu zaten İslam değildir. Bu yüzden müşrik bir yapıdan hicret etmek ve Müslümanlarla bir arada olmak iman ettiğimizin ispatı bakımdan hayati bir meseledir.

“(Allah’a) Şirk/ortak koşan bir müşrik Müslüman olduktan sonra, kâfirlerden ayrılıp Müslümanlar arasına katılmadıkça Allah, onun hiçbir amelini kabul etmez.( İbnMâce, Hudûd 2, hadis no 2536; Nesâî, Zekât 73, hds. 2558)

Kimler ile aynı dili konuştuğumuzu, kimler ile aynı yorumları yaptığımızı, kimlerin yanında saf tuttuğumuzu bir kez daha düşünmeliyiz. Ehli kitabın oluşturduğu askeri ve düşünsel etkilerinden hicret etmek Allah’ın emrettiği davranışları sergilemek Müslümana yakışan bir duruştur.

Bütün dünyanın terör eylemleri diye lanse ettikleri şeylerin öğreticileri ve bizzat uygulayıcıları yine bu gündemi oluşturan Amerika ve batılılardır. Bunu asla unutmayalım.

Üstelik Amerika ve Batı bu konuda hiç mi hiç masumda değil.

Ne yazık ki biz kendi halkımıza günümüz Ehli kitabın (Yahudi ve Hıristiyanların) geçmişteki ve yakın zamandaki yapmış oldukları katliamları anlatamıyoruz. İşin aslı bu bilgilere kanan büyük bir çoğunluk aslında onlar gibi Ehli kitaplaşmış durumdadırlar.

Yine de biz batılıların o yaptıkları çok acımasız katliamlarını hatırlayalım. Çünkü şuanda Müslümaları terör şebekeleri gibi göstermeye çalışan bu kimselerin neleri gizlemeye çalıştıklarını da görmüş oluruz. Günümüzün fitne yayıcıları geçmişte ve günümüzde işledikleri cinayetlerini, iğrençliklerini yine kendi kaynaklarında vermişler bunları ret etme, saklama gereği bile duymamışlardır.

Haçlı ordusu daha Antakya surları önündeyken başlayan yiyecek sıkıntısı bu noktada had safhaya ulaşmış, Raimundus tarafından belirtildiğine göre, Haçlılar yamyamlık yapmayı mubah gördüler! Tarihçi Radulfus Cadomensis’ de, “Askerlerimiz yetişkin Müslümanları yemek kazanlarında pişirdiler, çocukları şişe geçirip ızgara yaparak yediler” diye yazarak bu korkunç olayı dile getirmiş.

“Anadolu’nun, Rumeli’nin; bu vatanın namusunu müdafaa eden ve bu vatan için çarpışan çocukları, İngiliz eline esir düştükleri zaman doğrudan doğruya Mısır’a sevk edilmişlerdi. Bunları mahsus izhar edilmiş (özel hazırlanmış) bir formüle, muzadı taaffün maddeler içlerine, boyunlarına kadar sokuyorlardı… Fakat Türk çocuğu oraya girince, bir İngiliz neferi (eri) başına dikiliyor ve süngüsünü uzatınca, zavallı yavrucak, başını içeri çekiyor ve iki gözü kör oluyordu. İngilizler böylece 15.000 Türk’ün gözünü çıkarmışlardır…”1

Aslında “Batının zulmünü ve vahşetini anlamak için uzağa gitmeye de gerek yok. Yakın tarihe bakmak yeterlidir. İngilizler, Hindistan’ı sömürgeleştirdikleri sırada kendi tekstil mallarını korumak için yerli olan Hint kumaşının üretimini ve satışını tamamen yasaklamak amacıyla sömürge valisinin emriyle tam kırk bin Hintli tekstil ustasının kollarını kesti. Marx’ın ilericilik ve komünizm adına onayladığı bu vahşeti, gerici ve kapitalist olduğu halde onaylamayan William Bolts (Hollandalı 1740-1808) , Hindistan’lı dokuma işçilerinin salt el tezgâhlarında yerli kumaş üretemesinler de fabrika işi İngiliz kumaşlarında Pazar açılsın diye parmaklarının kesilmesine isyan ederek, bu vahşeti yapan İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nden ayrılmıştır. Hindistan’da Doğu Hindistan Şirketi’nin yönetim kurulu üyeliğini yapan William Bolts, Hintli dokumacılara uygulanan vahşete dayanamayıp şirketten ayrıldıktan sonra, İngilizlerin Hindistan’da yerli dokumacılığı öldürmek için yaptıkları her şeyi ilk basımı 1772’de Londra’da yayınlanan “Considerations on İndiaAffairs” adlı kitabında belgeleriyle anlatmıştır.

“Fransızlar da, sömürmek için gittikleri Cezayir’de direnişle karşılaşınca halkın kanına girmişler; çoluk çocuk Cezayirlilerden oluşan on binlerce insanın kulağını kesip içki fıçılarına doldurmuşlardır. İçkilerini Müslümanların kulaklarının olduğu şekilde içmişlerdir. Yapılan katliamlar sonucunda tam 1,5 milyon Müslüman katledilmiştir.

Sovyetler Birliği de, sömürmek üzere gittiği Afganistan’da 1,5 milyon Müslüman’ı şehit etmiştir. Ama burayı sömürmeyi başaramamıştır.

Sırplar da esir aldıkları Boşnak sivil ve askerleri kurşuna dizip öldürdükte sonra üzerlerine asit dökmek suretiyle tanınmamalarını sağlamak için de üzerlerine beton dökerek kazdıkları kuyulara atmışlar.

Şimdilerdeyse, Irak’ı kontrol altına almak isteyen büyük şeytan Amerika’nın “Oraya insan haklarını, demokrasiyi getireceğiz” vaatleriyle işgal ettiği Irak kuklaları tarafından yönetilmeye devam ediyor. Bir farkla ki şuanda oldukça sıkışmış durumdalar. Yönetimlerini kabul etmeyen halk kendilerine yakın gördükleri silahlı direnişçiler ile ayaklanmış durumdadır. Tabii ki, Amerika o dönem Irak’ı işgal etmekle kalmadı. Üzülerek söylemeliyiz ki, bacılarımızın namusunu kirlettiler, dünya seyrederken kardeşlerimize bin bir türlü işkenceyi yaptılar. Ebu Gureyb hapishanesinde gizli işkence odalarında yüzlerce, binlerce suçsuz tutuklu Iraklı insanlık dışı işkencelere maruz kaldı. Bütün bunlara rağmen Amerika Irak’ta Vietnam’daki gibi batağa battı. İstediği sonucu alamadı. Biz yakın tarihten biliyoruz ki, Vietnam’a işgale giden emperyalist Amerika, Vietnam ordusunu yenilgiye uğratamayacağını anlayınca orayı bombalamaya başlamıştı. Kimyasal silahların da kullanıldığı bu savaşta 2 milyona yakın Vietnamlı ve 50 binden fazla Amerika askeri ölecekti. O dönemde de ABD Irak’ta da Vietnam türü bir bombalama harekâtı başlatmış. Hedef saptamadan, çoluk çocuk demeden rastgele evleri bombalamıştır. İşte Iraklı küçük Zeynep’in çığlığı! Azıcık vicdanı olan, bu küçük kızın feryadına kulak versin. İşte o minicik kızın dudaklarından çıkan büyük sözler: “Demokrasi bizim eve de isabet etti. Bir gün sonra anladım koptuğunu ayaklarımın. Tam on sekiz adet insan hakları saymışlar vücudunda babamın. Annem yoktu zaten ben doğarken ilaç yokluğundan ölmüş. Ambargo dediler ya…’’ işte demokrasi, insan hakları böyle girdi oyun yaştaki Iraklı çocukların hayatına. Onlara açlıktan, hastalıktan, kandan, ölümden ve tutsaklıktan başka bir şey getirmedi. İnşallah mazlumların bu feryatları zalimlerin sonunun geldiğinin işaretleri olacaktır.

Çünkü;

“Allah iman edenlerin velisidir, Onları zülumatlardan (karanlıklardan) nura çıkarır. Küfredenlerin velisi ise tağuttur, Onları nurdan zülumatlara çıkarır. İşte onlar cehennem halkıdır. Orada ebedi kalacaklardır’’(Bakara-257).

Hemen her konuda aslan kesilen dünya halkları nedense bu işgali, bu zulmü görmemek için kör; duymamak için sağır kesilmişti. Emperyalist Amerika, Irak’ı işgal etmekle kalmadı, Müslümanların tarihi ve kültürel değerlerini, sanat eserlerini, ibadet yerlerini yerle bir ettiler. Dağılmış yürekleri tarumar ettiler. Bilinçleri köreltip ümmeti dünyadan,  gündemden habersiz, ölü bir bedene çevirdiler.

Küfür tek milletse Müslümanlar da bir vahdet etrafında birleşmeliler. Bir beden olan ümmetin bir yerinde bir ağrı, bir sızı varsa tüm Müslümanlar bu elemi kendi içlerinde hissetmeliler.

“Size ne oluyor da Allah yolunda ‘Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar. Katından bize bir yardımcı lütfet.’ diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğruna savaşmıyorsunuz?’’(Nisa/75)

Ayeti de hatırlanmalıdır.

Neticede işgalci tağuti güçler, sözde demokrasi, özgürlük, insan hakları götüreceğiz, dedikleri yere şu acı tabloyu bırakarak terk ediyorlar: Harabeye dönmüş evler, açlık ve susuzlukla kıvranan aileler, ilaç ve gıda yokluğundan ölmüş bebeler,  zulüm ve işkenceye uğramış insan bedenleri, talan edilmiş yuvalar, çaresiz boynu bükük insanlar ve yağma edilmiş şehirler… İşte batı medeniyetinin yaptıkları ve ardından kalan acı bilançolar… 2

Ne yazık ki biliç üretemeyen bir topluma dönüşmüş durumdayız. Bunca yapılan zulüm sanki zulümleri Müslümanlar yapıyormuş gibi tersinden gündeme dönüşüyor. Bağımsız medya kaynaklarımız çok kısıtlı. Tembelliğe alıştırılmış Müslümanlar doğru bilgilere ulaşmaya da çalışmıyorlar.

Bu günlerde Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Avrupa’nın desteklediği terörist Hıristiyan çeteler yakaladıkları Müslümanların kafasını kesiyor ve çukura atıyor.

Ancak tam kesmiyorlar ve çukurda can çekişmelerini seyrediyorlar.

Irak ve Suriye’de Amerika ve batılı ajanların kafa kesme görüntüleri ile ortalığı ayağa kaldıran Batı bu görüntüleri görmezden geliyor.

Hatta Müslümanlar bu gibi durumlardan tek bir söz dahi etmiyorlar. Amerika ve Batı hangi gündemin konuşulmasını istiyorsa onu konuşuyor, onların söylemlerini yayıyorlar.

Aslında İslam coğrafyalarında olan bu meseleler Ehli kitabın(kâfirlerin) meseleleri değil. Tüm bunlar kendi aramızda çözmemiz gereken sorunlardır.

Kur’an bu konuda şöyle söylemektedir.

“Eğer mü’minlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah’ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever.
Muhakkak mü’minler kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki size rahmet edilsin.(Hucurat-9-10)

Muhakkak müminler kardeştir. Aralarını düzeltmekte kâfirlere değil biz Müslümanlara düşen görevlerdendir. Eğer savaşan Müslümanlar böylesi hatalar içerisinde ise hiç kimse bunu kâfirlerin stratejik ortaklığını yapıp onlar ile ordularını birleştirip bu Müslüman savaşçıları öldürerek yapmamalıdır. Bu mesele başkalarını ilgilendiren bir mesele değil Kur’an hakem kılınarak çözülecek bir meseledir. Tabi tarafların niyeti gerçekten İslam ve onun hâkimiyetini istiyor olma meselesi ise.
Tabi  “Bu ayette, Müslümanlardan iki taife “vuruştuklarında” değil, “vuruşurlarsa eğer” denilmiştir. Bu ifade biçiminden Müslümanlar arasında bir savaşın çıkmasının, Müslümanların birbirine düşmelerinin tabii ve olağan olmadığı anlaşılmaktadır. Fakat böyle bir olay vuku bulursa eğer, bu konuda nasıl bir tavır alınacağı ortaya konulmaktadır. Ayrıca ayette “Fırka” yerine “Taife” kelimesi kullanılmaktadır. Arapça’da “Fırka” kelimesi büyük bir kitleyi tanıtmak için, “Taife” kelimesi ise, küçük bir topluluğu tarif etmek için kullanılır. Bu kullanımdan, Allah nezdinde Müslümanların aralarında büyük kitleler halinde çarpışmalarının hoş karşılanmayacağı ve bunun çok çirkin bir olay olduğu anlaşılmaktadır.

Bu emrin muhatabı, vuruşan iki grubun dışındaki, bu iki grubu barıştırma imkânına sahip tüm Müslümanlardır. Diğer bir ifadeyle, Allah katında, Müslümanların içlerinde vuruşan iki grubu öylece seyretmeleri hoş görülmez.

Bu üzücü hadisenin meydana gelmesi halinde, tüm Müslümanlar bu olayın ızdırabını içlerinde duymalı ve onların aralarını bulmak için gayret göstermelidirler. Savaşan muhalif gruplara Allah’tan korkmalarını telkin etmeli ve tarafların ileri gelenleriyle irtibat kurarak, savaşın sebeplerini araştırmalı, her türlü gayreti göstererek onları barıştırmaya çalışmalıdırlar. fakat şuan böylesi bir ızdırap yerine en kolayından karşı taraftaki Müslümanlar tekfir edilerek işin içinden çıkılmaktadır. Bu çok hatalı bir okumadır. Yani Müslümanlara, kendisine saldırılan tarafa saldırmak veya saldırılan, mazlum olan tarafı kendi haline bırakmak ya da saldıran tarafı desteklemek yakışmaz. Hele ki kâfirler ile güçlerini birleştirip onlar ile ortaklıklar kurup saldırılar gerçekleştirmek hiç yakışmaz. Şayet tarafları barıştırmak mümkün olmuyorsa, o takdirde haklının ve haksızın kim olduğu araştırılmalıdır. Sonra da hak üzerinde olana yardım edilip, zulmeden tarafa engel olunmalıdır. Fakat bu kendi gücümüz ile olmalı ve başka bir ideolojinin İslam dışı bir sistemin hâkimiyeti üstün kılınması adına yapılmamalıdır. Zulüm eden tarafa yine Müslümanlar İslam adına engel olmalıdır. Çünkü bu, Allah’ın bir olması dolayısıyla vaciptir ve bu gaye uğruna savaşmak cihad kategorisine girer. Ancak bu Hz. Peygamber’in (s.a.) işaret ettiği “Ayaktakinin yürüyenden, oturanın ayaktakinden hayırlı olduğu” bir fitne bölümüne girmez. Çünkü Hz. Peygamber’in (s.a.) işaret ettiği fitne ile Müslümanların asabiyyet ve cahiliyye davası için veya dünya menfaatleri uğruna savaştıkları ve her iki tarafın da haksız olduğu bir durum kast olunmaktadır. Oysa haklı olana yardım edip, mütecaviz tarafa karşı savaşmak bu tür bir fitne tanımına uymaz. Tam aksine böyle davranmak, Allah’ın emrine uymak demektir ve tüm İslam hukukçuları bu müdahalenin vacip olduğunda görüş birliği içindedirler, sahabe arasında da bu konuda ihtilaf yoktur. (Ahkamu’l Kur’an, Cassas)

Bu emrin muhatabı, bu zulmü ortadan kaldırabilme imkânına sahip her Müslümandır.
Bu ifadeden de anlaşıldığı gibi müdahale emri, asi ve başkaldıran gruba bir ceza değildir. İstenilen onların saldırılarının engellenerek, Allah’ın Kitabı’na ve Hz. Peygamber’in (s.a.) Sünneti’ne göre hak olanı kabul etmek ve saldırıdan vazgeçmektir.

Hucurat suresi 10.ayetinde tüm Müslümanlar ailemiz olarak görülmüştür. Bizlerde bu ailenin birer fertleri gibi davranmaya özen göstermeliyiz.

Bu ayet yeryüzündeki tüm Müslümanları evrensel bir ailenin bireyleri olarak ilan etmektedir. Bu Müslümanlar arasında bulunan kardeşlik öyle bir nimettir ki, hiçbir dinde bir örneği bulunmamaktadır. Bu hususun önemi ile alakalı olarak Hz. Peygamber’den rivayet edilmiş birçok hadis vardır. Olayın ruhunun tam olarak kavranılması için biz bu hadisleri aşağıda zikredelim:

Cerir b. Abdullah, Hz. Peygamber’in (s.a.) , “Birincisi namaz kılmak, ikincisi zekat vermek, üçüncüsü tüm müslümanlar hakkında hayır dilemek olmak üzere üç hususta kendisinden biat aldığını” söyler (Buhari, Kitabu’l-İman.)

İbn Mesud, Hz. Peygamber’in(s.a.), “Bir Müslümana sövmek fısk, ona karşı savaşmak ise küfürdür” diye buyurduğunu rivayet eder. (Buhari, Kitabu’l-İman, İmam Ahmed aynı konuda başka bir hadisi Said b. Malik’in babasından nakletmiştir.)

Ebu Hureyre’den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber, “Bir Müslümana, başka bir Müslümanın canı, malı ve ırzı haramdır” buyurmuştur. (Müslim, Tirmizi.)

 

Ebu Said Hudri ve Ebu Hureyre’den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Müslüman Müslümanın kardeşidir ve Müslüman kardeşine zulmetmez, onunla dost olmaktan vazgeçmez, onu zelil etmez. Bir kimse için, bir Müslüman kardeşini hakir görmek kadar büyük bir kötülük yoktur.” (Müsned-i Ahmed)

Selh bin Sa’d es-Saidi’nin Hz. Peygamber’den rivayet ettiğine göre o, şöyle buyurmuştur: “Bir mü’minin cemaat ile münasebeti, baş ile bedenin irtibatı gibidir. Öyle ki, mü’min, cemaatinin çektiği eziyeti, bedenin bir uzvunun çektiği ızdırabı baş nasıl duyuyorsa, aynen öyle duyar.” (Müsned-i Ahmed) .

Benzeri bir hadis daha vardır: Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Mü’minler, aralarındaki sevgi, bağlılık ve birbirlerine merhamet ve şefkat duymak bakımından tıpkı bir bedene benzer. Şayet bedenin bir uzvu zarar görecek olursa tüm beden bundan rahatsız olur ve uykusuz kalır.” (Buhari, Müslim)

Başka bir hadiste, Hz. Peygamber’in (s.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Müminler birbirlerine bir duvarın tuğlaları gibi bağlıdırlar.” (Buhari, Tirmizi) .” 3

Hemen şunu da hatırlatalım ki her kim olursa olsun bazı kimselerin başlarının kesilerek dünyaya izlettirilmesi, teşhir edilmesi çok çirkin bir davranıştır. Bu savunulacak haklı bir davranış değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) ölülerin cesetlerine dokunmaktan (onların uzuvlarını kesmekten) men etmiştir. Nitekim bir defasında Hz. Ebu Bekir, kendisine bir Rum Patriğinin kesilmiş başı getirildiğinde çok öfkelenerek “Bize Rumları ve İranlıları taklit etmek yakışmaz” demiştir. Şayet böyle bir davranış kâfirlere reva görülmemiştir. Müslümanlara da reva görülmeyeceği ortadadır.

Savaş meselesinin barış dönemlerinden çok farklı olduğu anlaşılmaktadır. O yüzden böylesi olayları değerlendirirken bazen çok hafif basit ifadeler ile olayları oturduğumuz yerden değerlendirmiş olabiliriz. Fakat olayları geçtiği zaman dilimi ve şartlarında değerlendirmek daha doğru olacaktır. Yapılan savaşta Müslümanların nasıl davranacaklarını Allah belirlemiş ise buna iş hoşumuza gitse de gitmese de razı olmak zorundayız.

Eğer ki Yüce Allah; “Fitnenin kökü kazınıp Allah’ın dini kesinlikle egemen oluncaya kadar onlarla savaşınız. Eğer yaptıklarından vazgeçerlerse, hiç şüphesiz Allah onların ne yaptıklarını görür.” (Enfal-39)

“Ey peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla savaş, onlara karşı sert ol, onların varacakları yer cehennemdir, orası ne kötü bir varılacak yerdir. (Tevbe-73)diyorsa bizler kâfirler ile savaşmaktan geri duramayız. Ve savaşın çok kızıştığı bir döneminde kâfirlere yumuşak davranamayız. Ancak Allah ve Resulünün yasakladığı aşırılıklar ve çirkin olarak görülen davranışlardan uzak durabiliriz.

Amerika ve Batılıların Müslümanların taraf olduğu savaşlarda algı yöntemi uygulanarak yapılan şeyleri farklı göstermeleri, Müslüman savaşçıların yapmadıkları şeyleri dahi yapıyormuş gibi göstermeleri onların haklı olduğunu göstermez. En doğrusunu Allah bilir. Üstelik Müslümanlar her duydukları şeye inanmaktan vaz geçmeliler. Haberlerin hemen hemen tamamının Ehli kitaptan( Yahudi ve Hıristiyanlardan) geldiğini unutmadan bu haberlerin doğruluğunu araştırmalılar. Ve Müslümanlar hakkında ellerinde hiçbir kanıt yok iken onları yerici/suçlayıcı şekilde konuşmamalılar. Böylesi şeylerden öteki dünyada sorumlu tutulacağımızı unutmayalım.

Yüce Allah bu konuda ”Ey inananlar! Size fasık (yoldan çıkmış) bir adam bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.(Hucurat-6) diyor.

“Yüce Allah burada emrini fasıkın getireceği haberin araştırılmasına özel kılıyor. Çünkü onun getirdiği haberin yalan olması muhtemeldir. Sonra, İslam toplumunda o toplumu oluşturan kişilerin arasında birbirlerine iletmiş oldukları her haber konusunda bir şüphe yayılmaması gerekmektedir. Yoksa Müslümanlar arası bilgi akımı felç olmaya yüz tutar. İnanmış bir toplumda asıl olan, fertlerinin güvenilir ve birbirlerine iletmiş oldukları haberlerin inanılır ve kabul edilir olmasıdır. Oysa fasık, getirmiş olduğu haberin doğruluğu ortaya çıkana kadar şüphe altındadır. Ve bu prensip ile toplumun durumu düzgün hale gelir, kendisine ulaşan haberi alıp reddetmekle orta yolu bulur toplum. İslam toplumu bir fasıkın getirdiği habere dayanarak, hemen acele ile o haberin gereğini yapmaya kalkışmaz. Çünkü bilmeden ve acele ile o topluma zarar verebilir. Sonra da yüce Allah’ı gazaplandıran bir hareketten ve acele ile Hak ve Adaletten uzaklaşmasından dolayı pişmanlık doğar.”4

İnşallah Yüce Allah bizlere doğru bir kavrayış nasip eder. Hikmeti bizlere de verir. Olayları nefislerimize hoş gelene göre yorumlamaz hakkı ayakta tutanlardan oluruz. Bu günler oldukça kördüğüm olmuş meselelerin konuşulduğu günlerdir. Bir guruba bir topluluğa haksızlık yapacak onları zarara uğratacak delilsiz mesnetsiz konuşmalarımızdan vazgeçmeye çalışalım. Doğruyu da her daim ayakta tutalım. Kâfirlerin haber kaynaklarından bilgi yaymayı bırakalım. Kâfirlerin Müslümanlara yaptıkları zulümleri de görelim gündemimize bunları alalım. Bir topluluğa çabucak kâfir demek gibi bir hafiflik içerisinde bulunmayalım. Allah en doğrusunu bilendir. Hepimiz hakkında hükmü O verecektir. Biz kendi hükmümüzün ne olacağının endişesini çekelim. Allah kâfirlere karşı haklı davaları uğruna savaşan tüm Müslüman savaşçıları korusun onlara sabırlar versin.

Selam ve dua ile…

Dipnotlar

1 Cemalettin Taşkıran: I.Dünya Savaşı’nda Türk Esirleri Ana Ben Ölmedim  S:143-147

2 Yusuf Karagözoğlu: Batının Medeni Vahşeti, Makale

3 Tefihimu’l Kur’an, Mevdudi, Hucurat;9 ve 10. Ayetlerin Açıklaması

4 Fizilalil Kur’an, SeyyidKutub, Hucurat -6. Ayet Açıklaması

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *