Tasavvufu tasavvuf yapan vahdet-i vücud, hulul, fenafillah gibi inançlar, kadim zamanlardan itibaren çeşitli felsefi ve mistik öğretiler içerisinde yaşatılan inançlardı.
Öncelikle tasavvufu doğru konumlandırmak gerekir. Tasavvuf temelde İslami bir disiplin olup sonradan menşeinden saptırılan bir anlayış mıdır, yoksa İslam’ın dışında, kendine has inanç, ibadet ve ahlak anlayışı bulunan farklı bir dünya görüşü müdür? Bu durumu tesbit etmeden yapılacak tüm tasavvuf değerlendirmeleri eksik kalmaya mahkumdur.
Bu temel soruyla klasik ve güncel tasavvuf kaynaklarına ve tasavvufi pratiklere yaklaştığımızda, tasavvufun temelinin, iddia edildiği gibi takva ve ihlas gibi Kur’ani kavram ve pratiklere değil, kainata, “Tanrı”ya ve hayata dair antik çağlardan bu yana var olagelen bir algı biçimine dayandığını görürüz. Bu algı biçiminin, hakikat bilgisi yani ilim anlayışından akideye, amelden ahlaka kendine münhasır bir dünya görüşüne sahip olduğu müşahede edilmektedir. Dolayısıyla tasavvuf, İslam’dan bir sapma değil, temel değerleri itibariyle İslam’la çelişen bir ayrı dünya görüşüdür. İslam ve tasavvufun ilim anlayışları da, bu ilim anlayışları üzerine bina edilen akide anlayışları da ve dolayısıyla ameli ve ahlaki alandaki önermeleri de köklü farklılıklar göstermektedir.
Bilindiği gibi İslam’a göre Peygamberler dışındaki insanlar için ilim kesbîdir. Yani ilim Yüce Allah tarafından vahiy yoluyla sadece Peygamberlere bildirilmekte, Peygamberler dışındaki insanlar bu ilmi, ilmin yazılı olduğu Kitabullah’ı okumakla ve Peygamberin o Kitab’a dayalı yaşantısını örnek edinmekle, bu alanda çaba göstererek kazanmaktadır. Bundan sadece Peygamberler müstesnadır. Peygamberlerin imi vehbîdir. Onlar ilmi doğrudan Yüce Allah’tan almışlardır. Tasavvufa göre ise ilim vehbîdir.
Tasavvufta bilginin taşıyıcısı olmaktan öte bilginin / hakikatin temsilcisi hatta kaynağı görülen şeyhler, gavslar ve kutubların, ilmi keşf, marifet, ilham gibi yollarla doğrudan kaynağından, yani Yüce Allah’tan aldıkları iddia edilmektedir. Klasik ve güncel tasavvufi kaynaklar bu anlayışın örnekleriyle doludur. Ki birçok tasavvufi kaynakta, o kaynağın Âlemlerin Rabbi tarafından indirildiği, yazdırıldığı, ilham edildiği gibi ifadeler yazılıdır. Toplumumuzda yaygın olarak kabul gören Celaleddin Rumi’nin Mesnevi’si ile Said Nursi’nin Risaleler’i bu iddianın açıkça dile getirildiği eserlerdendir.
Vehbî ilim anlayışı tasavvufun temelini teşkil ettiğinden, tüm tasavvufi çevrelerde bu anlayış kendini göstermektedir. Mesela senet ve metin tenkidi usülleri üzerinden yapılması gereken haid rivayetleri değerlendirmelerinin bile tasavvufi eserlerde “keşf ve marifet bilgisi” yoluyla yapılması sıkça rastlanan bir durumdur. Uydurma olduğu bilinen çeşitli rivayetlerin, tasavvufi eserlerde bu yolla savunulduğu bilinmektedir. İsmail Hakkı Bursevi’nin “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmemi istedim. Halkı bilinmem için yarattım” şeklindeki uydurma rivayet konusundaki değerlendirmesinde (!) olduğu gibi: “Keşf ehline göre bu hadisi şerif sahihtir. İsterse hadis ezbercilerine göre sahih olmasın. Zira keşf ehli olanlar bizzat Peygamber efendimizden alır söylerler. Hadis ezbercileri ise nakil yolu ile rivayet ederler.” Rabbani’nin, İbn Arabi’yi eleştirirken dile getirdiği “İbn Arabi’nin hak ehline aykırı görüşlerinin çoğu, manevi müşahedemizde (keşfimizde) hatalı görüldü” ifadeleri de bu konuda ilginç bir örnektir.
İlim, yani hakikat bilgisinin kaynağı konusunda İslam’dan bu şekilde temelden ayrışan tasavvufun, başta Allah inancı, Peygamber inancı, vahiy inancı olmak üzere inanç konularındaki yaklaşımları da İslam’dan temelden farklılık göstermektedir.
“La mevcude illallah” cümlesiyle ifade olunan Vahdet-i Vücud inancı, fenafillah, hulûl gibi inançlar, Tasavvufçuların nasıl bir Allah inancına sahip olduğunu ortaya koyan inançlardır. Bu konuda “Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm” dizeleri” ve bunun güncel versiyonu olan ve meşhur bir medya şeyhi tarafından dillendirilen “Tecelligahta büyük zatlara göründü. Ne diyor: Ete kemiğe büründüm Mahmud diye göründüm” ifadeleri tasavvufçuların Allah inançlarını ortaya koymaktadır. Yaşarken ve öldükten sonra kainatta ve insanlar üzerinde tasarruf sahibi olduğuna ve insanlarla Allah arasında aracılık yaptığına inanılan “kutblar”a, “gavslar”a dair kabulleri de tasavvufun Allah inancının, İslam’ın Allah inancıyla hiçbir şekilde bağdaşır olmadığını ortaya koymaktadır.
Tasavvufun Allah inancı, emirlerine tabi olarak rızası aranacak ve vaat ettiği cennet nimetine ulaşılmaya çalışılacak olan İslam’ın İlah’ı değil, seyri sülukla kendisinde ulaşılmaya, kendisinde fena olunmaya çalışılacak, kendisiyle bütünleşilip yok olunacak bir ilah inancıdır. Tabii ki bu ilah, asla İslam’ın tanıttığı el-İlah olan Yüce Allah değildir. İslam’da, Peygamberler dahil tüm insanlar için ebedi kurtuluş olarak cennet nimeti vadolunurken, tasavvuf bu nimeti küçümsemekte ve “Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri, isteyene ver sen onu, bana seni gerek seni” diyerek Allah’ta yok olmak gibi bâtıl bir hedefe yönelmektedir.
Tasavvufun Peygamber inancı ile İslam’ın Peygamber inancı da taban tabana zıttır. İslam, peygamberlerin insanalr içinden birer insan olduklarını, gaybı bilemeyeceklerini, hidayetin kaynağı olmadıklarını, ölümlü olduklarını, kısacası Allah’ın kulu ve rasulü olduklarını belirtir. Oysa tasavvufun Peygamber anlayışı, insanüstü, kainatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, hayattayken de ölümünden sonra da insanlar üzerinde gaybi tasarrufta bulunabilen insanüstü bir varlıktır. Hakikati Muhammediye inancıyla, yani Allah’ın dışında hiçbir şey yokken ilk yaratılanın Hz. Muhammed’in nuru olduğu inancıyla, yarı-ilah bir peygamber anlayışı üretilmiştir.
Hakikat bilgisi (ilim) konusunda olduğu gibi, vahiy inancında da tasavvuf keşf, marifet, ilham iddialarıyla İslam’dan temelden ayrışmıştır.
Amel ve ibadet alanında da İslam ve tasavvuf iki farklı dünya görüşü olarak karşımıza çıkmaktadır. Riyazetiyle, zikr adı altında ortaya koyduğu ayin biçimleriyle, rabıtasıyla, şeyhlere tazim ve şeyhleri, kutubları duada aracı kılmak, hatta ruhaniyetlerinden yardım talep etmekle ayrı bir dünya görüşü olarak karşımıza çıkmaktadır tasavvuf.
İslam’ın ahlak anlayışıyla tasavvufun ahlak anlayışı da tamamen farklıdır. İslam’a göre ahlak, Allah’ın sınırlarına riayet ederek, Hz. Peygamber’i örnek alarak hareket etmektir. Tasavvufun ahlak anlayışında ise öne çıkan hususlar, şeyh-mürid ilişkilerinde müridin nasıl davranması gerektiği, şeyhine tam teslimiyeti nasıl yerine getireceğine dair öğretilerdir. “Mürid, şeyhinin elinde gassalın elindeki meyyid gibidir” düsturu, tasavvufi ahlakın en temel öğretilerindendir. Bu konuda Tasavvufi Ahlak adıyla kaleme alınmış olan eserlerde ibretlik anlatımlar vardır.
Dolayısıyla tasavvufu tasavvuf yapan zühd, riyazet gibi ameli fiilleri değildir. İtikadi kabulleridir. Dolayısıyla ilk dönemlerde zühd anlayışına yönelen Müslümanların bu yanlış yönelimleri tasavvufa yönelim değil, İslam’ın bütünlüğünü kavrayamamanın neticesi olarak değerlendirilmelidir.
Tasavvuf, ilk defa İslam toplumu içerisinde doğmuş bir anlayış değildir. Tasavvufu tasavvuf yapan vahdet-i vücud, hulul, fenafillah gibi inançlar, kadim zamanlardan itibaren çeşitli felsefi ve mistik öğretiler içerisinde yaşatılan inançlardı. Dolayısıyla ancak tasavvufun İslam toplumuna etki ve sirayet etmesinden, İslam’la sentezlenerek yeni bir biçimde tekrar ortaya çıkmasından söz edilebilir.
Bu noktada, tasavvufun İslam’dan farklı ayrı bir dünya görüşü olarak kendini göstermekle birlikte birtakım İslami inanç ve kavramları da bünyesinde barındırdığını belirtmemiz gerekir. Zaten tasavvufun kitlelerce İslami bir disiplin olarak algılanmasının sebebi de budur. Ancak şu da bir gerçektir ki tasavvuf, İslam’dan aldığı inanç ve kavramları asli anlamlarından tamamen kopararak onlara kendi felsefi yapısı çerçevesinde yeni anlamlar yüklemiş ve böylece kendisine İslami açıdan meşruiyet sağlamaya çalışmıştır. Kısacası tasavvufu, İslam’ın yapıtaşlarıyla İslam’ın arsasına inşa edilen kaçak bir bina olarak nitelendirmek haksızlık olmayacaktır.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *