Toplumlarımız bugün, ne yazık ki; açıkça manipülasyon nesnesi haline getirilmiştir. Kitlelerin duygu ve düşünceleri kitle iletişim araçları tarafından dayatılmaktadır. Hangi konuda ve nasıl düşüneceğimiz önceden belirlenebilmektedir.
Doğu ile Batı, modernite ile gelenek arasında sıkışıp kalan İslam Dünyası toplumları/kültürleri, meşruiyet kurmakta zorlanıyor, hangi meşruiyet kaynağına yöneleceğine bir türlü karar veremiyor. Bu ülkelerin kültürel ve siyasal kimlikleri, büyük ölçüde belirsizlik ve kararsızlık içerisinde bulunuyor. Özellikle Ortadoğu ülkeleri yalnızca petrol’le ilgili politik ekonomi yoluyla küresel gündeme dâhil olabiliyor. Aynı ülkeler petrol ve İsrail’in güvenliği sebebiyle her durumda her türlü müdahaleye açıktır. Ortadoğu, Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, jeopolitik bağlamda İngiliz ve Fransız sömürgeciliğinin keyfi kararları doğrultusunda yapılandırıldı. Bölgenin siyasal ve kültürel gerçeklerine hiçbir şekilde hiç bir zaman saygı duyulmadı, bu gerçekler dikkate alınmadı.
Modern zamanlar boyunca İslam toplumları hep dışarıdan emperyalist güçlerce tanımlandı. Bugün, bu durum -İran dışında- değişmiş, değiştirilebilmiş değildir. Sanayi kapitalizmi ve ulus-devletler sistemiyle başlayan yeni dönemde, Osmanlı İmparatorluğu ekonomik ve jeopolitik rekabete cevap verme konusunda başarılı olamamıştı. 17’nci yüzyılda yaşanan bilimsel/teknolojik devrimlere kadar, İslam medeniyeti insanlık tarihinin en büyük, en etkili, en ileri medeniyetiydi. Temel İslami ilkelere, ölçülere, yasalara sadakat yerine cemaat/tarikat/hizip liderine sadakat, her duruma sorgulama yapmaksızın itaat, zihinlerin bir biçimde baskı altına alınması, metne bağlılığın yerine cemaat’e, cemaat liderine/çıkarına bağlılık vb. gibi nedenlerle, kapitalist ve sömürgeci yayılma karşısında bir direniş gerçekleştiremedik. Hakikatin her hangi bir cemaatin yorumuna indirgenmesi, herkesin kendi cemaatinin uygun gördüğü, onayladığı doğrultuda düşünmesi ya da hareket etmesi, cemaat/hizmet liderinin bir yorum/kanaat makinesine dönüşmesi, cemaat liderinin yalnızca kitlelerin hoşuna gidecek şeyler söyleyerek onları etkilemeye çalışması, aynı zamanda egemen/emperyal zihniyete de hizmette kusur etmemesi, İslami bilincin çok ciddi bir biçimde sulandırılması, erozyona uğratılması sonucunu doğurmuştur.
Modern-seküler zamanları zihinsel bir hapishaneye kapanarak-kapatılarak geçirdik. Düşünce hayatımız prefabrike düşüncelerle akıntıya kapıldı, halen sürükleniyor. Zihinsel kölelik sürdüğü için, her şeyi konuşuyoruz; ancak, en hayati, vazgeçilemez, savsaklanamaz sorunumuzu konuşmuyoruz. Aziz İslam’ın, bir din olduğu kadar devlet/toplum/ekonomi/siyaset olarak yapılandırılması gerektiğini gündeme getiremiyor, savunamıyoruz. Siyonist, Evangelist fundamentalizmin İslam’a yönelik saldırıları hiç gündeme alınmaz, tartışılmaz ve takbih edilmezken; İslami aktivizm hep kınama/sorgulama/aşağılama konusu yapılabiliyor. Modern-seküler-neoliberal kültürün/siyasetin/ideolojinin neden olduğu baskılar/çalkantılar içerisinde bir o yana, bir bu yana savruluyor, aziz İslam Ümmeti’nin gönlünü ve bilincini kazanmak yerine; neonurcu akımın yaptığı gibi emperyalist dünyanın gönlünü kazanmaya çalışıyoruz.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde İslam’ı kimlik kaynağı olarak gören Türk toplumu, Batılılaşma-sekülerleşme dönemi ile birlikte kimliğini İslam’dan bağımsızlaştırdı. Jön Türkler, Fransız pozitivizmini örnek aldılar. İttihat ve Terakki hukuk ve eğitimde laikliği ve liberal anayasayı esas alıyordu. Panslavizm akımının etkisi altında kalan Rusya’lı Türkî düşünürler Türkiye’de etnik milliyetçiliğe öncülük ettiler. Çok kültürlü İslam İmparatorlukları döneminde kimlikler milliyetçiliklere göre değil, İslam merkezinde gerçekleşiyordu. Türkiye’de latin alfabesinin kabûlüyle İslam tarih/kültür ve medeniyetiyle her tür ilişki kesilmiş oldu. Bu dönemde devlet milliyetçiliği etnik milliyetçilikle bütünleşmiş oldu. Bu bütünleşme Türklerle birlikte, Türkçe’nin de çok abartılı/ölçüsüz/temelsiz yüceltilmesiyle devam etti. Daha sonra Türkçe, Arapça ve Farsça etkilerden arındırıldı. Zor kullanılarak gerçekleştirilen etnik homojenleştirme politikaları, laikleştirme politikaları Kürtleri ulusal kimlik arayışına sevk etti. Her baskının/zorlamanın bir bedeli olabileceğini hatırlamak gerekir.
Ulus-devlet zihniyetinin/yaklaşımının yerleşmesi sebebiyle her ülkeye göre değişen bir İslam algısı oluşturuldu. İslam’ın evrensel bir kimlik kaynağı olduğu yolundaki hassasiyetimizi kaybettik. İslam, bütün ulus-devletlerde, ihtiyaç duyulduğunda kullanılan yardımcı bir araç haline getirildi.
İmajlar, propaganda, enformasyon gibi kurgularla kuşatılmış bir zihin dünyasında yaşıyoruz. Hakikatin ve bilincin şeyleştirildiği bir dünyada, daha çok manipülatif kişilikler gündemi işgal ediyor. Varoluşun bütün boyutlarını kapsayan bir bilince sahip olmadığımız için, zihinlerimiz kontrol altında tutulabiliyor. Küresel durumun bilincinde olmadığımız için, gerçeklere yabancılaşabiliyoruz. Maruz bırakıldığımız her algı, her enformasyon emperyal çıkarlar doğrultusunda önceden biçimlendiriliyor.
Çok dramatik bir nesneleşme durumu ile karşı karşıya bulunuyoruz.
Emperyal algı ve enformasyonun köleleri gibiyiz. Emperyalist çıkarlara uygun olmayan, bu çıkarlarla bütünleşmeyen, her eylem, her yorum, her girişim, her oluşum, egemen irade/siyaset/ideoloji tarafından etiketlenerek dışlanıyor. Mahkûm ediliyor, değersizleştiriliyor, aşağılanıyor. Sistemden bağımsız düşünce ya da eylem üreten kim olursa olsun, ya fanatik, ya da terörist olarak ilan ediliyor. Biz Müslümanları, iki yüz yıldan bu yana keyfi bir biçimde, yalnızca emperyalist çıkarlar adına her gün kitlesel olarak öldüren, mülksüzleştiren, işkencelere tabi tutan, yoksullaştıran, sömüren irade karşısında hep sessiz kalıyoruz, emperyalizmin işbirlikçisi neonurcu unsurlar bizleri “barış ve sükunet” içerisinde bulunmaya davet edebiliyor. Kendimize ait söyleyecek bir sözümüz olmadığı için, emperyal akla, sistemin aklına teslim olmuş durumdayız. Her tepkimiz, her eylemimiz sistemin aklı/mantığı tarafından barbarca yargılanıyor. Önceden ve dışarıdan tanımlanan bir çerçeve üzerinde yazıyor, konuşuyor ve tartışıyoruz. İdeolojik enformasyona, emperyal algıya maruz kalıyor olmamız, düşünme iradesine sahip olmamaktan kaynaklanıyor. Egemen söylem/algı karşısında bağımsız bir irade oluşturamayan, sorumluluk alamayan bir zihin düşünce üretemez, eylem üretemez. Faşist bir modernlik, faşist bir sekülerlik sebebiyle egemen düşünce/yorum ve propagandanın yanında saf tutmamalıyız.
Muhalif bir dile, söyleme, tarza, tavra, duruşa sahip değiliz. Biz Müslümanlara dayatılan kavram/kurum/algı/söylemleri içselleştirmiş olmamız kadar büyük bir felaket düşünülemez.
Tarih, bağımsız düşünme ve eylem iradesi gösterdiğimiz zaman başlayacak.
Günümüz dünyasında sermaye ve kültür küresel ölçekte yayılıyor. Toplumlarımızın bugün karşı karşıya bulundukları değişimin mahiyetini, bu gerçeğin ışığı altında değerlendirebilmeliyiz. Karşı karşıya bulunduğumuz değişimin toplumlarımızın özgün değer sistemiyle bir ilişkisi bulunmadığını anlayabilmeliyiz. Neoliberal hayat tarzı bireyleri olduğu kadar toplumları da dönüştürüyor. Toplumsal ilişkiler piyasaya göre belirleniyor. Günümüzde siyaset yalnızca çıkarların yönetilmesinden ibaret bir uğraş halini almıştır.
Hepimiz şeyler dünyasında yaşıyoruz.
Aklımız, fikrimiz, düşüncemiz anlamdan yoksunlaşıyor bir araç haline dönüşüyor. Bütün anlamların yerine verimlilik geçiyor.
Toplumlarımız bugün, ne yazık ki; açıkça manipülasyon nesnesi haline getirilmiştir. Kitlelerin duygu ve düşünceleri kitle iletişim araçları tarafından dayatılmaktadır. Hangi konuda ve nasıl düşüneceğimiz önceden belirlenebilmektedir. Düşünce adamlarımız, kültür adamlarımız entelektüel kendiliğindenliğe sahip değildir. Kültür adamlarımızın edebiyat’la, edebiyat adamlarımızın kültürel derinlikle bir ilişkileri kalmamıştır. Kimi arkadaşlarımız, Allah (c.c.) ile özel ilişki kurdukları, bu ilişki sebebiyle herkesin ulaşamayacağı bilgilere sahip olduklarına inanılan kutsallaştırılmış/efsanevileştirilmiş kimi meczupların peşinde sürükleniyor, hiç bir biçimde düşünme/sorgulama ihtiyacı duymuyor. Taklit etme, boyun eğme, edilgenlik daha çok kronik bağımlılıkla ilgili bir durumun adıdır. İnsan, üreterek, sorumluluk alarak, bir irade oluşturarak özgür olur. Neoliberal kültürde olduğu gibi, içgüdülerin başıboş bırakılması özgürlük değildir. Dayatılan her çerçeveyi kabul eden, nesne statüsünü aşma yeteneğine sahip olmayanlar popüler ilgiler ve beklentiler içerisine girerler.
Kendi bağımlılıklarına kapananlar için var olana uyum sağlamaktan başka çare yoktur. Hiç bir şeyi dönüştürme yeteneğine-cesaretine sahip olmayanlar, her tür statükoyla uyum içerisinde bulunmayı seçerler.
Bugün, Müslümanlara hitap eden düşünce dünyası, edebiyat ve kültür dünyası eksiksiz bir konformizmi yansıtıyor. Devrimciliklerimiz sözde kalmış devrimciliklerdir. Basmakalıplaştırılmış, birörnekleştirilmiş insanların, cemaatlerin özgürlüklerinden söz edemeyiz. Bu çevreler propaganda ve enformasyonun kurbanlarıdırlar. Dışarıdan, tahakküm üreten emperyal dil/politike aracılığıyla, içeriden, duygusal cemaat/hizmet dili aracılığıyla manipülasyon nesnesi haline getirilen toplumlarımız bugün, kendi sorunlarını, kendileri çözümleyemiyor. Ortadoğu’da, Arap-İslam ülkelerinin dünya siyasetinde ortak bir siyasal duruşa sahip olamamaları hazin bir gerçektir. Aynı şekilde bu ülkeler İsrail karşısında da ortak bir tavır belirleyemiyor. SanRemo (1920) konferansında gerçekleştirilen emperyalist paylaşımdan bu güne bölgede hiç bir şey değişmedi. Koşullar bugün daha ağır ve daha tahammül edilemez bir noktaya gelmiştir. Her emperyalist müdahale, Ortadoğu’yu müdahale öncesinden çok daha kötü bir noktaya getirmiştir. Bu defa, Suriye küresel güç mücadelesinin, küresel jeopolitiğin kurbanı olarak seçilmiştir. Suriye’nin iç savaş yoluyla çöküşü sağlanmıştır. Hiç bir ülke için iç savaştan çok daha korkunç bir sınav yoktur. Suriye ile ilgili olarak Amerika şimdi de, “arkadan liderlik stratejisi”ni uyguluyor. Suriye’de yapmak istediklerini müttefiklerine yaptırıyor.
Her durumda hepimizin eleştirel bir bilince ihtiyacımız olduğunu hatırlamalıyız.
Küresel olgular, düşünsel dünyaları, hareketleri birbirine yaklaştırıyor. Kuşatıcı bir bilgi birikimine sahip olmadığımız takdirde bu yakınlaşmalardan olumsuz yönde etkilenebiliriz. Tevhidi dilin/söylemin/bilincin sulandırılmaması, erozyona uğramaması için Kur’anı Kerim ve Sünnet’i Resulullah dışında otorite kaynaklarına da eleştirel olarak yaklaşabilmeliyiz.
İktibas, Ekim 2012, sayı 406
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *