“Öteki” aslında, günlük konuşma dilinde sık sık kullandığımız ve sözlük anlamı “sair, diğeri, öbürü, başkası” olan sıradan kelimelerden biridir. Ama özellikle sosyoloji, siyaset, Din söz konusu olunca sıradanlıktan çıkmakta ve ayrıştıran, başkalaştıran, aşağılayan, dışlayan, basite indirgeyen, gayr-i meşru gören vb. gibi bir anlam kazanmaktadır. Kendi zıddı “beriki” ise doğrudan ve kendiliğinden asli ve hâkim unsur,
“Öteki” aslında, günlük konuşma dilinde sık sık kullandığımız ve sözlük anlamı “sair, diğeri, öbürü, başkası” olan sıradan kelimelerden biridir. Ama özellikle sosyoloji, siyaset, Din söz konusu olunca sıradanlıktan çıkmakta ve ayrıştıran, başkalaştıran, aşağılayan, dışlayan, basite indirgeyen, gayr-i meşru gören vb. gibi bir anlam kazanmaktadır. Kendi zıddı “beriki” ise doğrudan ve kendiliğinden asli ve hâkim unsur, değerli, vazgeçilmez, meşru, mutlak doğru, mükemmel, en iyi, en güzel ve en doğru, ayrıcalıklı olarak tanımlanan bir kavram haline dönüşmektedir.
Günümüzdeki tartışmalarda da görüldüğü gibi “öteki”, Dini mesaj ve yaşam pratiklerinde, sosyolojik alanda, ekonomide, ideolojik tartışmalarda, milliyetçilik ve ırkçılık söz konusu olduğunda ve bilhassa egemen siyasetin dilinde kendisine meşru(!) bir yer bulmuş durumdadır.
Artık neredeyse insanın kendisini ve düşüncelerini ifade etme biçiminin harflere dökülmüş hali olan bu sözcüğün anlamını yeniden formüle edersek, en basitinden “benden başkası, “ben” haricindeki herkes” karşılığını verebiliriz.
İçinde yaşadığımız coğrafyadaki egemen siyasetin ve muhalefetin kullandığı dil ve üsluptan yola çıkıp, sıcak bir meseleden örnek verirsek, Kürt meselesinin bu kavram üzerinden ele alındığını söylemek, yeni bir şeyin keşfi sayılmayacaktır. Daha dün Alevi kesim için yürütülen çalışmalarda da “öteki” kavramına asli unsur olarak rol kestirilmiştir. Müslümanların, Atatürkçü, Kemalist, laik vs. kesimler karşısında durumu da zaten yıllardır bilinen bir şeydir.
Aslında İktidar/Siyaset ve tabii ki muhalefet dünyasındaki “öteki” ne dair olan bitenden bahsetmek kavrama haksızlık yapmaktan başka bir şey değildir(!). İktidar ve muhalefet tarafının doğal halidir bu ve yadırganacak bir şey de değildir(!). Muhalefeti yani kendisine rağmen ötekisi olmayan bir siyaset tarzının işe yaramayacağı gerçeği ”her şey zıddıyla kaimdir” kabulü çerçevesince ortadadır.
Kendi inancımız doğrultusunda söylersek, Dine karşı önyargılı, insanı hiçe sayan bir siyaset tarzında, İnsana, insani hassasiyetlere, insani beklentilere ve Kur’an’da tarif edilen eşref-i mahlûkata dair söylenebilecek hiçbir şey yoktur. Bu tarz bir siyaset algısı elbette ki mutlu azınlıkların yani beridekilerin, ayrıcalıklı olanların iktidarına hizmet edecek ve onu muhkem kılmaya çalışacaktır. Bu durumun kabahatlisi, baştan söyleyelim, iktidarın haksız, adaletsiz reflekslerine sessiz kalıp oy verip destekleyen ve karşı mücadele geliştirmeyen insanlar/topluluklardır.
Hepimiz biliyoruz ki Dinden bağımsız geliştirilen siyasetlerin bağlı olduğu bir dolu ideoloji var. Tabiatı icabı insan merkezli olan bu ideolojilerin kendilerine tabi olan kitleler vasıtasıyla ötekilere nasıl kan kusturduğuna tarih şahit. Herkes bir diğeri için “Katli vaciptir!” diyerek tarihi şekillendirmiş! Bugün için söylersek, duayenlerinin bir karış ötesine gidemeyen ve neredeyse onları kutsayan ve üstelik kendisini çağdaş-modern insan olarak tanımlayan günümüz insanının hali de ortadadır.
Yanılgı içerse de bir teze göre ideolojiler iflas etmiştir ama milliyetçi, ırkçı söylem hala güncelliğini korumaktadır. Ve yukarıda da dediğimiz gibi henüz tazeliğini koruyan “Kürt meselesi”nde görüldüğü gibi “öteki” ulusalcılık, etnik ayrımcılık vb. gibi sebeplere yaslanarak derhal işleme konulmakta ve amacı sosyal barış olan süreç akamete uğratılmaya çalışılmaktadır. Bütün bunlara sebep, Cumhuriyetin ilanından bu yana “öteki” bağlamında etnik ayrımcılığı, ırkçı söylemleri tetikleyen devlet politikalarıdır, dersek herhalde hata yapmış olmayız.
İttihat ve Terakki Cemiyetinin kuruluş felsefesine elan hayat verenler, bu felsefi(!) açılımları bizzat parti tüzüğünde yazıya döken ve politik olarak bu amaç doğrultusunda siyaset güden akil geçinenler hala içimizde ve siyasi aktör olarak rol kesmektedirler. Bu siyaset anlayışının dayandığı, sık aralıklı darbe ve muhtıralarla yeniden formüle edilmiş bir hukuk sistemi var ki düşman başına!
Ve bu hukukun Türkiye şartlarında “öteki” üzerinden şekillendirildiği ayan beyan ortadadır. Anayasa Mahkemesi üyelerinin kendi önlerine gelen dava konularını farklı içtihatlarla karara bağladıkları, karara bağlarken arka planlarında bağlı oldukları ideolojilere göre hüküm verdikleri, içinde yaşadığımız siyaset zemininde herkesin şahit olduğu ve ayrıca dillendirdiği bir şeydir.
Ayrıca Yargıtay ve Danıştay kararlarının kimin lehine geliştiği de izahtan varestedir. Güce ve ideolojilere yaslananlara rağmen hayatta yer tutmuş olanlar aleyhinde karar vermek hangi objektif hukukun öğretisidir bilinmez!
Buraya kadar özet sadedinde konu edindiklerimiz Müslümanlar olarak hep şikâyet edip yakındığımız meselelerin birkaçıdır. Üzerinde durmak istediğimiz asıl mesele ise Müslümanlığıyla temayüz etmiş insanların “öteki” kavramına kendi aralarında işlerlik kazandırmaları ve kanaatime göre cemaatleşmeye ve ümmet olma sürecine engel olmalarıdır.
Okuyanlar bilirler, inancımızın elçisi Hz. Peygamberin vefatının hemen akabinde ortaya çıkan siyasi kavgaların nedenini, biçimini, sonuçlarını kitaplar yazmaktadır. Diğer Raşit Halifeler dönemi de dahil, son Halife Hz. Ali’den sonraki süreçten ta bu yana kadar İslam dünyası hep karmaşa içinde yaşamış; aradakileri zikretmeden geçersek Osmanlı, adı İmparatorlukla yan yana getirilse de “öteki” kavramının ulusçuluk, etnik ayrımcılık vb. içeriklerle uygulama alanı bulması nedeniyle ancak Cumhuriyetin ilanına kadar ayakta kalabilmiştir.
Cumhuriyetin ilanından önceki yakın dönem ve sonraki süreç masum kabul edilebilir siyaset tarzıyla biçimlendirilmiş değildir. Bunu söylemeye bile lüzum yoktu aslında ki günümüzde uygulanan ilkesiz siyasetin geçmişi de zaten ta o zamanlara dayanmaktadır.
Tarihten, yaşananlardan ders alınmalıydı ama ne yazık ki aydınlanmanın son noktasına geldiğine inanan bir dünyada yaşamamıza rağmen hala işgaller, toplu kıyımlar (Ortadoğu olayları), sömürü, işkence, inanç ve düşüncelere tahakküm ve yine düşünce yapısına göre insanları ayrıştırma gayreti sürüp gitmektedir.
Bütün bunlar olup gitmekteyken Müslüman kesim de boş durmamış, aslında kendisini mağdur eden ötekileş-tir-meyi bir takım gerekçelerle adeta sahiplenmiş ve yıllardır yaşamış ve dahi yaşatmıştır. Biraz daha açarsak, Müslümanların kendilerini ifade ettikleri dinin dışında, dinin türevleri olarak kabul edilebilecek alt guruplar nezdinde de yer tutmaya çalıştıkları hem tarihi ve hem de güncel bir vakıadır. Asr-ı saadette esamisi okunmayan ameli, itikadi mezheplerle beraber tasavvufi öğreti çerçevesinde gelişen tarikatlar ve günümüzde en yaygın şekliyle “cemaat” diye tanımlanan guruplara bakıldığında eleştiri merkezinde bulunan “öteki” kavramına hayat verildiğini görmemek mümkün müdür?
Yüzlerce yıldır inanç, düşünce ve ameli bazda duayenlerine mal edilen isimlerle tebarüz ve temayüz eden mezhep, tarikat, cemaat vb. lerinin İslam düşüncesinde ki yerleri malumdur ki hep tartışılmış ve İslam düşünce dokusu bu tartışmalar bağlamında işlenmiştir.
Geçmişi irdeleme lüksünü bir tarafa bırakıp günümüzden dem vurursak, inanan birey kendi varoluşsal konumunu meşrulaştırmak ve kimliğini ispat etmek adına inanç ve ameli anlamda mezhep-tasavvufi disiplinlere; siyasi-sosyal ve bu çerçeve de gelişmiş fikri bağlamda cemaatlere eklemlenmek zorunda kalmaktadır. Tabiatıyla İnsan, tek başına yaşama noktasında beceri sahibi olmayan bir varlık. Bu çerçevede yaşadığı yer itibari ile kolektif bir yaşam alanı oluşturması kaçınılmazlardandır.
Meramımız bu kaçınılmaz olanı haklı bir zemine oturtmaya çalışmaktır.
İnsanın kendini tanımladığı –ki mezhep-tarikat- cemaat demeyelim artık-guruplar içerisinde gelişen bir başka şeylerin var olduğunu hatırlatmakta fayda var, kavga da buralarda başlıyor zaten.
İdeolojik yapılanmalar bir tarafa İlahi tandanslı guruplar belli bir inanç, fikir düzlemi içerisinde hareket etmeyi, stratejilerinin gereği sayarlar. Her gurubun disipline edilmiş bir şekilde dünya tasavvuru, sosyal yapısı ve beraberinde vahyi anlamlandırmada geliştirdiği düşünsel arkaplanı vardır. Bu yapı içerisine girecek insanların inanç, düşünce ve sosyal pratikler açısından denemeden geçirildikleri, uygun görülmeleri halinde yapıya dahil edildikleri bilinmeyen bir şey değildir. İlahi imtihandan mülhem olarak beşeri eliminasyon sistemi de denilebilir buna.
İçinde yaşadıkları toplumda kendilerini haklı sebeplerle neredeyse azınlık olarak görme temayülünde olan ve bunu da sistemin bekçilerinin tutumuna yoranların kendi aralarında ki “öteki”leştirme uygulamalarını ilahi öğretiye yaslanarak eliminasyon tekniğiyle vücuda getirmeleri herhalde düşündürücü olmalı! Oysa İslam öğretisi insanlara hayırda yarışmayı tavsiye eder. Hayırda yarışmanın rekabet koşullarını da bir bir sıralar.
Bu koşullar arasında hayrın teşvik edilmesi ama hayır yapan açısından gizli tutulması; yapıp etmeleriyle, verip vermedikleriyle başkaları üzerine tahakküm kurmaması; bilginin paylaşılması ama kendilerinden başka bilenler olduğu gerçeğinden yola çıkarak başka bilgilere talip olması ve aynı zamanda hayat vermesi; bilginin en sahihine sahip olmaya çalışması, bu süreç içinde elinde tuttuklarını yeterli görmemesi; kendisinin Müslümanlığını ilan etmesi fakat bu iddiasını kendi dışındakilerin üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallamaması ve daha da çoğaltabileceğimiz ilahi düsturları zikredebiliriz. Yani özetle hayırda yarışırken insanlar birbirlerinin kuyularını kazmamalı ve ayaklarına çelme takmamalıdırlar.Sorulduğunda bu zaten böyledir diyenler, ne kadar olabilirse artık kendilerini yukarıdan temaşa eylesinler ki hal-i pür melalimizi görmek ancak nesnel bakış açısıyla mümkündür.
Tekrardan geçmişte ki örneklere baktığımızda İslam tarihinde farklı inanma ve düşünme ameliyelerinin siyaset zemininde oluşturduğu kavgalar nedeniyle katliamların yapıldığını kim inkâr edebilir? Haricilik, mutezile vb. kavramlara yabancı olanımız var mıdır?
Bu ikisi vb. kavramlar noktasında inşa edilmiş zihin algılarına sahip siyasi erk tarafından; inananların inanç formülasyonlarının biçimi konusunda imtihana tabi tutulduğu, muhalif olanların kellerinin uçurulduğu; çok bilinen örnekten bahsedersek Ebu Hanife’nin işkence altında katledildiği ve diğer ulemanın da aynı yöntemlerle baskı altına alındığı Müslüman toplumun yabancısı olduğu bilgilerden değildir. Bu sebeple diyebiliriz ki kendi tarihimizde gelişmiş olumsuz örneklerden ibret alıp ders çıkarmak Müslüman aklı ve vicdanı için kaçınılmaması gereken bir şey olsa gerek.
Müslüman bireyler olarak, yukarıdan kendimize bir bakmamız gerektiğini söylerken yukarıdan bakmayı büyüklenme anlamında değil, kendi sosyal dokumuzu ve iç dinamikliklerimizi objektif olarak gözlemlemek babında söylemiştim. Denildiği şekilde bakar ve toplumsal bazda nefs muhasebesi yapmayı becerebilirsek, sorunlarımızı görmek, hadi iyi niyetle vurgu yapalım erdemli, basiretli olmaya doğru adım atmak pekâlâ mümkündür.
Çoğumuzun bildiği gibi İslam düşünce geleneğinde “Kim lailaheillallah derse ve bunu kalbiyle tasdik ederse müslümandır.” kabülü üzerinde teolojik tartışmalar yapılmış, en yaygın inanışa göre kelime-i tevhid-i söyleyen herkes İslam dairesi içerisinde görülmüştür. Aksini iddia etmedikçe böyle diyen birinin aleyhinde hüküm verilemeyeceği kabulü de hiç birimize yabancı değildir.
Geçmişte çok tartışmamıza rağmen, “öteki” vurgusu yapan kavramların sık kullanılması nedeniyle şahsen bu kabulü inadına baş tacı etme durumundayım. Ön kabulden sonra, inanıldığı söylenen dinin yaptırımlarına işlevsellik kazandırmak, iman-amel ilişkisi üzerinde kafa yormak bir bahs-i diğer.
İnsan öncelikle inancını kendi iç dünyasında inşa etmeli ve o doğrultuda eylemlerini sürdürmeli, tabii ki bütün bunları kendi için yaptığının bilincinde olarak. Örneklik, örnek olma durumu; inandığı değerlere apaçık düşmanlığını ilan edenlerle mücadele etme hali-niyeti, Hakkı ve sabrı (mücadele) tavsiyesi hep kendisi içindir, bunu bilmeli insan.
Daha baştan mücadele alanı diye tanımladığı yerdeki insanları “öteki” konumuna indirgeyen biri kendini beriki, yani ayrıcalıklı, üstün, seçkin yaparken, aslında diğerine göre de “öteki” olduğunun farkında olmalıdır. Geçmiştekiler bu durumu da zaten itizal/mutezile kavramları çerçevesinde tanımlamışlar. Bu durumun karşılığı olarak bir başka açıdan seçkinciliği, istiğnayı ve müstağni olma ifadelerini kullansak abartmış olur muyuz?
Haddi aşmama konusunda uyarılanlar, kendilerini “müstağni” görme pahasına başkalarını “öteki”leştirirken, içinde yaşadıkları toplum ve toplumu idare eden mekanizma tarafından “öteki” ilan edilmelerinden niye rahatsızlık duyarlar, sormak gerek.
“Sistemin ötekileştirmesi Dini, sosyal ve siyasal bir problemdir, bizimkisi kendi iç dinamikliklerimiz açısındandır ve bu da kaçınılmazdır!” diyenler bu sözler üzerine çok çok düşünmelidirler. İnsanların birbirleriyle tanışmaları, kaynaşmaları için kavimler halinde yaratıldığını haber veren öğretiden tanışma ve kaynaşma kavramlarını alıp sahiplenmemizde “öteki”yi nereye koymamız icap eder? İnancımızı şekillendirmede elbette kaçınılmaz olarak taraf oluruz ve bu olması gerekendir ama bu öncelikli olarak sadece inanç bağlamında şekillenmelidir.
Neticede bu kabul sosyal ayrış-tır-mayı doğuruyorsa ve ayrılan her kesim kendi etrafında sosyal anlamda güvenlik duvarı oluşturuyorsa tebliğ denilen şey yani emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker denilen emr-i ilahi nasıl uygulanacak? Kendisini içinde yaşadığı toplumdan tecrit eden bir insanın topluma “değer” babında mesaj verebileceğini düşünebilir misiniz?
Bu durum guruplar içinde geçerlidir. Sanırsınız ki İslami guruplar kendileri için bir sit alanı oluşturmuş ve güvenlik sistemleriyle donattıkları bu yapılar içine kendi isteği ile girebilmek neredeyse mümkün değildir. Ayrıca bu yapıların içine girmek neredeyse Müslümanlığı ilan etmekle eşdeğerken, ayrılmaksa dinden çıkmaya karşılık gelmektedir.
Bütün bunlar Allah rızası için yapılmakta, geliştirilmektedir. Bir insan Allah rızası için “öteki” ilan ediliyor ve yine bir insan Allah rızası için “öteki” olmaya talip oluyor(!). İlginç mi ilginç!
Her gurubun kendisine göre keşfettiği vahyi ölçekle tarif ettikleri inanç, ilke ve prensipleri var.
Bütün bunların başına, anlama ve yorumlama problemi nedeniyle her guruba göre değişen Tevhidi ilke ve prensipler vs. yerleştirildiğinde kaçacak alan bırakılmamaktadır. Manifesto şeklinde zikredilen bu ilke ve prensiplere uydun uydun yoksa cehenneme kadar yolun var ve gurupta kaldın “dava adamı” sın, ayrıldın davaya ihanet edensin!
Hele bazı yazar/çizer dostlarımız var ki kendi bilgilerine, düşünce ve donanımlarına rağmen olanları, sanki Arapçayı asr-ı saadet dönemindeki gibi bilircesine, sanki teolojiyi yiyip-yutmuşçasına rasyonalist, pozitivist, reformist, akılcı, oryantalist, proje danışmanı-uygulayıcısı, falan-filan-feşmekancı ilan etmekten geri durmamakta ve adeta telaş içinde insanların inançlarını tanımlama gayreti içine girmektedirler.
Evet, bütün bunlar Allah rızası için(!). Kendisine rağmen bilgi, düşünce üretenleri “öteki” gören ama kendisini “En bilgili ve en Müslüman!” ilan eden bir zihniyet algısı!
Bu müstağni olma durumu değilse, nedir?
Nedense insanlar, dinlerini öğrenir ve yaşarken başkalarının açmazlarına yaslanarak kendilerini tanımlama ihtiyacı içindeler. Yukarıda da değinmeye çalıştığımız gibi, okunduğunda rahatça anlaşılıyor ki Kur’an’ın hitabı öncelikli olarak okuyana, tabi olan insanın bizatihi kendisinedir. İnanmaya davet edilen, inancının gerekliliklerini yapma konusunda uyarılan, sahip olduğu bilgiyi dayatmadan paylaşması istenen insanın, inananın kendisidir. İnananlarla birlikte mücadele etmesi gereken, hayır/iyilik/infak vs. yapması gereken hep kendisidir, hitap kendisinedir. Düşünmeye, akletmeye ve nihayetinde Cennete davet edilen, Cehennemden sakınma konusunda uyarılan kendisidir. İnsanları bu konuda uyarması da hep kendisi içindir çünkü o bu konuda görevlendirilmiştir.
Ve yine nedense Kur’an okurken ve bu doğrultuda araştırma yaparken oralarda kendimizi değil hep başkalarını, başkalarının kabahatini arıyoruz. Okuma ve eylemlerde insan kendisini muhatap özne olarak görse belki bu çatışmaların birçoğu ortadan kalkacak.
Ben böyle inanır, şöyle yapar-eder ve yaşarsam ilahi rahmetten uzak kalırım. Şu günahı işlersem üstesinden gelemem, filan ibadeti yapmaz veya terk edersem Rızayı bariden uzaklaşırım… diyecek olan insanın hep kendisidir.
Bu asla bencil olma hali değildir çünkü inanmanın akabinde insanın kendisine doğruları, güzellikleri, iyilikleri paylaşması, tavsiye etmesi, anlatması; haksızlıkla, zalimlikle mücadele etmesi, mazlumun yanında olması, yeryüzünde bir tek kötülük kalmayıncaya kadar mücadele azmi içinde olması inancının gereği olarak zikredilmiştir.
Başkaları üzerinden inancımızı tarif etmek ve başkalarının eylemsizliklerine bakarak kendi sorumluluklarımızı tanımlamak yerine her inananın başvuru kitabı olan Kur’an’dan yola çıkarak kendimize bakmamız halinde tarih boyunca ve elan günümüzde yaşatılan “öteki” kavramının olumsuz etkilerini azaltabiliriz, iddiası üzerine kafa yormak sorumluluk sahiplerinin işi olmalıdır.
Anlama üzerinde bölünmek ve sosyal ayrışmalara sebep olmak; bize rağmen Müslüman ama ilkelerimiz uyuşmuyor, bize rağmen Müslüman ama bazı kavramlara farklı anlamlar yüklüyor diye “öteki”leştirmede ısrarcı olmak yani safları ayrıştırmak Kur’an’ın öngördüğü bir şey olmasa gerek. Bizim bildiğimiz Kur’an, insanları “inananlar ve inanmayanlar” diye üst başlıkta kategorize ederken, Müslüman olduklarını iddia edenlere ise “Müminler kardeştirler!” hitabıyla Müslüman dairesi içinde kategorik yaklaşıma izin verilmeyeceği gerçeğini hatırlatıp asıl ilke ve prensibi va’z etmektedir.
“Müminler kardeştir!” vurgusu her dem ve vasatta dile getirilmesine ve ayetin hilafına davranmanın vebali olduğunun bilinmesine rağmen hala “öteki” kavramını diri tutmak Müslüman vicdanı açısından kabul edilebilir bir şey olmamalıdır. Daha daha bölünmek, insanlar arasında ayrımcılığı tetiklemek; tefrikaya yol açmak, küskünler ordusu meydana getirmek herhalde istenilen şey değildir.
Unutulmamalı ki İslam inancında sadece Peygamberler masumdurlar. İslam dinine inanan her insan, günahının azına-çoğuna, bilgisinin kifayet edip etmediğine bakmadan tebliğe memur kişidir. Birlikte yaşamaya tahammül edebildiğimiz sürece birbirimize gösterdiğimiz örneklikler nedeniyle günah azalacak, tabiidir ki bilgi ve eylem de artacaktır.
Hülasa…
Umarım şu ana kadar yazdıklarımızdan “Kur’an’dan ne olsa çıkar!” demeye çalıştığım zannedilmemiştir. İyi bilinsin ki maksat kadim kültürden ve içinde yaşadığımız demden mülhem vakıaya dikkat çekmek ve bu vakıadan hareketle öyle ya da böyle kendilerinin Müslüman olduğunu deklare eden insanlar arasında Müslümanca strateji belirlemektir. Bu çerçevede ilave edersek yaratılmış hiçbir varlık kendini beriki yani kurtulmuş yani cennetin anahtarını almış sanmamalı; başkalarını da cehennemin başköşesinde konumlanacağı iddiasını ileri sürüp kendini asla yargı makamında görmemelidir. Kul olması hasebiyle zaten acizdir, herkesten önce kendisinin af ve merhamete, şefkat ve şefaate ihtiyacı vardır.
Unutmayalım ki havf ve reca kabulü bütün Müslümanlar içindir.
Ve Müslümanlar artık sosyal anlamda seçkinler gurubu şeklinde yaşamaktan beri durmalıdırlar. Bilgi akışına engel olunamadığı bu vasatta otokontrol açısından da bu gereklidir zaten.
Yine Müslümanlar dar anlamda paslaşmalardan vazgeçmelidirler; tarihte ve günümüzde bir şekilde geliştirilmiş düşüncelere duydukları alerji nedeniyle maraza çıkarmak yerine ortak yaşam alanları oluşturup, kendilerine göre sakıncalı düşüncelerin neliğini paylaşmaya çalışmalıdırlar. Oturdukları, yaşamlarını sürdürdükleri yerlerde sosyal anlamda insan ilişkilerini en istenilen seviyeye getirerek “öteki” mevhumuna hayat vermekten şiddetle kaçınmalıdırlar. İddia sahibi olanlar ve fikir adamı pozisyonunda takılanlar Dergi, gazete ve kitaplar yoluyla üst perdeden “beriki” takılıp nasıl olsa görev yapılıyor diyerek kenar durma yerine bizatihi hitap ettikleri kesimin içine girmeliler ve paylaşılacak ne varsa fiilen ortaya koymalıdırlar.
Bütün bunlardan sonra diyeceğim şudur ki sürekli eleştirilen sistem ve sistemin yaslandığı ideolojiler açısından “öteki” kılınmaktan şikâyet eden İslam toplumu ve bireyleri, bahis mevzuu olan “öteki” kavramı üzerinde yeniden düşünmeliler ve bu doğrultuda özgün usul geliştirmelidirler.
Ütopik, zor ve bir o kadar da karmalık bir mevzu değil mi?
Şimdi, tekrardan ele alıp sorarsak, içinde bulunduğumuz zeminde “öteki” kavramına göre biz neredeyiz?
Not: Bu yazı da 03 Kasım 2009 tarihinde Haksöz Sitesinde yayımlanmış ve bana göre önemine binaen yeniden gündeme alınması istenmiştir. Aslında sıktım, farkındayım. Benzer konu ve kavramlar etrafında adeta kendimi tekrarlıyor gibiyim. Ama şunu da iyi biliyorum; nasıl olsa gök kubbenin altında söylenmemiş, tartışılmamış hiç bir şey yok.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *