Önceki yazımızda, son dönemlerde sıkça dillendirilen “Seyyid Kutub’un artık aşılması gerektiği” yönündeki söylemleri ele almış ve bu tür söylemlerin temelde İslami mücadele çizgisindeki bir tıkanıklığın aşılması çabasından ziyade, küresel ve yerel ölçekte Müslümanları etkisi altına alan entegrasyon süreçlerine uyum sağlamakla ilgili olduğunu vurgulamaya çalışmıştık. Ardından da Müslümanların mirasyedi gibi hazırı tüketmekle asırlar geçirmek yerine, her dönem bir öncekinden daha fazlasını üreten insanlar olmayı bilmesi gerektiğini ifade etmiş ve Kutub’u aşmaktan ancak bu çerçevede söz etmenin doğru olduğunu savunmuştuk.
Seyyid Kutub’un aşılıp aşılmaması meselesini doğru konumlandırmak için öncelikle Kutub’un biz Müslümanlar için ne ifade ettiğini tesbit etmemiz gerekir. Kutub’un tartışılan tezleri, belli bir coğrafya ve zaman dilimine dair ictihadi çıkarımlar mıdır, yoksa Kur’an’ın tarihsel süreçte anlamları daraltılan ve yer yer de saptırılan evrensel hakikatlerine yapılan vurgular mıdır? Kutub, Yoldaki İşaretler’de, 1960’lı yıllardaki Mısır şartlarına uygun bir sosyal ve siyasal strateji önermeye mi çalışmıştır, yoksa Kur’an’ın temel sosyo-politik ilkelerine mi vurgu yapmaktadır?
İşte bu soruların cevabı konumuz açısından hayati önem taşımaktadır. Şayet Yoldaki İşaretler’de savunulan tezler, Kur’ani referanslara dayanmakla birlikte Mısır’ın konjonktürel şartlarına cevap üretmeyi hedefleyen düşünceler ise bu durumda evrensel İslami mücadele çizgisi için kalıcı bir anlam taşımadığını söylememiz mümkündür. Belirli bir konjontürel ortama yönelik sosyo-politik duruş üretmenin ötesinde, asırlar içinde yatağından uzaklaştırılan evrensel bir ihya ve inşa projesinin temel ilkelerini konu ediniyor, bu ilkeleri Müslümanların zihninde güncellemeyi hedefliyor ve bunda da takdire şayan bir başarı sağlıyorsa bu durumda aynı şeyi söylememiz mümkün olmaz.
Yoldaki İşaretler için ikinci şıkkın geçerli olduğunu kimse inkâr edemez. Kutub, bu eserinde Müslümanların yaşadığı sorunları temelde Kur’an’dan uzaklaşmaya bağlamakta ve çıkış yolu olarak Kur’an’a dönüşü işaret etmekte, çözülmüş olan ümmetin ihyası için yeniden öncü bir Kur’an neslinin teşekkül etmesi gerektiğini vurgulamakta, Müslümanları birbirine bağlayan yegâne bağın akide olduğunu kaydetmekte, İslam – cahiliye uzlaşmazlığına değinmekte ve Müslümanların her çağda cahiliye ile ilişkilerini bu uzlaşmazlık üzerine bina etmeleri gerektiğini kaydetmektedir.
Kutub, Yoldaki İşaretler’de şöyle demektedir: “İslam’ın görevi, yeryüzünde egemen olan cahiliye düşünceleri ile uzlaşmak, her yerde yürürlükte olan cahiliye uygulamaları ile bağdaşmak değildir. Bu onun ilk geldiği gün görevi olmamıştır, bugün de yarın da misyonu bu olmayacaktır. Cahiliye, yine aynı cahiliyedir. Cahiliye, yalnızca Allah’a kul olma ilkesinden ve Allah’ın buyurduğu yaşama tarzından ayrılarak ilahi kaynak dışında başka bir kaynağa dayanarak sosyal düzenler, hukuk sistemleri, adetler, gelenekler ve değer ölçüleri ortaya çıkarmaktır. İslam da aynı İslam’dır. Görevi de insanları cahiliyeden çıkarıp Allah’ın yoluna eriştirmektir.” (Yoldaki İşaretler, Sh. 100, Hicret Yayınları baskısı)
İşte son dönemlerde bazı çevrelerden ayakbağı muamelesi gören, artık aşılması gerektiği söylenen Yoldaki İşaretler’in muhtevası, her çağın Müslümanları için bağlayıcı niteliği bulunan bu gibi Kur’ani ölçülerin yeniden hatırlanmasına yöneliktir. Dolayısıyla illa da Seyyid Kutub’un aşılmasından söz edilecekse, bu, Kutub’un hatırlattığı Kur’ani ilkelerin konjonktürel şartlar hatırına aşındırılması şeklinde değil, bu ilkelerin hayatla, sosyo-politikle ve konjonktürle bağını kurmada daha somut tez ve modeller geliştirmek şeklinde tezahür etmelidir.
Cahiliye – İslam uzlaşmazlığı gibi onun bir kere daha altını çizdiği Kur’ani ilkeleri söylem ve eylemlerimizden uzaklaştırmakla, İslami mücadelede asla Kutub’un ilerisine geçmiş olamayız. Bu, İslami mücadele çizgisinde ileriye değil geriye doğru atılan bir adımı işaret edecektir/etmektedir.
Ne yazık ki bugün Kutub’u aşmaktan söz eden Müslümanların söylem ve eylemleri, Kutub’un Müslümanlara yeniden hatırlattığı bağımsız, özgün ve net İslami duruşu bugünün şartlarında daha ileri noktalara taşımak yerine, bu duruşun terk edilerek, modern şirk sistemlerinin entegrasyon süreçlerine dahil olmak ve İslami mücadele hattını temel ideal ve iddialarından uzaklaştırarak, egemen sistemler bünyesinde bir çeşni, farklı bir renk olarak varolmayı kabullenmek şeklinde tezahür etmektedir.
Hayatın içinde olmak ve mücadele alanlarında bulunmak, şahitlik misyonunu üstlenmiş Müslümanlar için imani bir yükümlülüktür evet, fakat ilkelere sadakat ondan da öncelikli bir imani yükümlülüktür. Doğru olan, mücadele alanlarında olmak adına ilkeleri aşındırmak değil, mücadele alanlarını ilkelerle biçimlendirmektir.
70’li yılların atmosferini yaşayan ağabeylerimizden, Yoldaki İşaretler’in Türkiyeli Müslümanlar üzerindeki sarsıcı etkisini çokça dinlemişiz/okumuşuzdur. Türkiyeli Müslümanların eklektik düşüncelerden tevhidi düşünce çizgisine doğru yol almasında, İslam’ın, geleneksel ve modern cahili düşüncelerden net olarak ayrıştırılması ve bütüncül bir hayat nizamı olarak algılanmaya başlanmasında Yoldaki İşaretler’in katkısı tartışılmazdır.
Bugün yapılması gereken, bu kazanımlardan geriye gidip, cahiliye, şirk, zulüm, tağut, İslam toplumu, İslam nizamı gibi temel argümanları terk etmek ve İslami mücadeleyi cahili toplumsal ve siyasal yapılar içerisinde varolma hakkı taleplerine indirgeyerek küresel ve yerel şirk sistemlerine entegrasyon süreçlerine dahil olmak değil, cahiliye – İslam uzlaşmazlığına dayalı İslami mücadeleyi bugünün şartlarında nasıl somutlaştıracağımıza yoğunlaşarak tevhidi kazanımları ileriye taşımaktır.
(Not: Bu yazı ilk olarak 2010 yılında İslam ve Hayat sitesinde yayınlanmıştır.)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *