Ne dersiniz, bizim her lafın başında ve sonunda Kur’an diyenlere ve bunu TV ekranlarında, gazetelerde yerli yersiz seslendirenlere ve bu sebeple toplumun zaten karışık olan kafasını daha da karıştırıp parçacıklara bölenlere sözümüz yok mu?
Bilenler bilir, Kur’an ve İslam Dini yıllar öncesi yazılı ve görsel anlamda bu denli medyatik ve reyting malzemesi değildi.. Laiklik damarı, profan algılar buna müsaade etmiyordu çünkü…
Allah’a şükür mü etmeliyiz bilemiyorum, görsel medyanın TRT’nin tekelinden çıkmasından bu yana TV ekranlarında İslam, Kur’an, Din diyen insanlar çoğaldı.
Yazılı medya, zaten bu işe, kısmi anlamda da olsa eskiden beri yabancı değildi. Her halde önü alınamayan bir şeyler olmalı ki şimdilerde neredeyse her gazete, fetva makamında yazılar yazan bir dolu âlim, bilirkişiye “köşe” vermiş durumda ve onlar da transfer paralarıyla, aldıkları ücretlerle köşe olmuş vaziyetteler!
Yine toplumsal anlamda geliştiğini varsaydığımız Dini hassasiyetlerin tetiklediği süreç nedeniyle mi, yoksa tiraj kaygısı sebebiyle mi diyelim bilinmez(!), Kur’an tefsiri, meali ve o doğrultuda yazılmış eserlerin kupon karşılığı dağıtılarak devam ettirilmesiyle, bugün bütün evlerin “kitap”laştırılmasına vesile olunduğu da bir vakıadır.
Meseleyi yazılı medya bağlamında biraz daha açarsak, süreç itibariyle Ramazan ayı istisna(!) İslam Dinine karşı alerjisi olan büyük büyük holding gazetelerinin dışında, İslami hassasiyetleri olan gazetelerimizin sayısının arttığını muhalefet şerhi dahilinde memnuniyetle söyleyebiliriz. Bunlardan Zaman gazetesinin, arkasındaki cemaat desteğiyle de olsa tirajda büyük gazetelerle yarıştığını, Yeni Şafak ve Vakit gazetesinin manşetleriyle gündem oluşturduğunu medyayı takip edenler bilir.
Anılan gazetelerin, Akit’in neredeyse sinkaflı yazılar yazanların üslubunu istisna tutarsak entelektüel seviyeleri de takdire şayan… Belki de ilk olması hasebiyle, Türkiye’deki yerleşik din algısının neredeyse medya merkezli temsilcisi sayılabilecek Türkiye Gazetesinin, meşhur bir holdingin pazarlama gücü ile bir zamanların en yüksek tirajlı gazetelerinden biri olduğu gerçeği henüz hafızalardan silinmedi. O gazete vasıtasıyla en ücra yerleşim alanlarına kadar ulaştırılan ve hatta gazete dışında, gizli eller tarafından yok paraya pazarlanan kitaplar ve onlardaki din anlayışı bahs-i diğer. Küçük bir not olarak düşelim: Sair gazetelerin, yani İslami olduğu varsayılan ama aslında ulusalcı- milliyetçi küçük cemaat gazetelerinin tirajı az olsa da yazılı medya bağlamında “kitaplaştırma” sürecine katkısı yadsınamaz.
Kur’an-ın medyatik olmasından dem vurmuştuk…
Kur’an, artık gazeteler ve TV’ler sayesinde yani yazılı ve görsel medya bağlamında Ramazan ve kutsal(!) kabul edilen günlerin dışında da gündemde tutulur oldu.. Görsel medya açısından konuya devam edersek TV ekranlarında, herkesin de bildiği gibi, bilhassa cuma günleri veya perşembe akşamı-geceleri ve konjoktüre bağlı olarak diğer gecelerde de Kur’an’a dair her ne varsa(!) tartışılmaktadır..
Böylelikle sıradan fetvalar havalarda uçuşturuluyor, her birine sarılan da neredeyse cenneti garantiliyor gibidir…
Sabah programlarında, aşırı mı aşırı dekolteli kadınların başköşeye koydukları koltuklarda TV gündelikçisi kaknem bayanların ve kaldırım mühendisi bayların yaşamlarını meşrulaştıran hap bilgileri verenleri tanımayanlarımız yoktur. Bunların piri, hakkını teslim edip, titrini de ekleyerek söyleyelim, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk…Yaşar Hocamız bu işlere başladığında henüz prof. değildi…Akademik unvanını önce TRT’de ve sonra da ATV-Ayşe Özgün’ün programlarında kazandı desek yeridir…
Başka birileri, Yaşar Hocanın siyasete girmesinden sonra biz ne güne duruyoruz diyerek piyasayı yokladılar ve yüklü olduğu söylenen paralarla ona rahmet okuttururcasına gözü yaşlı, inleyen nağmeler eşliğinde ve bol reytingli programlar yaparak piyasaya yerleştiler..Anlattıkları, dile getirdikleri mi, bana göre boş geçin!
Onlar bir tarafa, kanaatimize göre Hocamız politikaya soyunmasaydı ve özellikle verili siyasete arkasını dayayıp tesettür konusunda da ileri geri konuşmasaydı günümüzün allamesi olacaktı ama maalesef bu fırsatı kaçırdı(!). Ne yapsın, Hocamız şimdilerde çok sevdiğini söylediği Ebu Hanife ile M. Kemal’i aynileştirmekle meşgul(!).
Bu isme alternatif olarak bir ara Prof. Dr. Zekeriya Beyaz denilen nev-i şahsına münhasır ve nevzuhur bir zat söz konusu ki oldu ki değmeyin keyfine! Yahu, bu adamlar kendilerini, çıktıkları TV programının bandını alarak seyretmezler mi, diye kendi kendimize hayıflanıp dursak da nafile…
Prof. Dr. Süleyman Ateş, Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı, Dç. Dr. Nihat Hatipoğlu, Dç. Dr. Mustafa Karataş ve diğerlerini konumuz itibariyle Kur’an’ı, İslamı medyatik(!) kılan şahsiyetler arasında sayabiliriz.
Nihat Hatipoğlu’nun mevzu ve mevzi örnekler açısından dersine çok iyi çalışarak, ses tonu ve mimikleriyle ve hatta daha ilerisi gözyaşlarıyla süslediği TV programının karşılığı herhalde akademik düzeyde Profesörlüktür!
Mustafa Karataş, Türkücü(!) Nur Ertürk ne yazık ki onun sayesinde âlime olmayı kaçırdı gibi!
Hatırlarsak, bir zamanlar Yaşar Nuri Hocamızın Ayşe Özgün’ü gibi, Karataş’ın da Nur Ertürk’ü vardı(!).
Cesurane bir şekilde orucu yarım saat fazladan tuttuğumuzu söylemesi, ”Hah, işte aradığımız adam!” dedirttirecek türdendi(!).Malum, Bayındır Hocanın çıkışlarıyla bu süre çoktan zamlandı!
Bir ara, anılanlardan bazılarının TV’lerden ne kadar para aldıkları büyük büyük rakamlarla haber konusu oldu ama ne yapsınlardı yani, bu işten biraz da para kazanmasınlar mıydı? Yaşam kaliteleri artmış, standartları değişmiş kime ne?
Biz de okuyup Arapça öğrenseydik, akademik unvana sahip olsaydık, niye kıskanıyoruz ki?
Sadede gelirsek; uydudan yayın yapan Görsel Medyanın cemaat bağlamında etkin gücü Hilal TV’de Mustafa İslamoğlu’nun tefsir derslerini ve Engin Noyan vd.leriyle söyleşilerini bunların arasında en ciddi, en önemli yere koymak durumundayız… Ama aynı kanalda M. İslamoğlu’nun tefsir sohbetlerinde ortaya koyduğu mantaliteye rağmen bazı programlar yapılıyor ki hurafe dediğin de ancak bu kadar olur dedirttirecek cinsten. Bu da TV’ciliğin cilvesi olsa gerek…
TV sonunda şov âlemidir… Bazıları filmle ilim olmaz deseler de bu alan artık kullanılıyor ve kullanılacak da… İzleyenlerimiz ve bizzat katılanlarımız farkındadırlar, geçmişte Akabe Vakfı tarafından düzenlenen “Hitamül misk” adlı programının şov boyutu küçümsenecek bir şey miydi?
Naklen yayın, görsel, işitsel efektler; Allah vergisi mikrofonik ses sahibi ve mimiklerine iyi çalışmış sunucular… Protokolde entelektüel isimler, kalabalık kitle, biraz gözyaşı, birkaç ıslanmış mendil! Adeta toplumsal hipnoz hali desek yeridir…
Hep şunu soruyorum kendime ve düşünmeden edemiyorum; onların yerine Hz. Muhammed’i hadi ondan vazgeçtik, bir Ebubekir, bir Ömer koysak, daha da beriye gelelim bir Ebu Hanife koysak acep tutar mı?
“Haddini bil haddini!” diyenleri duyar gibiyim… Öyle ya bizim gibilerin ne demeye hakkı olabilir ki?
İnsanlar bir de böyle düşünmeye çalışıversinler, bakalım ortaya ne çıkacak, biz de görüverelim?
Samanyolu TV’nin kutlu doğum haftalarında düzenledikleri programları da buna ilave edelim…
STV ve Zaman Gazetesi denilir de Fethullah Hocamız görmezden gelinir mi?
Fethullah Hocanın gücünü inkâr etmek gibi bir lüksümüz de yok zaten! Ergenekon bağlamında yaptığı katkılar(!),muharref dinlerle diyalog arayışları(!) hiç inkâr edilebilir mi? Onun Samanyolu TV’de yayınlanan gözyaşlarıyla bezenmiş aşırı duygusal sohbetleri herkesin malumu. Ayrıca Türkiye siyaseti üzerinde ki etkisi artık gazetelerde ve TV programlarında tartışılır halde… O artık neredeyse dünya ölçeğinde bir siyaset adamı, diyalog uzmanı ve İslam dünyasının Papa’ya alternatif lideri(!)… Namazlarını tayy-i mekan eyleyip Kabe-i Muazzama’da kılsa da o aslında Amerika’da ve âlem-i cihanı uzlaşı zeminine çekmekle meşgul.
Olur mu, olur, niye olmasın?
Mustafa İslamoğlu’nun organizasyonları, kısmen eleştirsek de bu konuda daha ilmi boyutu gösterdiği için dediğim gibi önem sırasının başını tutuyor bana göre… TV’de yapılan tefsir sohbetlerini, sanki onun dizinin dibinde otururcasına dinleyenler çok şey öğrenmişlerdir herhalde. İnkâr etmenin bir lüzumu yok, ben de biraz bir şeyler öğrendim de o yüzden…
Hani bazen onu izlerken, Fethullah Hocayı görür gibi olmuyor değilim… Sonuçta TV bir anlamda simülasyon ve illüzyon aracıdır. Zihnimizde ki fotoshop programıyla da bu pekâlâ mümkün.
Ramazan aylarında olsun başka zamanlarda olsun ekranlarda sıklıkla görmeye başladığımız Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır’ı anmadan geçmeyelim… Süleymaniye Vakfı adı altında İslami alanda çalışmalarıyla nam bulmuş şahsiyetlerden birisi A. Bayındır… Daha önce görev yaptığı Diyanet teşkilatının kabullerini zorlayan söylemlerini e-kitap yoluyla okumak ve öğrenmek mümkün. Kitaplarına ve web sitesinde yayımlanan yazılarına ve hatta bir TV programında Zekeriya Beyaz’la paslaşmalarına bakarsak Bayındır Hocamız, Dücane Cündioğlu’na inat(!) hurafeleri alt etmekle meşgul… O henüz Din-in bizatihi kendisinin hurafe kabul edildiğini ve hurafelerin ortadan kaldırdığında Din diye ortada bir şey kalmayacağı gerçeğini anlamamış(!). Ayrıca hurafelere karşı girişilen mücadelenin Müslüman zihnine getireceği faydanın yanı sıra anılan vakfın sanal âleminde yüzlerce fetvayı hap niyetiyle de olsa alıp sadra şifa bulmak işten bile değil… Ama söylemeden edemeyeceğim; geçmişte bir TV programında sunucunun gazına gelerek Zekeriya Beyaz’la yer yer paslaşması ve sonra durumu kurtarma vaziyeti alarak yer yer sürtüşmesi olması gereken değildi, doğrusu üzüldüğümü ifade edeyim… Birilerinin dövüştürdüğü horoz olmak akıllı geçinenlerin işi olmamalıydı bana göre…
Ali Rıza Demircan Hocamızı burada anmazsak olmaz. Kabul edelim ki o nev-i şahsına münhasır bir üstad… Eğer o olmasaydı İslam toplumu herhalde cinsellikten sınıfta kalacaktı(!). Üstat “İslama Göre Cinsel Hayat “ diye bir eser ortaya koydu ki koyuş o koyuş öylecene üzerine yapıştı kaldı, yeni moda espriyle patladı gitti! Geçmişte Medyatik bağlamda esamisi okunmayan hocamız sanki bu işi önceden kestiriyormuşçasına birdenbire medyatik oluverdi! Tutabilene aşk olsun, kanal kanal geziyordu bir aralar, bugünlerde yine öyle… Ama haddimizi bilelim ve hakkını teslim edelim, o kendi ölçeğinde iddialı ve azimli. Yer yer çok da doğru şeyler söylüyor. Aslında sanal âlemin fetva köşelerinde; ki İslamoğlu Hocamızın sitesi de dâhil, her açışımızda yüzümüze, gözümüze sırıtan cinsellik tarzı sorular, bu konuda gerçekten zaaf sahibi olduğumuzun bir göstergesidir, Demircan Hoca ne yapsaydı yani?
Son bir fenomen; R.İhsan Eliaçık…
Mülk konusundaki söylemleri, sosyal İslam tezi bir hayli ilgi gördü. Kavramlara bakışı birçoğumuza göre sorunlu, buna rağmen kendine göre bir yol tutturmuş vaziyette. Ama sonuçta o da TV kanallarının malzemesi olmak gibi bir riskle karşı karşıya. Söylemlerinden ve yazılarından bazı cümleler cımbızla seçilip TV programların konu malzemesi yapılıyor. Medya kahramanı olmanın da maalesef böyle bir riski var. Dolayısıyla eğri oturmadan doğru konuşmak, yerinde ve zamanında düşünce dile getirmektir olması gereken.
Baştan beri saydığımız isimler, içinde yaşadığımız toplumun neredeyse ezbere bildiklerinden…
Şimdi soralım, bu isimleri zikredilen şahsiyetler hangi özellikleriyle tanınır, bilinir olmuşlar?
Bu birinci soru…
Bu isimler (bir-ikisi istisna ki onları bilen bilir zaten) Arapçayı tabir-i caizse yutmuşlar, konuşmaları ve yazmalarında Osmanlıca, Farsça ve en önemlisi Türkçe zenginliği ortada…
Yani demem o ki sahalarında etkin ve yetkin kabul edilen kimseler… Onların ağzından çıkan her söz, bazılarımız için bağlayıcı ve neredeyse vazgeçilmezlerdendir…
Peki, bu insanlar görüşlerini, fikirlerini ve hatta fetvalarını zikrederken neye dayandırıyorlar?
Bu ikinci soru…
Sorulardan ilkinin cevabı İslami alanda ilim(!) adamı vasfıyla temayüz etmeleridir…İkincisin cevabı Kur’an’dır.. Her nerede, ne konuşuyor ve ne yazıyorlarsa, Kur’an böyle diyor, Kur’an şöyle diyor, diyor da diyorlar… Sanırsınız ki Kur’an vahyi onların vücutlarında, beyinlerinde kendisini güncellemiş(!).
Şimdi yine kendi kendimize meseleyi dağıtmak pahasına da olsa soralım; bu isimleri görüşleriyle, fikirleriyle, fetvalarıyla, siyasi görüşleriyle yan yana getirebilir miyiz?
“Bu soruya cevap aramak çok mu önemli?” diye tepki gösterilebilir..
Bunun sebebi de olsa olsa bizim kültürümüzde yer tutmuş ve handiyse kabul görmüş bir hadistir.
“Ümmetimin ihtilafı rahmettir!” de saklı bulunan ve Peygamber öğretisi kabul edilen bu sözü yedekte tutulunca sorular anlamsız olacaktır ve öyle de oluyor da zaten… Mademki var, bu hadisin mevzu olduğunu söyleyenlerden cesaret alarak yola çıkalım ve en bilinen tartışmaları merkeze koyalım… İslam dininde, Kur’an’da tesettür nedir, başörtüsü var mıdır? Her dem gündemde tutulduğu için önemli bir soru bu ve kimilerine göre ve bilhassa karşı görüşe göre “Yeter artık!” dedirttirecek cinsten…
Unvanlarını eklemeden hazretlerin ne dediklerine bakalım: Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz, hadi yukarıda ismini zikretmedik ama olsun, Hüseyin Hatemi’yi de ekleyelim ki Hatemi hukukçu kimliğiyle öne çıkan bir şahsiyetti ama “İlahi Hikmette kadın” kitabında ve sağda-solda serdettikleriyle bu konuda fetva makamında görülen biri neredeyse…
Ne diyorlar; Kur’an başörtüsünü emretmiyor… Hatta Yaşar Nuri Öztürk daha da ileri giderek bu bir Yahudi geleneğidir diyerek tartışmayı alevlendirdi ve malum medya bu açıklamaya mal bulmuş mağribi cinsinden atlayıverdi…
Süleyman Ateş hocamız kusurumuza bakmasın ama dünü-bugünü tutmayan fetvalar vererek yumuşak geçiş imkanı veriyor soru soranlara… Başörtüsü vardır ama bizim ondan daha başka sorumluluklarımız var diyerek mevcut siyasal tepkimeleri, bu konu da mağdur olan kesimlerin feveranlarını görmezden gelerek zaaf oluşturduğunu söyleyelim.
Fethullah Gülen; “başörtüsü füruattandır!” sözünü bir söyledi sanki “pir” söyledi oldu (öyle zaten!) Ona bağlı olduğu iddia edilen vakıf, dernek, kolej, dersane vb. yerlerde 28 Şubat geriliminden sonra ortaya çıkan manzarayı seslendirerek kimseyi üzmek istemezdik ama yaşandı bütün bunlar… Başörtüsü eylemlerinde vuku bulan kırılmaların sebebini, söylenen bu söze bağlarsak herhalde yanlış yapmış olmayız?
Zekeriya Beyaz, bu işi en çılgınca ve fütursuzca seslendirenlerden… Yazdığı(!) kitapta üzerinde çok düşündüğü cariye resmini malum kanallar gözümüze gözümüze sokarak alay ettiler neredeyse… Bu ara yine küçük bir not düşelim: Bir TV. programında Murat Bardakçı’nın, “Kur’an’da başörtüsü var mıdır?” sorusunda ısrar etmesinin akabinde “Evet vardır…“ demesi ve anında programın bitmesi de ilginçti…
Mustafa Karataş, Nihat Hatipoğlu, Bayraktar Bayraklı, söylemlerinde üniversitede okumayı olmazsa olmazlara getirerek başı açıp okumak konusunda kapı aralıyorlar… Üzülerek söyleyelim ki en ciddi olanı Mustafa İslamoğlu Hocamız bile zaruret durumunda peruk, örtü yerine ikame edilecek bir vasıtadır diyerek başörtüsü mücadelesine nefer olarak katılanların bence şevkini kırdı. İnan-a-mayanlar ve akabinde isteyenler sanal âlemin fetva köşelerine bakabilirler. Eliaçık ise, o da olur bu da olur, kadim kültürümüzün verileri yani geçmiş bazı âlimlerin malum kavramlara ilişkin açılımları buna kapı aralıyor diyenlerden!
Açıkçası Arapça biliyorlar ya, hem de en iyisini biliyorlar ya, “hamr, humur-hımar” kelimelerine takla üstüne takla attırıp, işin hamurunu çıkarıyorlar! Malum kanallarda kelimelerin kökünden başlayıp dalına-budağına varıncaya kadar lügat parçalıyorlar, sanki izleyiciler ve dinleyicilerin tümü dil uzmanıymış gibi. İsmini andığımız bazı muhteremlerle özdeşleşmiş TV kanallarının prime time denilen vakitlerinde haber sunan tiplere bakarsak onların bu işi, tesettürü çok da ciddiye almadıklarını söylersek herhalde işi abartmış olmayız?
Hadi örnek olarak TV isimlerini verelim; Kanal7, STV, TV5, Mehtap TV vs. hangisinde bahse konu olan anlamda ümmetin derdiyle hemhal olma var? Şov dünyasıdır, bu iş ancak böyle yapılır türküsünü tutturmuşlar; notalarını değiştirebilene, akortlarını bozabilene aşkolsun..
Şimdi hatırlatarak yine soralım, bütün bu tartışmalar, yani ihtilaflar rahmet doğurmuş mudur sizce?
Haddimiz olmadan başka bir soru daha soralım; Fıkıh ve tefsir literatüründe çok meşhur yerleri olan, “Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur” ile “Ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz” ifadelerini muhatapları acaba nereye koyuyorlar? Öyle anlaşılıyor ki ikincisi tercih ediliyor. Yukarıda ihsas ettirdiğimiz gibi bu kabul Müslümanların mücadele şevki ve azimlerini kırmaktadır ve kırmıştır da. Bu kabullerin anılan mesele ile ne alakası var denileceğini bilsek de böyle… Yaşanılan süreç itibariyle ve bahse konu ettiğimiz kabullerden yola çıkarak söylersek zaruretleri kim, nasıl belirleyecek ve bu sıkıntılı durumlarda kim hangi yetkiyle fetva verecek?
Cevabı kolay, allame enflasyonu yaşanılan bu zeminde işimize gelen fetvayı bulmak mümkün nasıl olsa… ”Koşun, gelin, seçmece bunlar, her derde deva, çare bizden!” diyen allameler ortalıkta cirit atıyor… Zaten içinde yaşadığımız süreçte bu işin cılkının çıkarıldığı da gün gibi ortada… Geçmişte de örneklerine şahit olduğumuz gibi Ramazan ayının kutsiyeti (!) içinde sabah doğru söyleyenleri akşam yalanlayanlar; sabah yanlış söyleyenleri akşam doğrulayanlar TV ekranlarında birbirlerine hakaret edip durdular ki bunlar güya ilim adamı koca koca adamlar… Fazla uzatmaya gerek yok aslında… İhsas ettirilmeye çalışılan şeyi muhatapları anlıyordur..
Kim ne diyorsa Kur’an’a göre diyor(!). Kim ne diyorsa Hz. Muhammed’den ilham alarak söylüyor(!).
Bu çerçevede tartışma örneklerine ilave edersek, Kur’an’da demokrasi, laiklik, sosyalizm, liberalizm, hümanizm vs. var mıdır? Kur’an’a göre büyü, sihir, kabir azabının karşılığı nedir? Kur’an’ın kavlince Ehli Kitap cennete gider mi, gitmez mi? Namaz kaç vakittir, cem var mıdır? Faiz nedir, riba nedir? Ve daha neler neler sulandırılarak tartışıldı, duruldu. Tartışmalarda ortaya çıkan sonuç, verilen fetvalar hepten kafa karıştırıcı…
Şimdi de imsak ve sabah namazı vakti tartışması! Diyanet bir başka, A.Bayındır, S.Ateş, A.R. Demircan, H.Atay vs. ise başka söylüyor. Vebal mi? Durun, düşünelim biraz!
Rahmet denilen şey mi? Çok ararız biz onu daha!
Demokrasi, Laiklik, Liberalizm, Sosyalizm denilince bu sahanın en yetkin, en entellektüeli olan Ali Bulaç’ı anmamak haksızlık olur… Bu üstadımızın düşünce âlemindeki seyr-ü seferinde geçirdiği trafik kazalarından bahsetmeyi yersiz görelim… Sonuçta hepimizin başına gelebilir-geliyor bu tür kazalar… Ama dün “tu kaka!” dediklerine bugün meşru zemin oluşturanlar için dikkatli olmak gerektiğini söylemek de hakkımız olsun.
Her söz sahibini bağlarmış ama sahasında otorite kabul edilenlerin söylemleri başkalarını da bağlar. Bu kabulden hareketle Kur’an’ı, İslamı medyatik kılan bu şahsiyetlere sormak gerek…
Bizim gibi sıradan okuyucular yani entellektüel (havas) zekâlarca ancak müntesip, tabi, taklitçi olarak görülecek bizim gibiler (avam) ne yapsın?
Herkes, “Bana gelin, bana gelin!” diye sesleniyor…
Herkes Kur’an’ı en iyi ben anlarım, en iyi ben bilirim, çünkü ta küçüklüğümden bu yana Arapça eğitiminden, İslam ilimlerinin tedrisatından geçtim, vs. vs. iddiasında. Bu tarz tanıtımın karşılığı kimse gücenmesin, kimse kızmasın “ben” dir, egoyu kabartmaktır, enaniyettir ama bunu siz kime söylüyorsunuz ki?
En kötüsü de baştan beri kişi ve kurumlar açısından yapılanları kısmen iyi niyet çerçevesince özetlesem de onların birçoğu gerçekte bu Dinin hakikatinden bahsetmemektedirler. Onlar İslamı popülize etmişlerdir, pop İslam’dır dertleri ve İslami popilist bir yaklaşımla yerlerde süründürenler de bu işin hesabını ümmetin vicdanlarında vermelidirler.
Özetle, sınırları fazla zorladığımın, dağıttığımın ve uzattığımın ve belki de haksızlık yapıyor olabileceğimin farkındayım ama bütün bu süreci takip etmeye çalışan biri olarak işleyişe eleştirel gözle bakmaya ve bunu dile getirmeye hakkımız olduğunu düşünüyorum. Sonuçta, okuyucu ve dinleyici olarak muhatap biziz, değil mi?
Şunun ayırdına iyi varalım: İsmini zikrettiğimiz kişilere hakaret etmek, hafifsemek bizim işimiz değildir. Onlar iyi niyetle söylersek her imkânı, kendi kabullerini insanlarla paylaşmak adına kullanmak istiyorlar. Bizim âcizane dikkat çekmek istediğimiz husus bu işin medya bağlamında cılkının çıkarıldığıdır. İtiraz edilemeyecek bir hakikattir ki Kur’an’dan bahsetmek ciddi bir iştir. Meseleye yabancı ama programa hâkim olan moderatörlerin karşısında veya yarı uryan ve meseleye zerre kadar vakıf olmayan ciddiyetsiz kadınların ve ideolojik körlük yaşayanlarında karşısında İslamdan, Kur’an’dan bahsetmek kanaatimizce O’na hizmet etmek değildir. Bu gazeteler için de böyledir.
Son sözü söyleyen, zırt pırt söz kesen, olmadı reklâmlarla olayı bağlamından koparmaya çalışan programcılarla TV ekranlarında tartışmaların esas maksada ulaşmasının önüne geçildiğine hangimiz şahit olmuyoruz ki? Bu bağlamda üzülerek söylemek durumundayım, Kur’an, şov âleminin malzemesi yapılmaktadır… Maksadımız bu ciddiyetsizliğe işaret etmektir, hepsi bu…
Ayrıca, hazır TV ekranlarına çıkmışken ümmetin gerçek sorunlarından, ümmetin uğradığı zulümlerden bahsetmek yerine bir köpeğin dişlerinde güzellikler aramaya çalışanlar sorgulanmalıdır. Hz. Peygamber’in karnına bağladığı taşı gözü yaşlı hikâye edenlerin, çevrelerinde yaşanan zulümlere duyarsız kalmaları hoş görülebilir mi? Uyduruk hadislerle cıbıl kokanaları, kendini bilmez ayyaş tipleri verdikleri üç kuruşla cennete yollayan hocalarımızı(!) şakşaklamak hangi vicdanın işi olabilir?
Ebu Hanife’yi çok sevip takdir ettiklerini söyleyenlerin İslamı başta Kadir gecesi olmak üzre sair kandillerde kılınan namaza indirgemeleri kabul edilebilir bir şey midir?
Ne dersiniz, bizim her lafın başında ve sonunda Kur’an diyenlere ve bunu TV ekranlarında, gazetelerde yerli yersiz seslendirenlere ve bu sebeple toplumun zaten karışık olan kafasını daha da karıştırıp parçacıklara bölenlere sözümüz yok mu?
Bu işten “Uydum imama…!” diyerek sıyrılabileceğimizi zannediyorsak vay halimize!
Kur’an’ın “Çağırın o önderlerinizi de…!” diye başlayan ve “Hayır, bizim onları çekip çevirmeye gücümüz yoktu…!” diye biten ayetlerini düşünelim isterseniz…Yoksa, o ayetler bize seslenmiyor diyerek kenar mı duracağız?
Ne dersiniz TV izleyerek, gazete okuyarak ilim tahsiline devam edelim mi?
Öyle ya, onlar nasıl olsa “Bizi izlemeye devam edin!” diyorlar!
Ki yazılanlara bakılırsa okuyan değil iyi bir TV izleyicisi olduğum da ortaya çıkıyor zaten, saklamaya ne gerek var değil mi?
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *