Mekke ve Medine adeta Pepsi Cola’nın Ortadoğu üssü görünümünde!
Umre yolculuğumuzla ilgili intiba ve düşüncelerimizi paylaşmaya çalıştığımız yazı dizimizin ilkinde, Harameyn’in bir Müslümanın düşünce ve duygu dünyası üzerinde meydana getirdiği sarsıcı etkileri dile getirmeye çalışmıştık. Bu ikinci yazımızda ise özelde Mescid-i Haram ve genelde tüm Harameyn coğrafyasının, Suud hanedanının insafına terk edilmişlik şeklinde ifade edebileceğimiz mevcut statüsünden kaynaklanan sorunları dile getirmeye çalışacağız.
Türkiyeli Müslümanlar arasında Harameyn’e dair yaygın bir kanaat var; Arabistan’da İslami hayatın Mekke ve Medine’yle sınırlı olduğu, Harameyn’e sıkıştırılmış bir İslami görünümün söz konusu olduğu yönünde.
Umre yolculuğumuz bize, ne yazık ki bu kadarının bile doğru olmadığını öğretti. Mekke ve Medine’nin ötesinde, Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi’ye sıkıştırılmış, büyük ölçüde oralarla sınırlandırılmış bir İslam algısı ve atmosferi ile karşılaştık. Kaldı ki bu mescidlerin de İslam’ın mescidlere yüklediği anlamlardan büyük ölçüde soyutlandığı, Suud hanedanının ideolojik kırmızı çizgileriyle sınırlandırılmış olduğu, salt bireysel ibâdetlerin yapılabildiği bir işlevsizliğe mahkûm edildiği de kolaylıkla gözlemlenebiliyor.
Bu anlamda Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi’nin durumu, Türkiye’deki mescidlerin / camilerin durumundan farklı değil. Türkiye’de olduğu gibi orada da mescidleri kendi işleyişinde söz sahibi kılmayan sistem, kendisi mescidleri diledği şekilde biçimlendiriyor, oralarda neyin konuşulup konuşulmayacağını, oraalrın nereye kadar İslam’ın mescidi işlevi göreceğini belirleme yetkisini sonuna kadar kendinde görüyor ve mescidlerin işlevleri konusunda sınırları kendisi çiziyor.
Kendilerini “Hâdimul Harameyn” olarak niteleyen ve bu sıfatla kendilerine her iki mescidin kürsülerinden dualar edilen Suud krallarının, Ahmed Kalkan hocanın da belirtiği gibi aslında “Hâkimul Harameyn” durumunda oldukları, mescidlerin her karışında ve işleyişinde kolaylıkla hissediliyor. Mescidlerin kapılarına kendi adlarını veren, halılarına kendi amblemlerini, Kâbe örtüsüne isimlerini nakşeden Suud hanedanı bunlarla da yetinmiyor, bu iki mescidi, diledikleri gibi yönetecekleri, okunacak hutbeler başta olmak üzere ne konuşulup ne konuşulmayacağını belirleyecekleri kendi özel meclisleri gibi görüyor ve öylece idare etmeye çalışıyor.
Elde ettikleri devasa gelirler karşılığında Harameyn’in hizmetlerini yapmayı Müslümanlara lütuf gibi gören ve buradan aldığı güçle Harameyn’i hanedan otağı gibi yönetmeyi kalkan Suudlu yöneticilere, sözün burasında Rabbimizin şu âyetini hatırlatmak isteriz:
“Siz, hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram’ın bakım ve onarımını, Allah’a ve âhiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden kimse(lerin amelleri) gibi mi tuttunuz? Bunlar Allah katında eşit olmazlar. Allah, zâlim topluluğu doğru yola erdirmez.” (Tevbe 9/19)
Evet, Harameyn’e bile değil, Mescid-i Haram’a ve Mescid-i Nebevi’ye sıkıştırılmış, ümmet şuurundan, tevhidi bilinçten koparılmış, bireysel ibâdetlerle sınırlandırılmış bir İslam algısı… İmanın doğduğu ve iktidar olduğu topraklardaki manzara maalesef bu. Mekke’de Mescid-i Haram’dan, Medine’de ise Mescid-i Nebevi’den dışarı adım çıktığınızda, mescidlerdeki (bireysel ibâdetlerle sınırlandırılmış da olsa) o İslami havanın kaybolup gittiğini, yerini emperyalizmin / kapitalizmin sembol markalarının ve krallara layık otel zincirleri ve alış-veriş merkezlerinin kuşatmasıyla karşı karşıya kalıyorsunuz.
Mekke ve Medine adeta Pepsi Cola’nın Ortadoğu üssü görünümünde! Hemen tüm gıda ve yemek ile ilgili dükkanların tabelalarında bu Amerikan markasını görmek mümkün. Harameyn’e kâfir ve müşrikler giremez, fakat onların sembol markaları, otel zincirleri o coğrafyada diledikleri gibi fink atabilirler!
Zem Zem Tower ve benzeri otel ve alış-veriş merkezlerinin Harameyn’in fiziki görünümünün çok çok ötesinde taşıdığı anlam üzerinde yaptığı tahribatı çok fazla anlatmaya gerek olmasa gerekir. İnsanların her türlü ayrıcalık ve statülerinden arınarak âlemlerin Rabbi’nin huzurunda tüm insanlarla eşit olarak secdeye kapandıkları, omuz omuza tavaf ve sa’yle kardeşleştirkleri bir coğrafyaya Zem Zem Tower gibi sınıfsal vasfı çok belirgin olan, insanları birbirinden koparan, statü oluşturan, ayrıcalık doğuran bir yapıyı, yeryüzünün en mütevazi yapısının baş ucuna dikmek ancak Suud hanedanının aklına gelirdi herhalde!
Zem Zem Tower’de devre mülkü bulunanların bir kısmının namaz için bile mescid-i Haram’a inmeye tenezzül etmediği, bulundukları şatafatlı odalardan Mescid-i Haram’daki namazlara dahil olduklarını öğrenince maksadın gerçekleşmiş olduğunu anlamış oluyoruz! Hele de Zem Zem Tower’in bitişiğindeki benzer bir otel ve alış-veriş merkezinin menüsünü gösteren broşürü gördükten sonra, bu insanların böylesine lüks ziyafetler için niçin dünyanın bu en sade coğrafyasını seçmiş olduğunu sormadan edemiyorsunuz!
Tesettür, sokaklarda insanların birbirine karşı anlayış ve saygıyla yaklaşımı gibi bireysel İslami hassasiyetler Harameyn’de mescidlerin dışında da hâkim olsa da, yeryüzünün her bölgesinden biraraya gelmiş olan Müslümanların ortak bir gündemi, buluşması, dertleşmesi gibi İslam’ın sosyal ve siyasal boyutuyla ilgili bir gelişmeye rastlamak mümkün değil. Buralarda camiler namazgâh olmanın ötesindeki tüm işlevlerden nasıl uzaklaştırılmışlarsa, orada da durum çok farklı değil.
İslam’ın kalbinde halihazırda nasıl bir din algısı ve anlayışının hâkim olduğunu, Mescid-i Haram’da, tavaf sırasında sıcaktan bunalan Müslümanlara, “Allah rızası uğruna” Pepsi Cola ve Fanta markalı içecekler dağıtanları görünce daha iyi anlamış oldum. Tevhidi bilinçten mahrum, tamamen bireysel bir dindarlık anlayışı hâkim kılınmış Harameyn’de ve bunu her an gözlemlemek mümkün.
O topraklarda şirk denilince tek anlaşılan, mezarlıklarda ve türbelerde işlenen şirk eylemleri. Yüce Allah’ın hükümlerinden başka hükümlerle idare olunan saraylarda işlenen şirk eylemleri, mescidlerde Allah’tan başkalarının değer yargıları hâkim kılınarak, Allah’tan başkalarının adı anılarak işlenen şirk eylemleri, İslam’ın hariminde ABD ve müttefiklerine askeri üsler sağlanarak işlenen şirk eylemleri hiçbir şekilde gündeme bile gelmez, getirilemez. Mescid-i Nebevi’de çat-pat Arapçayla konuşmaya çalıştığım bir genç kardeşimiz, kendisine Arap Baharı’nın Suud’u etkileyip etkilemeyeceğini sorduğumda tahmin edeceğiniz tepkiyi verdi, eliyle mesciddeki kameraları da işaret ederek: “Bunları konuşmayalım, işitilirse hapse atarlar.”
Evet, saraylardaki, Amerikan üslerindeki şirk eylemlerine gözünü kapatan, yani kendi gözündeki merteği görmeyen Suud uleması, hep mezarlar ve türbelerde işlenen şirk eylemlerini gündem ederek tevhid mücâdelesi yaptıkları zannına kapılıyorlar.
Hz. Peygamber’in “Mü’minler bir vücudun âzaları gibidir. O âzalardan biri rahatsız olsa bütün vücud rahatsızlık duyar” buyurduğu rivayet edilmektedir. (Buharî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66) Bu hadis rivayeti çerçevesinde baktığımızda da, ümmet açısından konumu vücuttaki kalp mesabesinde olan Harameyn’deki duyarsızlığı, ümmet şuurundan kopuk ve uzaklığı gözlemlemek zor değil. Düşünsenize, tüm vücud yara bere içinde fakat kalp bundan habersiz, bu acıları paylaşmak bir yana hissettiğine dair bile bir emare yok!
İşte her yıl milyonlarca Müslümanın akın akın ziyaret ettiği, omuz omuza namaz kılıp yine omuz omuza umre ve hacc menasıkına dair ibâdetleri yerine getirdiği İslam’ın harimi bu coğrafyada, ümmet şuuru ve tevhidi bilinç namına neredeyse bir kıpırdanmaya bile rastlamak mümkün değil.
Tevhid dâvasının, yeryüzünde hak ve adaleti hâkim kılma mücâdelesinin taşından toprağından okunabildiği, her karışı anlam yüklü, her karışı sembol yüklü ve her sembolü bir bilinç öğretmeni işlevine sahip olan bu coğrafyanın böylesine bilinçsizliğe, böylesine duyarsızlığa, böylesine bireysel dindarlık ucuzluğuna mahkûm edilmiş olması kabul edilebilecek bir durum değil.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *