İhtiraslar ve Muhterisler Çağında Yaşamak

Ortadoğu’da “Arap Baharı” üzerine spekülasyonlar devam ederken, Avrupa’da içerisinde bulunduğumuz günlerde “post-demokrasi” döneminden söz ediliyor. Pek çok ünlü düşünür / filozof “demokrasi”nin namusunu/onurunu kurtarmaktan söz ediyor.

Avrupa-merkezci kültür ve uygarlık yaklaşımı, Avrupalı olmayan kültür ve uygarlıkları, bir folklörden ibaret sayıyor; savaşlar, katliamlar, tehditler, suikastler ve cinayetler yoluyla bütün dünyaya Avrupa modelini tek model olarak dayatıyor. Bu dayatmanın büyük bir diktatörlük ve keyfilik olduğu gözlerden ve dikkatlerden kaçıyor. Avrupa merkezcilik adına tek bir paradigmanın, tek bir mitin dayatıldığı günümüzde sömürgeciliğin dehşetini bir kez daha yaşıyoruz. Zayıf ve güçsüz ülkeler, emperyalist amaçlara hizmet etmesi gereken araçlar olarak görülüyor. Günümüz dünyası, emperyal güçlerin çıkarlarına ve amaçlarına göre şekilleniyor. Emperyalist şiddet karşısında halklarımız/toplumlarımız nesneleştiriliyor, şeyleştiriliyor. Güçlüler kendilerinin hukuku/ahlakı/vicdanı çiğneme hakkına sahip olduklarına inanabiliyor. “Terörizm” siyasal çıkar aracı olarak sorumsuzca kullanılıyor; şiddete dayalı modern-seküler sistem insanımıza kadavra muamelesi yapıyor, yapabiliyor.

Ötekileştirilen, mutlak öteki sayılan Müslümanlar insani alanın dışına sürgün ediliyor, mutlak öteki insan sayılmıyor; bir fazlalık, yük ve zararlı olarak görülüyor. “Demokrasiler” terör, savaş, şiddet yoluyla dayatılıyor. “Demokrasi” adına işlenen her cürüm, her şiddet meşru sayılabiliyor. Halklarımız, toplumlarımız, her hangi bir gerçekliğe sahip olmayan, hiçleştirilmesi gereken halklar olarak görülebiliyor. Modern-seküler söylemin “öteki”ne karşı inşa edilmiş bir söylem olduğunu görüyoruz.

Tarihsel zamanın / olayların / gelişmelerin karşısında Müslümanlar olarak nerede ve nasıl durduğumuz, yanıtlanması gereken hayati önemde bir sorudur. Modern-seküler demokratik tiranlık, halklarımızın / toplumlarımızın kendi hayat / siyaset tarzlarını seçme yeteneklerini yok ediyor. Müslümanların kendi kaderlerini kendi ellerine almaları, kendi toplumla­rını kendi elleriyle özgürleştirmeleri savaşlar yoluyla en­gelleniyor. İçerisinde yaşadığımız dönemde, İslam’ın baskın, hakim, belirleyici ve tayin edici bir rol üstlenmemesi için; yalnızca kültürel bir misyona sahip olması için küresel bir terörizme başvuruluyor. Amerika bu dönemde İslam toplumların­da, emperyalist bir izlenim vermekten korktuğu için, İslam toplumlarına yönelik politikaları müttefikleri aracılığıyla uygulamaya koyuyor; doğrudan müdahale etmek yerine, müttefikleri aracılığıyla müdahale ediyor. İslamî dil / söylem / po­litika ancak sürekli olarak geri adım atarak, özür dileye­rek, ödün vererek kendisini ifade edebiliyor.

Bugünün en büyük gerçeği, gerçeği konuşup tartış­mamak; en büyük sorunu, yapısal sorunlarımızla yüzleşmemektir. Müslüman kitleler daha çok kendilerine bahşedilen inanç­lar, duygular ve sezgilerle hareket ediyor, bu kitlelerin kendi çabalarıyla edindikleri bilgileri ve bilinçleri yok. Bütün dünyada doğal düzenden kopan insanlar, toplumlar ve hayatlar hiçliğin tehdidi altında bulunuyor. Her şeyin alı­nıp satılabilir hale geldiği bir dünyada, değerler dünyası da piyasa değerleriyle sınırlı hale geliyor. Bir bilinç za­manında yaşamadığımız için ekranlara maruz kalanlar, orada gördükleri şeylere dönüşüyor. Herkes her alanda korkunç bir tatminsizlik yaşıyor. Günümüz insanı ihtirasları tarafın­dan engelleniyor, kısıtlanıyor. Vahşi bir ihtiraslar çağında insanlar Darwinci bir rekabet içerisindeler. Araçsal akıl hayatın her alanında büyük parçalanmalara neden oluyor. Araçsal akıl toplumsal bütünlüğü sağlayabilecek bir değer sistemi oluşturamıyor. Araçsal akıl, tahakküm ve güç ihtiras­larını meşrulaştırabiliyor. Bilimsel hesaplama yöntemleriy­le hayatı ve toplumu anlamak/çözümlemek mümkün olmuyor. İyi-kötü, doğru-yanlış, helal-haram ölçütünü araçsal akıl ya da özne merkezli akıl belirleyemiyor, belirleyemez. Günümüzde bütün varoluşlar ekranların egemenliği karşısında et­kisiz hale geliyor. İnternet dünyası varoluşları belirsiz hale getiriyor, piyasaların tahakkümü altında bulunan bir dün­yada bütün anlam sistemleri altüst oluyor. Zayıflar, güçsüzler, geleceği olmayan umutsuzlar, her ülkede piyasaların diktatörlü­ğüne karşı öfkelerini yükseltiyor. Katlanılması mümkün olmayan paranoid tarihsel süreçler yaşıyoruz.

Nerede yaşıyor olursak olalım, Müslümanlar olarak varoluşsal tercihler yapmak zorundayız. Tercihlerimizi kendi ira­demizle, bilincimizle yapmıyoruz. Entelektüel bilgi ve bilince sahip olmadığımız için her türlü manipülasyona açık durumdayız, sahip olduğumuz bilgileri propaganda yoluyla alıyoruz. Eleştirel yeteneklerden yoksun olanlar, her tür propaganda tarafından araç haline getirilebiliyor. Bilgi, birikim, bilinç yoksunluğu içerisinde bulunan bireyler / toplumlar, propagandanın niteliğine ve içe­riğine bakmaksızın, propagandayı kabule hazırdırlar. Dışlanmaktan ya da marjinalleştirilmekten korkanlar kendi tercihlerini ve dü­şüncelerini açıklamaya cesaret edemezler. Güçlü olanların bakış açılarını ve yöntemlerini kabul ederler., böylece yalnız kalma endişesinden kurtulurlar. Zihinsel cesarete sahip olmayanlar, yalnız kalma endişesiyle kalabalıklar arasında kalmayı ve uyum sağlamayı tercih ederler.

Günümüzde Batı demokrasileri derin bir bunalım, belirsiz­lik ve kaos içerisinde bulunurken, Avrupa halklarının sorunları “demokrasilerin” umurunda değil. Siyasal yönetimler halklara he­sap verme ihtiyacı duymuyor. Toplumları, halklar değil, ekonomik finansal güçler, medya güçleri yönetiyor. Kimse demokrasinin nasıl bir şey olduğunu bilmediği için, şimdi herkes gerçek “demok­rasi” arayışı içerisinde.

Bütün dünya kavramsal belirsizlikler yaşıyor. Modern tüm kavramlar tartışmalı hale geliyor. Tüm kavramlar polemiksel içeriği olan kavramlar. Bugün gerçeklik çığırından çıkmış bir gerçekliktir. Bü­tün modern kavramlar ancak ideolojik bir destekle, propaganda desteğiyle yaşatılabiliyor. Modern tarih ve modern uygarlık kendi, kendisini eskitiyor, kirletiyor, mahvediyor. Sanayileşmeden oluşan uygarlık kirlenmeleri, uygarlık hastalıklarını çoğaltıyor.

Bilimsel bağnazlık ve bilimsel cehalet sebebiyle hayatın içerisinde hepimiz, bütün bir yeryüzünde her şey bilimin yan etkilerine maruz kalıyoruz. Küreselleşme ekonomik / kültürel bir süreç olduğu kadar, dünya iktidarı olmayı amaçlayan bir projedir. Bu nedenle hiç bir ülke karşı karşıya bulunduğu sorunları tek başına çözümleyemiyor. Günümüzde çözümleme iradesi ulus devletten çok, dünya sistemine aittir. Günümüzde ulusal-uluslararası ayrımı çok anlamlı değil. Politika küresel yurtiçi politikaya dönüşüyor. Küresel güçler/imkânlar “sivil toplum” kuruluşlarını güçlendiriyor, bu hareketlere meşruiyet zeminleri açıyor. Neoliberal sistem sermayenin çıkarlarını koruyabilmek için devletler de dâhil olmak üzere her şeyi araçsallaştırabiliyor. Sistemle işbirliği yapmayan unsurlar bir şekilde kuşatılıyor, istikrarsızlaştırılıyor, tasfiye ediliyor.

Olağanüstü durumların normal karşılanabildiği hastalıklı bir dönemden geçiyoruz. Neleri bilmediğimizi bilmiyoruz, bildiğimizi sanıyoruz. Herkes kendisini, tarzını çok önemli buluyor, yanlış yapmayacağını düşünüyor. Kendi tarzını putlaştıranlarla ilişki kurulamıyor. Gerektiğinde kendimizi, tarzımızı, tercihlerimizi yeniden gözden geçirme ihtiyacı duymuyoruz. Özeleştiri yapmak gibi bir geleneğimiz yok. Ortak akla ihtiyaç duymuyoruz. Bilinçli olmanın önemini kavrayamıyoruz. Her hangi bir cemaatin / hizbin / ideolojinin hizmetine girenler düşünme yetilerini bütünüyle kaybediyor. Cemaat liderini aramızdan biri gibi algılayamıyor, onları insanüstü kişilikler saydığımız için bir türlü insanlaştıramıyoruz.

Ciddi bir bilinç kaybı ile karşı karşıyayız. Libya’nın Batılı güçlerce yeniden sömürgeleştirilmesini “Libya’da Devrim” olarak tanımlanabiliyor. Suriye’nin iç sorunlarını derinleştirmek ve bir çatışma ortamı hazırlamak için bu sorunların emperyal güçler tarafından ısrarla ve açıkça istismar edildiğini, muhalif unsurların kışkırtıldığını hatırlamak istemiyoruz.  İslam toplumlarında, eleştirel bir kamuoyu gelişmediği için yeni keşifler yapamıyoruz. Hangi alana ilişkin olursa olsun, yeni keşifler için risk almak gerekiyor. Risk almak istemediğimiz için eski düşünme biçimlerini sürdürüyoruz.

Kişiselleşmiş diktatörlük rejimleri küresel / emperyal sisteme hizmet ettiğinde, diktatörlükler sorun olmaktan çıkıyor ve meşrulaştırılıyor. Diktatör Suriye rejiminin muhaliflere yönelik katliamlarını insani hassasiyetlerimiz sebebiyle her gün konuşuyor, bu katliamlara tepki gösteriyoruz. Ancak, NATO diktatörlüğünün Afganistan ve Pakistan’da her gün acımasızca gerçekleştirdiği katliamları hiç konuşmuyoruz, bunlara tepki göstermiyoruz. NATO’nun Libya’da gerçekleştirdiği katliamlar hiç tepki toplamıyor. Bütün bunlar olup biterken Türkiye’nin NATO üyesi olduğunu her nedense hatırlamıyoruz. Hangi bağlamda olursa olsun her direniş statükoları sorgulamakla başlar. Gerektiğinde kendi alışkanlıklarını yorumlarını sorgulama yetisine sahip olmayanlar, statükoları aşamazlar. Paranoyak kişilikler özeleştiri yapmazlar ve gerçek sorunlara yabancı kalırlar. Her tür tabuya boyun eğenler kendilerini özgürce ifade edemezler. Propaganda karşısında eleştirel yetiye sahip olmayanlar, büyük sürünün bir parçası haline gelir ve orada kaybolurlar. Günümüz insanının algılarını sosyal medya yönetiyor. Artık herkes kendi elektronik aygıtlarına/oyuncaklarına gömülmüş/kapanmış bir biçimde yaşıyor. Batı kültürüne özgü her şeyi ifşa geleneği sosyal medya yoluyla toplumlarımızda da yer buluyor, bu durum her tür fuhşiyat ve münkeratın içselleştirilmesi sonucunu doğuruyor.

Müslümanlar olarak gelişen olaylara küresel bir perspektiften bakmayı başaramıyoruz. Sınırları aşan sorunlar, sınırları aşan çözümler gerektiriyor. Bunun için Müslümanların kendilerine şiddetle sorulması gereken sorular sorması gerekiyor. Seküler akıl, maddi sorunlar söz konusu olduğunda kimi çözümlemeler üretebilirken, ahlaki-toplumsal sorunlar karşısında sessiz / çaresiz kalıyor. Bu arada seküler aklın ürettiği endüstriyel ve teknik uygarlık da bütün bir insanlık için çok ciddi tehditler, riskler, tehlikeler üretiyor. Bu nedenle, ilerleme, refah, ekonomik büyüme gibi kavramlar tartışılabilir hale geliyor. Modern-seküler uygarlık kendi kendisini yıkıma uğratacak bir yapıya sahip. Bu uygarlık, hayatın fıtri-doğal temellerini yıktığı için insani bir isim oluşturamıyor.

Modern seküler insanın ilgileri para, ekonomik başarı ve cinsellikle sınırlıdır. Modern toplumlar ailesiz ve çocuksuz toplumlara dönüşüyor. Aşırı bireycilik aileden kaçışı hızlandırıyor. Evlilik dışı cinsellik, nikâhsız yaşama modernliğin tezahürü olarak görülebiliyor. Kadın algısı konusunda İslam toplumlarını suçlayan/aşağılayan Batı dünyasında kadın haklarının, kadının konumunun 1960lı yılların sonunda tartışma gündemine girdiği her nedense hatırlanmıyor. Televizyon tarafından yalıtılan ve standartlaştırılan günümüz insanı, kendi özgün inanç ve kültür bağlamlarından kopuyor. Algı biçimleri özelleşiyor. Modern bilimin sorunlara çözüm bulma yeteneğinden çok, sorunların nedeni olduğu tartışılabilir hale geliyor. Bilimsel bağlayıcılık iddiaları da işlevini yitiriyor, Bilim yoluyla hakikate ulaşma iddiaları önemini kaybediyor. Ahlaki normları olmayan, yalnızca tutkuları olan her tür kötülüğün mümkün olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Çıkar karşıtlıkları, ulus-devlet bencillikleri, kimlikle ilgili kutuplaşmalar şiddet sarhoşluklarına neden oluyor. Modern dünya, maruz kaldığı ideolojik ırkçı tapınma nedeniyle ötekileştirmeden yaşamayı başaramıyor. Sanayileşme ve endüstrileşme bütün bir yeryüzünü yaşanamaz hale getiriyor, sanayileşme süreçleri, toprağın, havanın, suyun, gıda maddelerinin niteliğini bozduğu gibi, pek çok canlı ve bitki türünü de yok ediyor. Muktedir muhterisler ekonomik çıkarları için ekolojik tahribata göz yumuyor. Modernliğin tahrip edici boyutları küreselleşiyor. İçerisinde yaşadığımız dünyada küresel gerçekliklerden yalıtılmış çözümlemeler yapamayız. Yerel ve küresel bağlamı birlikte değerlendirebilmeliyiz. İslam toplumları kronik bir kriz/gerilim durumu yaşıyor. Halklarımızın İslamî tercihleri sistematik olarak tahkir ediliyor.

Ortadoğu ülkeleri 19. ve 20. yüzyıllar boyunca sömürgecilerin işgal, tehdit ve zulümleri altında bunalımlı yüzyıllar yaşadı. İsrail, Filistin’de 1948’de büyük bir etnik temizlik sonrası kuruldu. Sömürgeci bir ideoloji olan Siyonizm, bugün de Müslümanlara karşı her tür zulmü büyük bir hazla sürdürüyor, mutlak kötülüğün benzersiz örneklerini vermeye devam edebiliyor. Bütün bu kötülükler ve ağır insanlık suçları cezasız kalıyor.

Bugün de Ortadoğu’nun kaderi bir türlü çözüme kavuşturulamıyor. İngiliz ve Fransız emperyalizmi bölgeye yeniden dönüyor. Sömürgeci çıkarlar doğrultusunda imal edilen derme çatma muhalefet hareketleri yoluyla Libya ve Suriye bütünüyle istikrarsızlaştırıldı. Libya ve Suriye’de zalim diktatörler sömürgeci müdahalelere gerekçe oluşturdular. İran’a yönelik sömürgeci histeri bir kez daha harekete geçirildi. İran ve Suriye rejimlerini değiştirmek üzere küreselleşme emperyalizmi hazırlıklar yapıyor. Bu konu etrafında, Türkiye’ye de, Batı adına kimi sorumluluklar yükleniyor. Yukarıdan aşağıya gerçekleştirilen otoriter modernleştirme ve demokratikleştirme yoluyla Ortadoğu her durumda kontrol altında tutulacak. İçerisine girdiğimiz yeni dönem, Ortadoğu’da emperyal kontrol altında tutulacak “demokrasiler” dönemi olacak. Bu nedenle emperyal güçler “Arap Baharı” ya da “devrimleri” olarak anılan süreçleri evcilleştiriyor ve devrimleri maaşa bağlıyor. Günümüz dünyasında kimi devrimler, Mısır ve Tunus devrimleri gibi devrimler onaylanırken, İran Devrimi aradan geçen 32 yıla rağmen henüz onaylanmış ve kabul edilmiş değildir. Onaylanmak bir yana devrimci İran’ı engellemek için yoğun bir biçimde ideolojik/psikolojik/ekonomik bir savaş sürdürülüyor. İslam Dünyası toplumlarında resmi siyasal bağımsızlıklar çok şey ifade etmiyor. Kaddafi rejiminin devrilmesini takip eden yeni dönemde ekonomik sömürüyü devam ettirmek üzere Neokolonyalizm Libya’nın denetimini ele almış bulunuyor. “Arap Baharı”nın sistemin/düzenin temel yapısını değiştirmek gibi bir çabası yok. “Arap Baharı” ülkelerinde kurumsal bir değişimden değil, sınırlı bir değişim arzusundan söz edilebilir.

Ortadoğu’da “Arap Baharı” üzerine spekülasyonlar devam ederken, Avrupa’da içerisinde bulunduğumuz günlerde “post-demokrasi” döneminden söz ediliyor. Pek çok ünlü düşünür / filozof “demokrasi”nin namusunu/onurunu kurtarmaktan söz ediyor. Avrupa’da halkların seçmediği teknokratlar yönetimi dönemi başladı. Namusu ve onuru kirlenen ikinci el, kokuşmuş “demokrasiler” şimdi savaşlar / katliamlar / yıkımlar pahasına İslam ülkelerine ihraç ediliyor. Liberal demokrasilerde egemenliklerin devlete mi, yoksa millete mi ait olduğunu kimse bilmiyor. Demokrasiler egemen güçlerin işgali altında.

Geleneğin baskısı, statükonun baskısı, modernitenin baskısı, kamuoyu baskısı zihinsel bağımsızlıklarımıza gölge düşürüyor. Zamana uyum sağlamak yerine, zamanın yabancılaştırıcı / ayartıcı etkilerine/boyutlarına dikkat etmemiz hayati bir sorumluluk halini almıştır. Aziz İslam’ın temel bir bütünlük içerisinde algılanamamasından kaynaklanan zihinsel bir anarşi yaşıyoruz. İslam toplumlarının zihinsel anlamda sömürgeleştirilebilir olması emperyalist dünyaya her zaman cesaret veriyor. Üretkenlik ve çok kültürlülükten uzaklaştığımız dönemlerden bu yana, etkili olmak yerine, tepkili olmayı seçiyoruz. Zihinsel-entelektüel bağlam da dahil olmak üzere, modern-seküler-liberal dünya üretiyor, bizler ise, Müslümanlar olarak onların ürettiklerini tüketiyoruz. Modern seküler-liberal dünya, dünyevi/siyasi alanla ilgisi bulunmayan, dünyayı/tarihi/toplumu dönüştürme-biçimlendirme iddiası taşımayan bir İslam tanımı yapıyor, Türkiye’de sık sık yaşandığı üzere, İslam toplumlarında sağcı / muhafazakar / gelenekçi / görenekçi / tarihçi / coğrafyacı / ulusalcı / toprakçı / vatancı/ bayrakçı kimi unsurlar sözünü ettiğimiz tanım doğrultusunda yorumlar yapıyor, İslamcılığı ve İslamcı hareketleri istiskal ediyor. İslamcı düşüncenin, projenin, tahayyülün, tasavvurun, eylemin yetersiz, birikimsiz olduğunu söylemekle, İslamcılık hakkında Washington Enstitü adındaki düşünce kuruluşu analisti Dennis Ross gibi düşünmek birbirinden çok ama çok farklı şeylerdir. Türkiye’deki muhafazakar, sağcı, gelenekçi, folklorcu unsurlar, İslamcı tasavvura karşı, tam da “Arap Baharı” vesilesiyle gündeme gelen İslamcı tartışmaları zemininde, İslam’ın siyasal anlamda etkisizleştirilmesi yönünde sürdürülen emperyal kampanyanın yeniden başlatıldığı bu günlerde yeniden sahneye çıktılar. Zihinsel / entelektüel bir mahrumiyet çağında yaşadığımız için çarpık tanımlamalar daha çok zayıf / sorunlu kişilikleri etkiliyor. Sözünü ettiğimiz sorunlu kişilikler, İslam’ın modern dünya görüşü ve hayat tarzıyla uzlaşan bir güce dönüşmesini istiyor. Dünyaya, entelektüel açıdan etkili ve aktif bir şekilde, eleştirel bir bilinçle katılmayı başaramayanlar statükoların nesnesi haline geliyor.  Statükoların nesneleri liberal-seküler-demokratik modele İslam’ın yalnızca kültürel anlamda katkıda bulunmasını istiyor.

Aziz İslam’ı yalnızca bir kavga ve nefret ideolojisi gibi sunmak kuşkusuz savunulabilir, anlaşılabilir bir durum değildir. Burada önemli olan Müslümanları kavga ve nefrete sevk eden ruh ve zihin halini anlamaya çalışmak olmalıdır. Emperyal sistem, İslamî özgür bir siyasal iradeye, oluşuma, inşa’ya geçit vermiyor. Zihinlerimiz üzerinde sömürgeci kontrol devam ediyor. Bu nedenledir ki, İslami ilgi bireysel dindarlığa dönüşüyor ve ibadetler özelleşiyor. Modernlikler İslam’ın modern kavram ve kurumlar lehinde ödün vermesini istiyor, İslamî dünya ve bilinç, bütünlüklü bir bünyeye sahip değil. İslamî bünye sayısız parçadan oluşuyor, İslamî bünyenin kendi içerisinde yaşadığı ihtilaflar tarihin her döneminde, Batılı ihtiraslar için sömürü fırsatı sağladı. Suudi Arabistan ve İran gibi ideolojik mezhep devletleri İslamî bütünleşme girişimleri karşısında kayıtsız.

Dünyanın sanayileşmesi ve teknolojileşmesiyle birlikte yaşadığımız büyük kopma sebebiyle, yabancılaştırıcı süreçlere maruz kaldık. Teknoloji ve sanayi devrimlerinin oluşturduğu yeni dünyaya ilişkin çözümlemeler yapamadık. Müslümanlar 8-11’nci yüzyıllar boyunca ticarette Avrupalılara göre çok daha iyi ve ileri bir konumdayken, Haçlı ve Moğol istilaları (12-13’ncü yüzyıllar) İslamî bütünün zayıflamasına neden oldu. Müslümanlar Haçlı Seferlerinden sonra Akdeniz ticareti üzerindeki etkilerini maalesef kaybettiler. Batı’nın yükselişi ile birlikte başlayan dönemler boyunca toplumlarımız bugün olduğu gibi, Batı’dan ödünç alınan modellerle oyalanıyor. Avrupamerkezci bir dünyanın oluşumuyla birlikte İslam toplumları ilkel-dışlayıcı-kaba yerelliklere kapandılar ve menkıbe imalatçılığını İslamî hizmet telakki ettiler. Bilimsel üretkenlik durdurulunca eğitim-öğretim hayatı, yalnızca geçmişte yazılan metinlerden alıntılar yapmak suretiyle sürdürüldü.

Teknolojik ve endüstriyel gelişmeler yalnızca maddi dünyayı biçimlendirmek ve dönüştürmekten ibaret kalmadı, bu gelişmeler insanın inanç, düşünce ve zihin dünyasında da altüst oluşlara neden oldu. Sözünü ettiğimiz dönüşüm, dini içerikli hiç bir müdahaleye izin vermeyen bir dünyevileşmeye neden oldu. Dünyevileşme İslam toplumlarını da, Müslüman kitleleri de içerisine alarak, baskılayarak bugün de yoluna devam ediyor. Arap-İslam toplumlarında yaşanan isyanlar sırasında halkların İslamî taleplerinin olmadığı, dünyevi taleplerinin olduğunu gördük. İsyanlarla, devrimleri birbirine karıştırmamak gerekir. İsyanlar toplumsal huzursuzluğa, eşitsizliğe karşı bu durumun düzeltilmesini sağlamak üzere gerçekleştirilir. Devrimler bütün kurumların yeniden düzenlenmesini zorunlu kılar, yeni siyasal kurumlar inşa eder. Devrimler yeni bir devlet, yeni bir sistem kurarlar.

Müslümanlar olarak, meydan okuyucu bir dil ve söyleme yönelik, meydan okuyucu sorular sormalı, basmakalıp, kolaycı yanıtlardan kaçınmalıyız. Geleceğe yönelik düşünmek yerine, geçmişe doğru düşünmekten vazgeçmeliyiz. İslam toplumlarında İslamî düşünce hayatının bütünlüklü bir özeleştiriye ihtiyacı olduğunu hatırlamalıyız. Kendi yetersizliklerimizi konuşmak yerine hep dış etkiler üzerinde durmak, gelişen olayları komplolarla / entrikalarla açıklamaya çalışmak kolaycı bir yoldur. Hayatın hangi alanına ilişkin olursa olsun, o alanda zayıf / yetersiz olduğumuz için sömürülüyoruz.

Bütün zamanlarda ve mekânlarda imanımızın tanığı olarak var olmayı seçmek, hakikate uygun tanıklıklar yapmak üzere yeryüzünde bulunuyoruz. İnsanlığın dünyasına yeni bir perspektif kazandırmak üzere evrensel çapta/nitelikte üreterek var olmayı seçmeliyiz.

İktibas, Ocak 2011

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *