Hakikaten de hayat hiçbir şekilde boşluk kabul etmemektedir. İhmal edilen ve boş bırakılan alanlar anında yabani otlarca doldurulmaktadır.
“Hezeyan Furyası ve Temsiliyet Sorunumuz” başlıklı yazımızda İslam ve Müslümanlar adına ciddi bir temsiliyet sorunu yaşandığını belirtmiş ve bu konuda bizlerin üzerine neler düştüğü konusunu bir sonraki yazıda ele almaya çalışacağımızı belirtmiştik.
Öncelikle sorunun kaynağını doğru teşhis etmek gerekmektedir. Bunun için de şu sorunun cevabını vermemiz gerekmektedir:
Kur’an’la apaçık çelişen çeşitli inanç ve iddialar toplumumuzda niçin kolaylıkla taraftar bulabilmekte, mehdilik ve hatta doğrudan Peygamberlik iddiasında bulunan istismarcılar bile niçin geniş bir taraftar kitlesi edinmekte zorlanmamaktadırlar?
Bu soruların cevaplarını, toplumumuzun, temelde güçlü bir duygusal bağlılık hissettiği İslam konusundaki açlığında aramak gerektiğini düşünmekteyim. Nasıl ki, günlerce yemek yemekten mahrum kalmış bir kimse, bu açlıkla ilk bulduğu yiyeceği niteliğine bakmaksınızın iştahla yemek durumunda kalacaksa, inanç konusundaki açlık da aynı sonucu doğuracaktır. Bizim toplumumuzda, din adına ortaya atılan türlü hezeyanların kolaylıkla alıcı bulması ve bunun da ötesinde İslam ve Müslümanlar adına temsiliyet makamına oturtulması bu aç bırakılmışlığın sonuçlarındandır.
Hakikaten de hayat hiçbir şekilde boşluk kabul etmemektedir. İhmal edilen ve boş bırakılan alanlar anında yabani otlarca doldurulmaktadır. Bugün İslam ve Müslümanlar adına, Kur’an’da ekin misaliyle anlatılan topluluklardan ziyade yabani otların etkinliği gözleniyor ve İslam adına onlar öne çıkıyorsa, burada Kur’an’ın hayat veren mesajıyla techiz olmuş davetçilerin ciddi sorumlulukları var demektir.
Dolayısıyla sorunu ve sorumluyu hep dışımızda aramak yerine, bir de projektörü kendimize çevirmek ve ciddi bir özeleştiri yapmak zorundayız. Tarlamızda bunca yabani otların boy vermesinde bizim hiç mi sorumluluğumuz yok, bunu sorgulamamız ve buradan sorumluluklarımızı kavrayacak sonuçlar çıkarmamız gerekir. Hak gelmeden batılın zayi olmayacağını, hakkın olmadığı yerde boşluğu kaçınılmaz olarak farklı tonlarıyla batılın dolduracağını idrak ederek, hakkı güçlü şekilde toplumun gündemine taşımanın gayretine düşmemiz gerekir.
Tabii ki “La ilahe” diyerek karanlığa küfredeceğiz (küfretmek tabirini asli anlamıyla kullandığımızı söylemeye gerek var mı bilmiyorum), fakat “İlla Allah” diyerek karanlığa karşı mum yakma yükümlülüğümüzü ihmal etmeyeceğiz. Batılın batıllığını, hurafenin hurafeliğini elbette gündemleştireceğiz, bu konularda da toplumda bir farkındalık oluşturmaya gayret deceğiz fakat tek başına batıla batıl demekle hakkın ikamesinin mümkün olmadığını da bilmek durumundayız.
Açıkçası, Kur’an’a yönelme bilincine ulaşmış kişi ve çevrelerin, bu yükümlülüğü pratik mücadele alanlarında yüklenme konusunda genelde iyi bir imtihan vermediğini düşünüyorum. Bugün yaşadığımız coğrafyada yıllarca ders halkalarında öğrenilen Kur’an’ın o dupduru hayat veren mesajlarını toplumsal alanlarda gündemleştirmek konusunda gözle görülür bir sinerjiye tanık olmuyorsak, projektörlerin ağırlıkla çevrilmesi gereken yer de kendiliğinden ortaya çıkmış olmaktadır.
Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Hayır, biz hakkı batılın üstüne atarız da o onun beynini parçalar. Bir de bakarsın ki o yok olup gitmiştir. Allah’a karşı yakıştırdığınız nitelemelerden ötürü yazıklar olsun size!” (Enbiya 21/18)
Evet, asıl mesele hakkı ortaya koyabilmektir. Hakkın karşısında batılın tutunma imkanı yoktur. İslam adına oluşturulmuş hurafe ve hezeyanların saltanatını yerle bir etmek de ancak Kur’ani hakikatleri toplumun gündemine taşıyacak planlı-programlı ve süreklilik arzeden güçlü davet çabalarıyla mümkündür. Bugün olduğu gibi, birbirinden kopuk, parçacı, gündelik cılız çabalarla hakkı toplumun gündemine taşımak mümkün görünmemektedir. Hak ortaya konulmadan batılın zayi olmasını beklemekse, beyhude bir temenni olmaktan öteye geçemeyecektir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *