Yoksa onların işleri, her söz ve yazısında tekebbüri edayla âleme ahkâm kesmek mi; düşüncelerine eleştiri getirenleri hem de Allah’ın hoşnut olmayacağı kavramlarla yerden yere vurmak mıydı?
Yıllardır İslam düşüncesi merkezli olarak kendince gündemi takip eden biriydi… Yani okuyabildiği ve öğrenebildiği kadarıyla olayları, eşyanın tabiatını anlamaya; aynı gayreti gösterdiğine inandığı insanlarla da tanışmaya, kaynaşmaya, dostluk ve kardeşlik hukukunun hakkını vermeye çalışıyordu… Onların arasından söylem ve eylem geliştirenleri pür dikkat takip ediyor; tabiidir ki yer yer elinden geldiğince ve üslubunca da eleştiriyordu.
Çünkü eleştiri haksızlık yapmak değil, bizatihi hakkı teslim etmekti onun için. En önemlisi birey ve toplumların vicdanını hareket geçirmekti, iyilik ve güzelliklere, insana faydalı ilme karşı nankörlük ise hiç değildi. O inanıyordu ki eleştirel akla dur denilmesi ve eleştiriden rahatsız olunması, ortalıkta yanlış işlerin döndürüldüğüne, hinoğlu hinliğin olduğuna işaretti.
Elbette ki olabildiğince kendisini de sorguluyordu; ölümle ve sonrası gerçek mahkemede yargılanmadan, kusur ve kabahatleriyle yüzleşmeden önce zaaflarını azaltmaya çalışması inancının gereğiydi, aksini nasıl düşünebilirdi ki?
Tövbe de bu değil miydi zaten? Pişmanlık duymak yani nefsi sigaya çekip yanlışlardan, günahlardan kaçınmaya çalışmak, tekrarlanmaması için direnç göstermek denilince akla başka ne gelebilirdi ki? Keza eleştiri aynı zamanda bireysel tövbeye toplumsal işlevsellik kazandırmak anlamına gelmiyor muydu? Zaten kendini bildi bileli okumaya ve anlamaya çalıştığı bir dolu Kur’an meali ve tefsirlerinden ve başta Hz. Muhammed olmak üzre vahyin ilk muhataplarının mücadelesinden çıkardığı ortak kabul de buydu.
Bu sebepledir ki hakkını vermeye çalışıyordu kendisiyle yüzleşme gerçeğinin…
Varsa zaafları, görmezden gelmesinin kimseye faydası olmayacağını iyi biliyordu…
Ama bu sorumluluk, bu iç hesaplaşma sadece kendisine özgü değildi ki!
Tamam, kendini hizaya çeksin, ertelemesinin lüzumu da yoktu; lakin bu, ortada düşünce adamı diye dolaşanların, akıl verdiklerine örnek olması gerekenlerin üstüne de bir vazife değil miydi?
Yanlış mı öğrenmişti okuduklarından her şeyi?
Yoksa onların işleri, her söz ve yazısında tekebbüri edayla âleme ahkâm kesmek mi; düşüncelerine eleştiri getirenleri hem de Allah’ın hoşnut olmayacağı kavramlarla yerden yere vurmak mıydı?
Onlar nev-i şahıslarına münhasır sözlerini söyleyecekler; İslam’a, Kur’an’a dair indi mülahazalarını özgürce ve neredeyse “enel hak” mesabesinde paylaşacaklar, düşüncelerini mutlaklaştıracaklar; “Dur bakalım, şurada bize göre bir problem, kanaatimizce bir anlam bozukluğu var…” diyerek, bildiği ve anladığı kadarıyla eleştiri geliştirmeye çalışan muhataplarını da “öteki”leştirip, cehalet gibi en ağır ifadelerle haşlayacaklar ve sonra müstağni bir şekilde post kurup insanların kendilerine tabi olmasını bekleyecekler öyle mi? Peygamberi metodun, tebliğin dili değiştirildi de birileri ondan mı saklamıştı?
Bu bağlamda insanın kendisini herkesten üstün görmesinin; yani mütekebbir, müstağni tavırlar içinde olmasının; her şeyi herkesten çok iyi bildiğini sanmasının, bu kabulden hareketle muhataplarını türlü kelime ve kavramlarla aşağılama dürtüsünü kontrol edememesinin; her söz ve yazıda kendisini, kendi düşüncelerini, tez ve projelerini adres gösterme çabası içinde çırpınmasının; olayları ve eşyayı tamamen ben merkezli yani egosantrik kalıplar dâhilinde değerlendirmesinin ve daha bir dolu kompleksli davranış biçimlerinin İslam düşüncesi nokta-i nazarında karşılıkları vardı ve iyi biliyordu elbette ama gariptir, vazgeçti kendisinden, akil geçinenlerin hiç birinin bütün bunları üzerlerine kondurmamasının bir izahı olmalı değil miydi? Yoksa onlar korunmuş muydular, hata ve günahlardan beri, modern diye tanımladıkları zamanın peygamberleri miydiler? En hafifinden beklenen anlamda Mehdi idiler de insanların haberleri mi yoktu?
Aynen psikolojik rahatsızlığı olduğu halde kendisini bir türlü hasta kabul etmeyenler gibi davranmalarının sebebi ne olabilirdi ki?
Düşünüyor ve bütün bu sorulara cevap arıyordu kendi anlam dünyasında…
Haliyle kendini koymuştu yine merkeze, mütevazı olmak bunu gerektiriyordu çünkü ve paranoya ne ki daha bir dolu örneği olan psikolojik rahatsızlıkların, günahlara karşı duyarsızlığın, eş dost demeden insanları harcayıp tüketme huyunun tanılarını okumuştu bir bir, bakalım hangi birileri kendisine yakışıyor diye? Bu bağlamda tababet sözlüklerini karıştırmış, google âleminde makaleler denizinde sörf yapmış; envai çeşit tiplemelerin karşılığını okumuştu uzunca bir süre.
Tabii ki olmazsa olmaz kabilinden Kur’an’ın ilgili ayet ve kavramlarını; usvetül hasene kabilinden örnekliği olan Hz. Muhammed’in insanlarla olan ilişkilerini hikâye eden kitapları da!
Zerre kadar şüphesi yoktu, Yaratıcı bilmez miydi hiç yarattıklarının aciz olduğu noktaları; teşhisini koymaz mıydı vahyine rağmen davranan insanların zaaflarını; O’ öyle merhametli, öyle şefkatli, öyle rahmet sahibi ki; hem de tedavi olmaları hem de bu vesileyle rahmetini bahşetmek için?
Ama ne gezer? Okunulan her şey ve oralarda insanı tanımlayan her ne varsa kendisi için değil, başkaları içindi adeta… İşleyiş böyleydi, insanoğlu kendisini arayamıyor, kendisine dair bir şeyler öğrenemiyor, kendisini sorgulayamıyor, hep başkalarını, hep elalemi atıyordu okkanın altına.
İnsan kendini tanımlarken objektif olabilir miydi, egosu, nefsi müsaade eder miydi buna; ne kadar mümkün olabilirdi ki bu? İnsanlar birbirlerine ayna olmazlarsa şayet, gözlerindeki mertekle yüzleşmeleri öyle kolay olur muydu?
İşte müstağni, işte mütekebbir ve bir dolu türevleri…
Şeytan ve iblisin karakteristik özelliklerinin hikâye edildiği onlarca ayeti ama özel okumalarla ama arkadaşlarıyla birlikte gelenek haline getirdiği tefsir derslerinde çoktan gözden geçirmişlerdi.
Böyleydi lakin ama gel de laf anlat egoya, egolara; böyle düşünüyordu her daim…
Şunu da iyi biliyordu aslında: Okuyucu, dinleyici, tabi, müntesip nevinden insanlar olsun, dünyanın gidişatına kendini kaptırmış, makam mansıp, para pul, iktidar ve güç peşinde koşturanlar olsun neyi göklere çıkardıklarına, ne ile övündüklerine, neden gururlandıklarına dikkat etmeliydiler.
Birilerine ne için kulak verdiklerini, neden şükran duyduklarını, birilerini niye takdir ettiklerini, birilerini ve kendi “ben”lerini hangi amaçla yücelttiklerini de sorgulamalıydılar.
Eğer övünç ve gururda, eğer takdir ve yüceltmede Allah’ın razı olmayacağı şeyler varsa yandıklarının resmidir de ondan.
Malumu ilama gerek var mıydı? Bu konularda en yaygın, en bilinen ilkeleri Kur’an koymuştu çünkü. O’nda değer verilecek şeyler de; O’nda övünç ve gurur duyulması gereken hasletler de bir bir anlatılmıştı. Tabii ki bütün bunlar “Söz”e kulak vereneydi, “Söz”e talip olanaydı…
Lakin farkındaydı, zurnanın zırt dediği yer de işte burasıydı, bütün bu işleri görecelidir diye yüzüne çarpanlar olacaktı elbette. Kendisi vakıadan hareketle göreceliğe işaret ediyordu çünkü. Neredeyse her vasatta İslam düşüncesinin çok renkliliğine, mozaik yapısına; sosyal anlamda da türlü mezheplere, cemaatlere, STK’lara, İslami literatürden esinlenerek isimleri konulmuş bir dünya dolusu dernek ve vakıfların varlığına dikkat çekiyor; yine vakıadan hareketle, bunu insanların İslam anlayışının, Kur’an okumalarının izafi oluşuna yoruyor ve bu farklılıkların itikaden ve sosyal anlamda “öteki” kılınmasının kerahetini işlemeye çalışıyordu. Kur’an araştırmaların, zaten gelenekte kökü olan ve iddia sahiplerince İslami sayılan düşüncelerin sapıklıkla, sapkınlıkla, Dini tahrip etmekle itham edilmelerine bir Müslüman hassasiyetiyle çekince koyuyordu. Kendisini sigaya çekmesi de bu işlere müdahale etme biçiminin ne kadar doğru olup olmadığı, eleştirirken de dilini ne kadar isabetli kullanıp kullanmadığı noktasında idi…
Bu bir yana herkesin bakıp durduğu fotoğrafa göre Arapçayı ve teolojyi kimin ne kadar iyi bildiği tartışılır işlerden değil miydi? Nitekim bir bilen diye ortaya çıkan veya çıkarılanların birbirlerini; “Arapçayı ne kadar biliyorsun, Kur’an’ın bütünlüğüne ne kadar vakıfsın, ezberinde ne kadar hadis var; tefsir, fıkıh ve hadis usulünün hakkını verebiliyor musun, İslam tarihi deyince aklına ne geliyor; kelamdan, felsefeden, sosyoloji ve siyaset bilimden haberin var mı; yaşadığın zamanı, ideolojileri, küresel baskıları çözümleyebiliyor musun; en basitinden ömründe kaç kitap veya dergi okudun?” gibi daha bir dolu sorularla muhatabını susturmaya, ezmeye çalıştıkları vaki değil miydi?
Görecelikten kastı buydu aslında; elbette ki Allah’ın muradı tekti, bu yaşına kadar gerçekleştirdiği okumaların ve anlama dair araştırmalarının sebebi de bilginin en sahihine, en doğrusuna ulaşmaktı…
İnsanların sahih İslam düşüncesi, sahih gelenek filan derken kasıtları neydi ki zaten?
Demek ki sahihlik yüzdeleri sıkıntılı olan düşünceler, bilgiler vardı ki birileri kendince, kendi aklı ve müktesebatı gereğince onları elimine etmeye çalışıyordu.
Olması gereken de bu değil miydi ki?
Yoksa “Al eline herhangi bir tefsiri veya bir meali; hadi bir de koy yanına herhangi bir hadis ve İslam tarihi kitabını, oku ve anlamaya çalış ve sonra da işte İslam bu de, çıkıver ortaya!” mı denilmek isteniyordu? Öyle ya, ne işi olur onlarca tefsir, hadis, fıkıh külliyatlarıyla? Nesine gerek bir dolu İslam tarihi eserleri ve bir o kadar da meal, dahası takip etmekten yorulacağı dergi ve kitaplar?
Mukayeseli yani karşılaştırmalı yani analitik okumak denilince akla ne geliyor acaba?
Kendisini bu tür işleyişe davet edenlerin amacı neydi?
Birden küçük bir yerde yaşadığı, farklı cemaat ve düşünceleri temsilen kurulmuş dernekler nedeniyle yıllardır tanış olduğu insanlarla gitgide yabancılaştığı geldi aklına. Bir avuç kadar yerde dahi her dernek, her vakıf ve onların mensubu olan her arkadaş kendi kurallarının, ilke ve prensiplerinin sahiplenmesini istiyor, kendi durdukları yeri İslam treninin son ve mutlak istasyonu ilan ediyorlardı. Öyle söylüyorlardı çünkü. İnsan bir düşüncede, insan duracağı bir istasyonda karar kılmalıydı onlara göre; ama her biri en sahih İslam bizde, en iyi biz biliyor, en iyi biz düşünüyoruz, en özgün mücadeleyi biz gerçekleştiriyoruz diyordu! İlginç değil miydi, hangi birine olumlu cevap vermeliydi ki? O davetlerden birine icabet etmesi halinde mi Müslümanlığı tescil edilecekti?
Ve bu durum bile İslam’a, siyasete, eşyaya bakışın izafi olduğuna; ama fıtrattan ama sahip olunan bilgi ve kültürden kaynaklanan ama inanılan değerlerin farklı yorumlanmasından mülhem oluşmuş düşüncelerin göreceli olduğuna bir işaretti onun için.
Bunları düşünürken gerilmişti ve Allah’a inandığı, O’na elinden geldiğince tabi olmaya çalıştığı için şükretti. İnsanlara, hele hele akil geçinenlere kalsa hali yamandı, kendince esastan görmediği her farklı kabulden dolayı İslam dairesinin dışına itekleniyordu çünkü. Bazıları, Allah’ın rahmetini insanlardan esirgiyorlardı adeta ve kendi kabullerini mutlaklaştırıp, “İşte vahiy bu!” diyorlardı neredeyse!
Kendisine gelince, çok şükür ki yüzleşebiliyordu hatalarıyla, her geçen gün insanlarla olan münasebetlerini daha iyiye doğru yönlendirmek için olabildiğince çaba gösteriyordu…
Onun da kendince geliştirdiği ve sahiplendiği, fırsat buldukça da paylaştığı düşünceleri; teşrik-i mesaide bulunduğu dost ve kardeşleri vardı; aksi düşünülebilir miydi? Ve o düşüncelerini dost ve kardeşlerine dayatmadığına inanıyordu; lakin böyle de olsa insanın kendisine objektif bakamayacağı bir realiteydi onun için.
Dostlar, kardeşler ne güne duruyordu; eleştirsinler üslubunca!
Sakın ola ki boş konuşuyorsun, mugalâta yapıyorsun, cahilsin, laf salatası üretiyorsun, düzeysizsin, dediklerin kabak tadı verdi, zavallısın, anlama özürlüsün, şusun, busun ilaahir demeden!
İstediği buydu, müslüman hassasiyeti bunu gerektiriyordu, öyle biliyordu.
Allah’ın güzel kelimelerinin suyu çıkmamıştı ona göre…
Bütün bu olumsuzluklara rağmen, iyi ve güzel şeyler de düşünüyor; Müslümanların birbirlerini tüketmediği, her nasıl olacaksa artık vahdeti sağladıkları bir dünyayı tasavvur ediyor, biteviye onun üzerine kafa yoruyordu…
Çok şey mi istiyordu?
Mümkün değil miydi böyle bir şey?
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *