Müslümanların, kendilerini kuşatacak, gerektiğinde kaybetmeyi göze alamayacakları ve bu sebeple de duruşlarına halel getirmesi muhtemel kurumlaşmalar konusunda ölçülü-dikkatli hareket etmeleri gerektiğini söylüyoruz…
90’lı yılların ilk yarısı… İ. Ü. İletişim Fakültesi’nin bahçesinde bir grup arkadaş hararetle tartışıyoruz…
Konu; Müslümanların, İslam’ın hâkim olmadığı mevcut şartlar içerisinde ne ölçüde kurumlaşabilecekleri, olabildiğince kurumlaşmaya yönelmenin, Müslümanların tevhidi-bağımsız duruşlarını zaafa uğratıp uğratmayacağı üzerine…
Üniversitede birlikte hareket ettiğimiz bir kardeşle birlikte, Müslümanların ancak tevhidi-bağımsız duruşlarını riske sokmayacak düzeyde, özellikle de mevcut politik ve ekonomik şartların belirleyiciliğinden korunabilmenin mümkün olduğu alanlarda ölçülü ve dolayısıyla sınırlı bir kurumlaşmayla yetinmeleri gerektiğini savunuyoruz…
Müslümanların, kendilerini kuşatacak, gerektiğinde kaybetmeyi göze alamayacakları ve bu sebeple de duruşlarına halel getirmesi muhtemel kurumlaşmalar konusunda ölçülü-dikkatli hareket etmeleri gerektiğini söylüyoruz kısaca…
Üniversitede çalışması bulunan bir başka İslami çevreden diğer iki kardeşimiz ise, bu yaklaşımın Müslümanların toplumsal bir güç haline gelmesi önünde engel teşkil edeceği gibi argümanlarla bize katılmadıklarını ifade ediyorlar, ekonomi, eğitim, medya vs alanlarında mümkün olduğunca kurumlaşmanın gerekli olduğuna vurgu yapıyorlar…
Bizlerin üniversite bahçesinde bu tartışmayı yaptığımız dönemler, Türkiyeli Müslümanların henüz makam-mevkilerle, devlet imkânlarıyla çok tanışık olmadıkları bir dönem.
Henüz, RP’nin İstanbul ve Ankara’da büyükşehir belediye seçimlerini kazandığı 94 yılına gelmemişiz… Dolayısıyla, Türkiye’deki laik kesimin ah û vahlarına karşılık, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın “Endişeye gerek yok. Büyükşehirleri yönetmek, RP’lilerin sisteme entegrasyonuyla neticelenecektir” mealindeki açıklaması henüz kulağımıza çalınmamış…
Sisteme yönelik köklü/inkılabi bir itirazı olmasa da, sistemin işleyiş biçimine yönelik ciddi bir alternatif söylemle ortaya çıkan RP’nin, bu söylem ve iddiasındaki samimiyetiyle; tevhidi-bağımsız İslami duruş sahiplerinin ise RP üzerinden imtihanı henüz başlamamış kısacası…
Bizim o gün yaptığımız tartışma, bir bakıma geleceğe dair bir perspektif yoklamasıydı. “Hayatın gerçekleriyle henüz tanışmamış” üniversiteli birkaç gencin zihin jimnastiğiydi…
Bugünden geriye baktığımda, o gün okul bahçesinde ne kadar da önemli bir konuyu masaya yatırdığımızı, ne kadar değerli bir tartışma yaptığımızı görüyorum. Zira bizlerin genç dimağlar olarak o günlerde aramızda yaptığımız tartışmalarda dile getirdiğimiz endişelerin, sonraki dönemlerde Müslümanların en önemli sorunları haline geldiği görülüyor.
Kurumlaşmak tamam, iyi-güzel… Ancak bu alanda ölçü ve sınırlar şaşırıldığında veya aşındırıldığında neler olduğunu son 15 yılda olup bitenler yeterince gözler önüne koyuyor.
Müslümanların İslami ölçüler çerçevesinde kurup yönettiği kurumlara ve bu çerçevede ölçülü bir kurumlaşmaya karşı çıkmanın bir gerekçesi olamaz zaten. Ancak Müslümanların kendi özgün güç ve imkânlarının üstünde girişilen kurumsallaşma çabalarının, nasıl bir yerden sonra belirlenen olmaktan çıkıp belirleyen hâle geldiğine, Müslümanları dönüştürmeye, Müslümanları özgün konum ve duruşlarından uzaklaştırma işlevi görmeye başladıklarına çokça tanık olduk.
Ölçü ve sınırları baştan çok iyi belirlenmeyen kurumlaşma çabalarının bir noktadan sonra Müslümanları ve İslami mücâdeleyi kuşatmaya başladığını, araç olma vasfını kaybedip amaç haline gelir olduğunu, Müslümanların şahitlik misyonunu engelleyen, bâtıla, tağuta karşı açık ve net muhalefet noktasında onlara ayak bağı olan bir yük hâline geldiğini az görmedik.
İslam dâvasına hizmet için teşekkül ettirilen nice kurumların, bir noktadan sonra İslam dâva önünde engel teşkil ettiğini, dâva yolunda bir binek olmaktan çıkarılıp yük hâline getirildiklerini gözlemledik.
“Müslümanlar ekonomik yönden de güçlü olmalı” argümanıyla çıkılan yolda nice Müslümanın kurumsallaştıkça gayeden koparak kapitalist çarklara ayak uyduruverdiğini gördük.
Egemen güçler Müslümanlardan kurban istediklerinde, kurumlardansa İslami duruşun kurban edildiğine çokça tanıklık ettik. İslam’ın sınırlarına riayet edileceği ve yüzde yüz helal olacağına dair açık taahhütlerde bulunularak vücuda getirilen kurumların, zamanla ölçü ve sınırlara riayet konusunda gevşemeye başladığını üzülerek müşahede ettik.
Tüm bunlar, İslam’ın hâkim olmadığı mevcut şartlar içerisinde, Müslümanların ancak özgün güçleriyle kuşatabilecekleri sınırlı kurumlaşmalarla yetinmeleri gerektiği konusunda bizi haklı çıkaran gelişmeler oldu.
Müslümanlar “söz”ün taraftarları ve taşıyıcıları oldukları için farklıdır, alternatiftir, güçlüdür. Müslümanların meydana getireceği kurumlar da ancak bu çerçevede bir anlama ve meşruiyete sahip olabilirler. Müslümanlar yeryüzünde gücün sözüne karşı “söz”ün gücünü tesis etmek için vardırlar, bunun için mücadele etmekle mükelleftirler. Güçle söz açık bir hesaplaşma sonucu yer değiştirinceye, iktidar güçten alınıp söze iade edilinceye kadar güçle aralarına mesafe koymak zorundadırlar.
Mevcut durumda, bu konuda ciddi bir sıkıntı yaşanmaktadır. İslam’a yabancı bir siyasal düzlemde bulunulduğu gerçeği akılda tutulup, kurumlaşma konusunda bu gerçek ışığında titiz davranılması ve belli şartların gözetilmesi yerine çok hoyratça davranılması, korunması gereken mesafelerin giderek daha fazla oranda yitirilmesi sonucunu doğuruyor. Neticede de, başlangıçta mevcut bâtıl işleyişi inkılaba uğratma mücâdelesinin bir aracı olarak düşünülen birçok kurum, aksine, kendisini vücuda getirenleri asla barışık olmamaları gereken bu bâtıl işleyişin bir parçası haline getiren ifsad edici bir işlev görmeye başlıyor.
Konuyu, Kazancakis’in “Yeniden Çarmıha Gerilen İsa” romanında anlattığı bir hikâyeyle noktalayalım…
“Bir zamanlar, iki kuş avcısı dağa çıkıp ağlarını kurmuşlar. Ertesi gün geldiklerinde ağlarının güvercinlerle dolu olduğunu görmüşler. Zavallı güvercinler kaçıp kurtulmak için umutsuzca çırpınıyorlarmış. Ancak ağın delikleri bedenlerinin hacminden daha küçükmüş. Avcılar bir deri bir kemik olan güvercinleri bu halleriyle satamayacaklarına kanaat getirip, onları beslemeye karar vermişler. Birkaç hafta güvercinleri beslemişler. Güvercinler de getirilen yemleri büyük bir iştahla yemişler.
İçlerinden yalnız biri hiçbir şey yememiş. Güvercinler gün geçtikçe şişmanlıyorlarmış. Yalnızca yemden yemeyen güvercin giderek zayıflıyor ve inatla ağdan çıkmaya çabalıyormuş. Bu durum avcıların güvercinleri pazara götürecekleri güne kadar sürmüş. Hiçbir şey yememiş olan güvercin o denli zayıflamış ki, son bir çabayla ağın aralıklarından geçmeyi başarmış ve uçup gitmiş…”
İslam’ın hâkim olmadığı mevcut şartlarda vücuda getirilen kurumların, bâtıl işleyişin ağlarını söküp atma ve toplumu bu ağlardan azâde kılma mücâdelesinin bir aracı işlevi mi gördüğü, yoksa Müslümanları özgün İslami mücâdeleden uzaklaştıran birer ayak bağı işlevi mi gördüğü iyi tahlil edilmelidir. Bu çerçevede bir “kurumlaşma fıkhı” üretmek gerekmektedir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *