Bilincin Çöküşü

Allah Tebarek Teâlâ Hazretleri; zulmü, saldırganlığı, sistematik hale getiren ve bilinçli bir kararlılıkla bu saldırganlıkları sürdürenlerle mücadele etmemizi emrettiği halde, bu zeminde mücadele etmemek için bir yığın geçersiz mazeret üretiyoruz.

Batı dünyasının kendisini İslam’a ve Müslümanlara karşı konumlandırması, yüzyıllardır süren bir ırkçılık sorunudur. Avrupa kendi kültürel kimliğini inşa ederken, kendi iç bütünlüğünü sağlamaya çalışırken, her durumda İslam’ı ve Müslümanları tehdit ve düşman olarak tanımlamayı tarihsel bir gelenek haline getirmiştir. “Uygar” kavramı Hıristiyan Batı’ya özgü etnosantrik bir kavram olarak kurgulanmıştır. Bu durumda Hıristiyan olmayanlar “barbar”dır. Avrupa merkezci düşünce, mekansal olarak da, dışarıda olarak tanımladığı Müslümanların, kendilerini temsil edemeyecekleri, böyle bir temsil yeteneğinden yoksun bulundukları önyargısıyla, Müslümanları temsil etmeye çalışıyor, Müslümanlarla ilgili bütünüyle temelsiz, keyfi ve çarpıtılmış kalıplar kullanılıyor.

Avrupa merkezci tahakküm üreten dil, Müslümanlara önce zihinsel anlamda egemen olmak, İslam toplumlarını düşünsel alandan başlayarak yapısal bir dönüşüme uğratmak, bu dil aracılığıyla yeni bir İslam toplumu üretmek ve yapılandırmak istiyor. Geçmişte yaşamadığımız, yeni etkileşim biçimleri karşısında dirençli/hazırlıklı olamadığımız için, her tür emperyal etkiye açık hale geliyoruz. İslam toplumlarında Aydınlanma ideolojisi aracılığıyla toplumlarımızın seçkinlerinin önce zihinsel dünyaları fethedildi. Bu kesimler, tarihin son iki yüzyıllık döneminde kültürel-entelektüel anlamda hep yönlendirildiler, yani bir şekilde köleleştirildiler. Toplumlarımızın, inançlarımızın ve tarihin temel boyutlarından dışlanmış unsurlara dönüştürülmesi, köleleştirilen seçkinler aracılığıyla sağlanmıştır. Türkiye’de yaşandığı üzere; Müslümanlar, Kürtler, Ermeniler, Rumlar toplumun temel toplumsal boyutlarından dışlanmışlardır. Avrupa merkezci dil/söylem bugünde, İs­lam dünyasını kontrol etme, güdümleme amacına yönelik olarak ideolojik/kültürel/askeri kuşatmayı sürdürüyor. Avrupa merkezci dil kültürler arasında bir hiyerarşi olduğuna ilişkin derin bir ırkçılığı yansıtıyor.

Günümüzde toplumlarımız neoliberal-küresel kültürün neden olduğu kimlik boşlukları, belirsizlikleri, krizleri yaşıyor. Neo-liberal diktatörlük tarafından, modern-seküler kimlik sistemi adına, kendi kimlik sistemimizden kopmadığımız, feragat etmediğimiz takdirde, sistem içi bir sorun haline geleceğimiz konusunda tehditkar uyarılar alıyoruz. Laik modernizmin neden olduğu sarsıntılı, sancılı, altüst edici değişim, toplumlarımız da şiddetli travmalara yol açıyor. Farklıyı homojenleştiremeyen, bünyesinde eritmeyi başaramayan yerel ya da küresel laik ideolojiler; farklıyı, rakip-karşıt-düşman olarak kurguluyor. Laik modernite çağında din’in yerini ulus aldı, Müslüman olarak anılmanın yerini Türk olarak anılmak aldı. Her toplumda Türkiye’de olduğu gibi ulusal efsanelere dayalı resmi bir hafıza oluşturuldu, kan bağına dayalı ilişkiler/dayanışmalar icat edildi. Modern zamanlar boyunca Yahudi öteki iken, post modern zamanlarda Müslümanlar öteki oldular. Yahudi sorununun temelinde Avrupa milliyetçilikleri var. Avrupa’da milliyetçiliklere mistik anlamlar yüklenerek, milliyetçilikler savunulabilir hale getirildi.

Amerika’nın, Avrupa’nın yoğun kültürel etkisi altında bulunan İslam toplumlarında genç kuşakların toplumsal ve siyasal zihin yapıları bu kültürün etkisi altında şekilleniyor. Neo liberal hayat tarzı, dünya görüşü medya aracılığıyla toplumlarımıza nüfuz ediyor. Kuralsız ve normsuz bir dünyada yaşıyoruz. Davranış biçimleri, inanç biçimleri bireyselleşiyor. Muktedirlerin belirlediği meşru olmayan kurallar ve normlar, norm haline geliyor. Ahlaki düşüncenin günümüz sistem ve kurumlarının üzerinde her hangi bir etkisi bulunmuyor. Günümüzde yaptırım ve sorumluluk içeren belirleyici bir ahlaktan söz edemiyoruz. Anemi bütün toplumlarda her geçen gün daha çok yayılıyor. Modern birey araçsal akla bağımlı hale geliyor. Ahlaki kaygıları bulunmayan seküler-liberal dünya sürekli olarak saldırgan, faşizan, militarist tahakküm politikaları üretiyor, Müslümanlar olarak, düşünsel, kültürel, siyasal, felsefi, askeri hiç bir saldırıyı durduramıyoruz, bu saldırılara karşılık veremiyoruz, bu saldırıları durdurmak için hayatlarını ortaya koyan direnişçileri, direniş liderlerini, yalnız bırakıyoruz, yalnız bırakmakla kalmıyor Amerika’nın ve İsrail’in izinden giderek, direniş liderlerini terörist olarak anabiliyoruz

Allah Tebarek Teâlâ Hazretleri; zulmü, saldırganlığı, sistematik hale getiren ve bilinçli bir kararlılıkla bu saldırganlıkları sürdürenlerle mücadele etmemizi emrettiği halde, bu zeminde mücadele etmemek için bir yığın geçersiz mazeret üretiyoruz. İkili karşıtlıklara dayalı modern-seküler dil için karşıtlar, “uygar” olmayanlar, yani “barbar”lardır. Batı dünyası bu tasnifleri yaparken barbarlık konusunda hiç bir kimsenin, hiç bir toplumun, kültürün kendileriyle yarışamayacağını unutuyor. İslam imparatorluklarının hiç bir döneminde Avrupa’da 1517-1648 yılları arasında din savaşları gibi savaşlar, bu savaşlarda sergilenen barbarlıklar, canavarlıklar, vahşet benzeri olaylar asla yoktur, olmamıştır. Din’den saptığı düşünülen insanların, binlerce insanın odun ateşlerinde yakıldığı, cayır cayır yakıldığı yer Avrupa’dır. Avrupa, Protestan, Katolik, Anglikan, Presbiteryenler arasında korkunç mücadeleleri, kavgaları unutuyor. Mezhepler arası savaşlar sırasında yaşanan korkunç katliamlar, suikastler ve işkencelerle geçen iğrenç bir dönem hatırlanmıyor. Avrupa’da Engizisyon yüzyıllarca sürdü. Her mezhep bir diğerini sapkınlıkla suçlayarak cinayetlerini, katliam ve işkencelerini haklılaştırmaya çalıştı. Kilise farklı yorumların kurumsallaşmaması için Engizisyon mahkemelerini kurdu. Avrupa tarihleri, mezhep savaşları döneminde taşlanarak öldürülenleri, organları paramparça kesilerek öldürülenleri, karınları deşilerek, kafaları koparılarak öldürülenlerin dehşetengiz öykülerini kaydediyor. 1572’de Saint Barthelemy olayları sırasında on bin kişinin mezhep vahşeti sebebiyle öldürüldüğünü, İngiltere’de yine mezhep bencilliği sebebiyle masum çocukların ebeveynlerinin gözleri önünde şişe geçirilmek suretiyle kızartıldığını, yine mezhep rekabeti sebebiyle bir mezhep taraftarlarının ibadet halindeyken, rakip mezhep taraftarları tarafından toplu olarak yakıldıklarını, İspanya’da bir Engizisyon’da bir kaç yıl içerisinde yirmi bin kişinin diri diri yakıldığını, Amerika’da ateşle yakma cezası uygulayan Engizisyon’un 1815 yılına kadar uygulamalarını devam ettirdiklerini biliyoruz. Şimdi sormak gerekiyor; kim uygar, kim barbar!

Aziz İslam’ın ve Müslümanların bir tehdit olarak ilan edilmesi sonrasında, Batı laik kimliğini bir yana bırakarak kendisini Yahudi/Hıristiyan aidiyetle tanımlamaya başladı. Bütün dünyayı homojenleştirmeye çalışan Batı’nın farklı bir yoruma, model’e uygulamaya asla tahammülü yok, bu nedenle İran, 1979’dan beri sistemli olarak, hiç ara vermeksizin, ideolojik kültürel, siyasal, ekonomik Engizisyona tabi tutuluyor. Batı farklıya karşı her zaman çok küstah.

Seküler dünya büyük bir varoluş boşluğu yaşıyor. Amerika, İsrail, İngiltere, Fransa’nın Müslümanlara reva gördüğü kötülük ve zulümlerin vahametini kavramakta zorlanıyoruz. Yirmibirinci yüzyılda yeniden başlayan Haçlı Seferlerine karşı durmak için örgütlenen direniş mücadeleleri çok onurlu mücadelelerdir. Batı’nın her tür saldırılarına bir biçimde yanıt verilmesi gerektiğine inanan direnişçiler hiç bir biçim de tahkir ve tahfif edilemezler. Bütün bu saldırılar karşısın da sessiz kalmak, bu saldırıları “hoşgörü” ile geçiştirmek insan olmaktan çıkmak demektir. Olgu ve olaylara müdahale edemeyeceğimiz, bunları değiştiremeyeceğimiz düşüncesi çok yanlış bir kaderciliktir. Bu tür bir anlayış hayatın her alanında hiç bir şey üretememek, hiç bir şeyi sorgulamamak gibi çok olumsuz sonuçlar doğurur. Günümüz gerçekliği ile ilişki kuramayan, bu nedenle de bu gerçekliğe müdahale etme iradesi taşımayan bir din algısı savunulamaz. Modern-seküler düşüncenin denetimi altında savunmacı, ezik, sorunlu, kompleksli bir düşünce hayatı özgür bir gelecek inşa edemez. Neoliberal cahiliyenin muktedirleri/seçkinleri karşısında kendimizi bir nesne olarak görmeye devam edemeyiz. Nesne olmayı kabul etmek demek, bir aşağılık duygusuna kapıldığımızı itiraf etmek demektir.

Küreselleşme bir biçimde bütün yerel olgular üzerinde etkili oluyor, yerel/geleneksel bütün yapıları sarsıyor. Elektronik iletişim sistemiyle birlikte yaşadığımız karşılıklı bağımlılık durumu, bütün ilişkilerin dünya çapında gelişmesi sonucunu doğuruyor. Özellikle finansal ve kültürel ilişkilerin önünde hiç bir sınır yok. Küresel çağda yerel ilgiler, yerel yalnızlıklara dönüşüyor. Dünya çapında hareketlilik yaşandığı bir dönemde, yerel hareketsizlikler mazur görülemez. Köhne yapaylıklar/alışkanlıklar, öykünmeler/taklitlerle bir kültür oluşturulamaz. Ortak bir bilincin, duyuşun, duruşun, ruhun, heyecanın ifadesi olarak, bilgimizi, bilincimizi, birikimimizi yeteneklerimizi çoğaltarak, düşünme/tefekkür/sanat/estetik yetilerimizi geliştirip yaygın ve etkili hale getirerek, hayatın her alanında incelikleri, bilgelikleri somutlaştırarak, hayata, topluma yeni boyutlar ve yeni ufuklar kazandırarak, kültürel bir ortam/iklim oluşturabiliriz. Birlikte bilmek, birlikte anlamak, birlikte paylaşmak, birlikte sorumluluk almak suretiyle varoluşumuzu güçlü kılabiliriz, direniş iradesi kazanabiliriz, umutlarımızı gerçek kılabiliriz.

İslam ve Batı karşıtlığı 1095 yılından bu yana kesintisiz devam ediyor. Batı’da İslam dünyasına yönelik “Kutsal Savaş” çağrısı 1095 yılında II. Urbanus tarafından yapılmıştı. “Kutsal Savaş” çağrısı evrensel bir Hıristiyanlık girişimi olarak başlatıldı. Batı dünyası sözünü ettiğimiz günden bu yana kendisini hep ötekine göre tanımlayan bir ırkçılığı sürdürüyor. Batı dünyası insanlar ve kültürler arasında hiyerarşik bir ilişkiye inanıyor. Her tahakküm ilişkisi doğal olarak bir karşıtlığa yol açıyor. Aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen, bugün hala, İslam’a yönelik Haçlı saldırılarının sürüyor oluşu üzerinde çok ama çok düşünmemiz gerekiyor. 19 Temmuz 1099’da Haçlılar Kudüs’e girdiklerinde Mescid-i Aksa’ya sığınan binlerce Müslüman başta olmak üzere bütün kentte korkunç bir katliam gerçekleştirmişlerdi. Bugün Kudüs hala işgal/ilhak durumu yaşıyor. Aynı dönemde Libya kentleri Franklara haraç ödemek durumunda kalmışlardı. Aynı dönemde (9 Şubat 1099) Suriye ordusu bütünüyle katliamdan geçirilmişti.

Yaşadıkları dönemde konumlarının farkında ve bilincin de olmayan toplumlar/kültürler, emperyal rüzgarlar önünde, emperyal fırtınalar önünde sürüklenirler. Bugün, dünya Müslümanlığının öncelikle yanıtlaması gereken en hayati soru, Kur’an/İslam niçin tarihe/hayata/topluma/siyasete müdahale edemiyor, niçin dünyayı şekillendiremiyor, niçin olaylara müdahale edemiyor sorusudur. Gerçek böyleyken, bu satırların yazıldığı günlerde İstanbul’da toplanan “Kur’an ve İlmi Hakikatler Uluslararası Sempozyumu”nun gündeminde; sırasıyla, “İnsanın Yaratılışı”, “Zeytin Yağındaki Mucizelik”, “Kainatın Genişlemesi ve Bing Bang” “Kainatın Yaratılışı ile ilgili Bilimsel gerçekler”, “Tefekkür ve Mucize: Arı”, “Balın Şifa Olması”, “Çocuğun İki Yıl Emzirilmesi”, Hayvanlarda Sütün Oluşumu”, “Tatlı-Tuzlu Su Arasındaki perde”, “Meninin Yaratılması”, “Karınca Ve Enformasyon Teorisi” vb. gibi tartışma konuları bulunuyordu. Bütün bu tartışmaların, toplumlarımızın her tür Haçlı saldırılarıyla karşı karşıya bulundukları, küstahça ezildikleri, horlandıkları, katliama tabi tutuldukları bir dönemde yapılıyor olması İslami bilimsel/akademik hayatın nerede durduğunu neleri konuştuğunu somut olarak göstermesi açısından çok ama çok ibret vericidir.

Bugün, başta Türkiye olmak üzere bütün toplumlarımızda benzeri görülmemiş bir dini popülizm yaşanıyor. Sayısal anlamda büyük cemaatler mitos’cu bir dil ve söyleme yaslanarak, kendilerini çoğaltıyor. Cemaatler mitoslar aracılığıyla yönetiliyor, yönlendiriliyor, manipülasyona tabi tutuluyor ya da baskılanıyor. Düşüncelere değil, duygulara hitap etmeyi esas alan Neonurcu akım, cemaat çıkarı için emsalsiz kuyruklu yalanlar üretiyor/pazarlıyor. Cemaat evlerinde anlatılanlara göre; peygamber Aleyhisselam, Nurculuğun kurucusu ve Neonurcu akımın lideriyle birlikte (maddi/fizik alemde) kapı kapı, köy köy, kasaba kasaba, kent kent, ülke ülke dolaşarak, Neonurcu cemaat mensuplarını/hizmetkarlarını ziyaret ederek, bu hizmetkarları yüreklendiriyor, cesaretlendiriyor, takdir ve tebriklerini açıklıyor, bu cemaatin seçilmiş bir cemaat olduğu müjdesini veriyor. Sözünü ettiğimiz evlerde anlatılanlara bakılırsa, peygamber Aleyhisselamın (haşa) kendisini bu cemaatin hizmetine adadığı, bu konuda büyük bir seferberlik içerisinde olduğu anlaşılıyor. Cemaat çıkarları için Peygamber Aleyhisselamın bu ölçüde sömürülüyor olması insanı dehşete düşürüyor. Eğer Türkiye’de İslami bir otorite olsaydı, eğer Türkiye’de dini ve ahlaki bir otorite olsaydı, bu tür saçmalıklar ve hezeyanlar yankı bulmayacaktı, sözünü ettiğimiz kurguları biçimlendirenler, bunlara inananlar, bunları pazarlayanlar öncelikle bir “tevhid” terbiyesinden geçirilmeliler. Dini hayatı bu tür kurgularla sürdürenler, bu kurgulara iltifat edenlere, bu kurguları dalga dalga yayanlara yazıklar olsun demek gerekiyor. Gündelik hayatın rasyonalizminin baskısı altında bunalan bugünün insanı, sözünü ettiğimiz kurguları sorgulamak yerine, bu kurgularla kendisini teselli ediyor, bu kurgularla umutlanıyor. Bu kurguların üzerinde uyandırdığı uyuşturucu etkisini farkedemiyor.

Dini hayat büyük ölçüde romantik duygusallıklar ile sezgisel biliş tarafından yönlendiriliyor. Akılcı bilişe ihtiyaç duymayan bir dini hayat, daha sonra mitos’çu bir dil ve söylemle kuşatılıyor, edilgin hale getiriliyor, Bu mitos’çu dilin, yaklaşımın temel tevhidi ilkeleri bütünüyle ihlal ediyor olması İslami çevreleri rahatsız etmiyor. Bu ihlaller karşısında kimse sesini yükseltmiyor, bu ihlalleri ısrarla sürdürenler uyarılmıyor, bunlar hakkında her hangi bir yaptırım söz konusu olamıyor.

Günümüzde her tür bencillik, her tür ırkçılık, her tür ideoloji, her tür hizipçilik insanları hiçleştiriyor. Bütün dünya ekonomik bir ideolojinin baskısı altında bulunuyor. Hedonist bireycilik yayıldığı gibi, hedonist hizipçilik ve hedonist/bencil/narsist cemaatçilikler de yayılıyor. Bu durumda ahlakiliğin yeniden inşası hepimiz için çok hayatı bir sorumluluk halini alıyor. İslam toplumlarında kitle konformizmi insanları şeyleştiriyor. Bu şeyleşme sebebiyle olayları/gelişmeleri niceliksel boyutları içerisinde izliyor, bu boyutlar içerisinde değerlendiriyoruz. Toplumsal olaylar/gelişmeler/iniş çıkışlar matematikleştiriliyor. Kitle konformizmiyle bütünleşmiş bir kültür; bir dava bilinci, bir mücadele ve direniş bilinci inşa edemez, oluşturamaz. Paraya tapınan kültürler, ruhsuz, düşüncesiz tüketiciler üretir.

Çok muğlak, çok ırkçı bir “terörizm” tanımı, emperyalistlere, sömürgecilere, zalimlere ve faşistlere her yerde keyfi zulümler yapma imkanı veriyor. Bizler bugün en büyük terörizmin, en büyük şiddetin, dehşetin, canavarlığın en büyük devletin tekelinde olduğu, hukuksuz ve vicdansız bir dünyada yaşıyoruz. “Uluslararası Hukuk” ve “İnsan Hakları” muktedirlerin hayasız yalanları haline gelebilmiştir. Dünyayı, olayları, gelişmeleri algılama ve yorumlama tarzımızı gözden geçirmeliyiz, yeni gerçekliklerle yüzleşmeliyiz. Yenilenmeyi zorunlu olduğu için gerçekleştirmeli, bir yenilik takıntısına takılıp kalmamalıyız.

İslam tarihi boyunca, ilkesel tercihler yapmak yerine, siyasal otorite lehinde tercihler yapmak gibi bir geleneğimiz var. Bu gelenek sebebiyle özgür/onurlu/ilkeli tavırlar sergileyemiyoruz. 10. yüzyıldan (Hicri 3 Asır) sonra taklit dini hayatı belirlemeye başladığı için, taklit bir hayat tarzına dönüşmüştü. 17. yüzyıldan sonra İslam toplumları olarak her alanda savunma durumuna geçtik. Bilginin sekülerleşmesiyle birlikte, İslami eğitimde çok ciddi gerilemeler yaşandı. Taklite dayalı bir eğitim anlayışı/sistemi, her tür düşünme, tartışma, eleştiri ve çözümleme faaliyetlerine imkan vermedi. Günümüzde gelenek nasıl taklit yoluyla sürdürülüyorsa, modernlik de taklit yoluyla sürdürülüyor. Körü körüne gelenekçilik, körü körüne modernlik gibi iki aşırılık arasındayız. Modern zamanlarda yaşanan gelişmeleri/oluşumları, altüst oluşları, eleştirel bir dikkatle yorumlayabilen İslami bir eğitim tarzı oluşturabilmeliyiz. Zaman ve mekana ilişkin çözümlemeler, analizler ve gözlemler yapamadığımız takdirde, sahip olduğumuz sayısal çokluk hiç bir değer taşımaz ve herhangi bir güç oluşturamaz. Günümüzde, düşünsel, kültürel, siyasal, ekonomik, askeri tehditlere nasıl yanıt verebileceğimizi bilemiyoruz. İslam, bize dünya hayatını nasıl dönüştüreceğimizi, nasıl biçimlendireceğimizi anlatır, nasıl katlanacağımızı değil.

Temel İslami kavramların, neoliberal yorumlara tabi tutulduğu, sekülerleştirildiği bir dönemden geçiyoruz. Seküler zihinsel saldırılar nedeniyle temel İslami kavramlar saygınlığını kaybediyor. Cihad, insanın içine doğru yolculuğu ve çabası olarak yorumlanıyor. Ümmet, bütün İslam toplumlarını içerisine alabilecek şekilde, İslami bir siyasal iradenin örgütlenmesi olarak anlaşılması gerekirken, bugün bir nostaljiye dönüştürülüyor. Milliyetçilikler, ulus-devlet takıntıları sebebiyle Ümmet bir birleşme/dayanışma noktası olmaktan maalesef çıkmıştır. Yerel bağlar ve bağlılıkları aşamıyor, yerel açılımlarla kendimizi sınırlandırabiliyoruz.

Müslümanlar olarak bir otorite bunalımı ile karşı karşıyayız.

Maddi refah ve narsist özgürlük alanları genişledikçe bütün değer sistemleri, değerlere dayalı ilişkiler anlamını yitiriyor. Anlam arayışlarında bile bir bireyselleşme yaşanıyor. Mitos’larla beslenen ve bünyesinde eleştirel bir zekaya geçit vermeyen cemaatler de bir sürü olma özelliğini aşamıyor. Günümüzde de kendi içlerine kapanan İslami topluluklar hep savunma durumunda kaldıkları için, yeni açılım imkanlarını kaybettiler. Yeni açılımlar daha çok neoliberal açılımlar olarak hayata geçiyor. Milli devletlerin ortaya çıkışıyla birlikte Ümmet bütünlüğünü kaybettik. İslam toplumlarının her tür bunalım, acı, trajedi, yoksulluk ve yoksunlukla bütünleşmesi kabul edilemez. Müslümanlar olarak her alanda bu kadar zayıf düşmeseydik, bu kadar çok saldırıya açık hale gelmeyecektik. Bugün, herhangi bir alanda küresel etkiler uyandırabilecek bir şey yapmıyoruz, yapamıyoruz. Küresel saldırılar karşısında cemaatler, iktidar yapılarıyla, otorite yapılarıyla bütünleşme yolunu seçiyor. Mağluplar her durumda cezalandırılıyor, suçlanıyor, muktedirlerin zalimlikleri yargılanamıyor, sorgulama konusu bile yapılamıyor. Mazlumlar haklı da olsalar seslerini duyuramıyor. Zalimler haksız olduklarında da, haklıymışçasına propagandalarını sürdürebiliyor. Günümüzde savaşları, işgal, istila, katliamları başlatanlar, toplama kamplarını kuranlar, toplumlarımızı ya harabeye, ya da hapishaneye çevirenler, direniş mücadelelerini sürdüren mücahitlere/mübarizlere suikastlar düzenleyenler hep Batılılar, Müslümanlar değil. Bu nedenle bütün bu büyük kötülüklere, saldırganlıklara karşı savaşmak hepimiz için büyük bir ibadet olacaktır, İslami yükümlülükler tarihin her hangi bir dönemi ile sınırlı değildir. Geleneksel yorum, yaklaşım, yöntem ve içeriği zamanın ve mekanın dinamiklerini dikkate alarak, değerlendirerek 21’nci yüzyıla hitab edebilecek şekilde, yeni bir sistem halinde sunmak gerekir. Bir gelecek ufku içerisinde çalışmak ve üretmek için, İslami öncelikler konusunda hassasiyet sahibi olmak, her tür saldırganlığa, tuğyana, fesada, aşırılığa, sapmaya, aldatmacaya, teslimiyetçiliğe, bozulma ve yabancılaşmaya karşı onurlu bir duruş sergilemek gerekir.

Biz Müslümanlar Kitap sahibi bir toplum olarak tarihe girdik, tarihi şekillendirdik. Kitap’a, akla, bilgiye yabancılaşarak batini tevillere dayalı bir din anlayışına kapandığımız için, tarihten uzaklaştık, tarihten uzaklaştırıldık. Bugün toplumlarımızda kimi istisnalar dışında cemaat liderlerini, üstadlarını insanüstü yeteneklere sahip kişiler olarak görebilen bir gelenek var, yine toplumlarımızda velileri, imamları (haşa) peygamber gibi değerlendiren bir yaklaşım var. Tasavvufi ya da Şii nübüvvet ve velayet düşüncesinin Yahudi ve Hıristiyanların bu konulardaki düşüncelerinden farksız olduğunu, Peygamberlerle evliya arasında derece farkı olduğunu iddia eden mutasavvıflarımız bulunduğunu kaydetmek gerekir.

Günümüzde, toplumlarımızda İslami yorumlar arasındaki farklılıklar, çatışmalar, rekabetler, kişisellikler artarak sürüyor. İlkesel yorumların, anlam ve amaç içeren yorumların yerini hizip/mezhep/cemaat çıkarını esas alan yorumlar alıyor. Bu yorumlar arasındaki mesafe her geçen gün daha çok açılıyor, yorumlar arasında uçurumlar oluşuyor. Bir cemaat liderinin yorumu Amerika’dan ödüller alabilirken, bir diğer cemaat mensubu ya da lideri katliama tabi tutulabiliyor, “terörist” olarak isimlendiriliyor, tehdit ediliyor, aranıyor vb. Burada çok ciddi bir sorun olduğunu kabul etmeli, bu noktada ne gibi çözümler üretilebileceğimiz üzerinde sorumluluk alabilmeliyiz. Bu yorum aşırılıkları arasındaki uçurumların giderilebilmesi için, tarafların eleştiriye açık olması ve oluşturdukları yorum tekellerinin tartışmaya açık olmasını kabul etmeleri gerekir. Kişiselleştirilmiş yorumlara dokunulmazlık kazandırıldığında herhangi bir çözüme ulaşılamaz. İçtenlikli bir çözüm çabası için, tarafların kolektif bir yoruma ulaşma konusunda anlayışlı, olması gerekir.

Hermesci felsefenin etkisi altında biçimlenen bir tasavvufi/irfani hayatın bağımsız bir İslami geleceğe herhangi bir katkısı olamaz.

İktibas, Temmuz 2011

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *