Dicle kıyısında kurt tarafından kapılan koyundan dahi sorumluluk duymamız gereken biz Müslümanlar ne yapıyoruz bu yaşananlar karşısında? İşte asıl üzerinde durmamız ve cevabını aramamız gereken soru budur.
Mü’minlerin emiri Ömer b. Hattab’dan nakledilen o söz, iman akdinde bulunarak çağa ve topluma tanıklık misyonunu üstlenmiş olan mü’minlerin taşıması gereken duyarlılık ve sorumluluk bilincini ne güzel anlatır. Türkçe manzum çevirisiyle:
“Dicle kıyısında bir kurt kapsa koyunu
Gelir de sorar adl-i İlahi Ömer’den onu.”
Yüce Rabbimiz biz Müslümanları insanlığa şahitler kıldığını beyan ederek (Bakara 2 / 143) ve bizleri “yeryüzünün halifeleri” misyonuyla techiz ederek (Yunus 10 / 14), çevremizde olup-biten her şeyden sorumlu kılmıştır. Bu sorumluluk bilinciyle donanmak ve yeryüzünde olup-bitenlere bu bilinçle bakmak, bizim için bir seçenek değil imani bir zorunluluktur.
İslam, “bireysel cennet avcılığı” şeklinde niteleyebileceğimiz “mâbed dindarlığı”nı asla tasvip etmez. İslam’ı hayattan kovup dar anlamda mâbedlere mahkûm eden Emevi saltanatının ürettiği ve nesilden nesile bugünlere kadar taşınan işbu “mâbed dindarlığı”nın hayata dair algısı “Kıl beşini, yap işini” yaklaşımından ibarettir.
“Mâbed dindarlığı”nın ilgi alanı yeryüzü ve onda olup-bitenlerden ziyade gayb âlemidir. Hayatta olup-bitenlerle ilgilenmek ve “yeryüzünün halifeliği” misyonuyla bu olup-bitene müdahil olmak gibi gündemler “mâbed dindarı”nın gündeminde yer almaz. Bunun yerine mesela Hz. Peygamber’i rüyada görmek gibi hedefler edinir kendine, tüm dünyasını bu tür hedefler üzerine kurar.
Bir “mâbed dindarı”nın tüm çabası, en kolay sevap kazanma yollarını bulmak ve kendisi için oluşturduğu manevi huzur atmosferinde biriktirebildiği kadar sevap biriktirebilmektir. Dicle kıyısında kurdun kuzuları kapmasından sorumluluk duymak bir yana, böyle bir gündemi bile yoktur “mâbed dindarı”nın. Onun tüm düşüncesi, daha çok hatim yapıp, daha çok tesbih çekerek sevap biriktirmek üzerine kuruludur.
Oysa, “Mü’min Zihnin Temel Kodları” başlıklı yazımızda da dile getirmeye çalıştığımız gibi, Kur’an’ın inşa ettiği mü’min zihnin ilgi alanı, ahiretin tarlası olan dünya hayatının nasıl ihya edebileceği, yeryüzündeki şirk, zulüm, sömürü, fısk ve fücura karşı tevhid ve adalet mücadelesinin nasıl sürdürüleceği, bu konuda mü’minlerin üzerine düşen vazifelerin ne olduğu gibi hayat alanlarıyla ilgili konulardır.
Evet, dünya imtihan dünyası, ahiretin tarlası. Rabbimiz bu tarlaya ektiklerimiz ve ekeceklerimizle, bu tarlada fitne çıkaranlara, ekini ve nesli ifsad edenlere karşı tutum ve duruşumuzla bizi imtihan ediyor.
Bildiğimiz gibi yaşadığımız coğrafyada on yıllardır süregiden bir “iç savaş” söz konusu. Mü’minlerin emiri Hz. Ömer’in, kıyısında bir kurdun kuzuyu kapmasından endişe edip sorumluluk duyduğu Dicle’nin ve onun yanıbaşında akmakta olan Fırat’ın kıyılarında yaşanan ve bugüne kadar binlerce genç fidanın toprağa düşmesine sebep olan gerçek anlamda kirli bir savaş bu.
Bir tarafta, savaşın aktörleri olan TSK’da da, PKK’da da, otuz yıldır cephe gerisinde bir eli yağda, bir eli balda savaşı sevk ve idare ederek itibar ve mevki sahibi olan savaş baronları, diğer tarafta hiçbir şekilde müdahil olmadıkları, yönlendiremedikleri, bunun da ötesinde gerçeğine vâkıf olamadıkları bu savaşta cepheye sürülen ve hayatlarının baharında soldurulan ana kuzuları…
Bir tarafta Türk ırkçılığına dayalı tektipçi Türk ulus-devlet anlayışı; diğer tarafta ise bu anlayışa ve bu anlayışın Kürtlere yönelik inkâr ve asimilasyon politikalarına muhalefet iddiasıyla ortaya çıktığı halde, Türk ulusalcılığının muhalifinden çok mukallidi olduğu anlaşılan, Kemalizmin Kürt versiyonu Kürt ulusalcılığı anlayışı… Her ikisi de tektipçi, her ikisi de “halka rağmen halkçılık” anlayışı sahibi, her ikisi de jakoben, her ikisi de İslam düşmanı… Tek farkları şu ki; biri Şamanizm özlemcisi, diğeri zerdüştizm…
İşte, İslam’dan ve insanlıktan nasipsiz bu iki bâtıl anlayışa sahip savaş baronlarının kirli planları ve Dağlıca ve Aktütün’de çok açıkça ortaya çıktığı gibi elbirliği ile sürdürdükleri savaş oyunu, bu savaşın sadece nesnesi olan Türk ve Kürt gençlerinin kanlarına kastetmeyi sürdürüyor. Anaların gözlerini hiç ayırmadan kuzularının yollarını gözlediği Dicle kıyılarında, kurtlar sürekli kuzu avlıyor.
Türk veya Kürt, evlatlarının tabutları başında ağıtlar yakan analar arasında bir tane savaş baronunun annesi, eşi veya kızını gören oldu mu? Anadolu’nun çorak topraklarında yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşayan Türk ve Kürt anaları Dicle kıyılarında kurtlara yem edilen kuzularına ağlarken, akan kan ve gözyaşı savaş baronlarının elini güçlendiriyor, onlara daha fazla manevra alanı kazandırıyor.
Dicle kıyısında kurt tarafından kapılan koyundan dahi sorumluluk duymamız gereken biz Müslümanlar ne yapıyoruz bu yaşananlar karşısında? İşte asıl üzerinde durmamız ve cevabını aramamız gereken soru budur. Zira insanlığın karşı karşıya bulunduğu tüm sorunların asgari çözüm şartı, âlemlerin Rabbi yüce Allah’ın ölçülerini hayatla buluşturmaktır ve bunu yapacak olanlar / yapması gerekenler de tabii ki Müslümanlardan başkası değildir.
Ne var ki, Müslümanlar olarak birçok alanda olduğu gibi, yaşadığımız coğrafyanın mazlum halklarının maruz bırakıldığı bu savaş oyunu konusunda da iyi bir imtihan verdiğimiz söylenemez.
Soruna duyarsız kalanları zaten konu etmeye gerek yok. Onlar hatimlerine bir hatim daha eklemek veya filanca radyo veya TV kanalının kampanyasına hatim yetiştirmekle meşgul olabilir, bu arada da Hz. Peygamber’i rüyada görmenin yollarını arayabilirler. Onları rahatsız edip, hûşûlarını bozmaya gerek yok! Lâkin, “insanlığın şahidi” ve “yeryüzünün halifeliği” misyonunun farkında olan Müslümanlar bu konuda nasıl bir imtihan veriyor, bunun üzerinde durmak gerekiyor.
Ben, Türkiyeli Müslümanların şimdiye dek bu konuda iyi bir imtihan veremediğini düşünmekteyim. Müslümanların çoğunlukla bu meselede doğru taraf olmayı başaramadıklarını, özgün bir konum belirlemekten ve yegâne çıkış yolu olan İslami çözümü gündemleştirmekten uzak kaldıklarını düşünmekteyim. Çözümü, sürekli, sorunun kaynağı olan ve ideolojik ve yapısal varlıklarını bu savaş oyununun devamında gören Türkçü ulus-devlet ve Kürt ulusalcısı örgütün inisiyatifine havale eden, sorunun bu iki tarafı arasındaki “barış arayışları”nı ve pazarlıkları çözümün yolu olarak algılayan ve konuyla ilgili gündemini hep sorunun aktörleri arasındaki bu tür arayışlara hasreden bir yaklaşım Müslümanlar arasında da öne çıkmış görünüyor.
Oysa Müslümanların yapması gereken, yaşanmakta olan söz konusu savaş oyununun her iki tarafıyla da aralarına net ve kalın bir çizgi çekmek ve soruna müdahil üçüncü bir taraf olarak sahneye çıkmak olmalıdır. Çatışarak birbirlerini karşılıklı var eden ve çocuklarının kanlarıyla beslendikleri Türk ve Kürt halkının İslami aidiyet bağlarını zayıflatmaya gayret gösteren savaşın bu her iki tarafına eşit mesafede tavır almak ve konuyla ilgili özgün İslami bir duruşu topluma deklare etmek çözümün ilk adımı olacaktır.
Önceki yıllarda kaleme aldığımız “Hangi Kürt Meselesi” ve “Kürt Sorunu: Çözümsüzlük mü, Çözüm mü?” başlıklı yazılarda da belirtmeye çalıştığımız gibi, sorunu çözümsüzlüğe mahkûm eden mevcut taraf ve aktörlerin Kürt sorunu üzerindeki inisiyatifini zayıflatmak çözümün öncelikli şartıdır. Bunu yapabilecek olan yegâne toplumsal aktör de Müslümanlardır.
Çözümü savaşın taraflarından beklemek, onların sorunla ilgili inisiyatiflerini güçlendirmekten ve paradoksal olarak çözümü imkânsızlaştırmaktan başka bir anlam ifade etmez. Müslümanlara yakışan, yüce Allah’ın insanlar için belirlediği sınırları tanımayan, toplumları, tağutların ürettikleri asabiyet dâvalarına tâbi olmaya zorlayan zalim güçlerin belirlediği gündem ve siyasetlere adapte olmak, bâtılın dümen suyunda hareket etmek değil, yeryüzünde olup-bitenlere özgün İslami konum ve duruşlarıyla müdâhil olmayı başarabilmektir.
Dicle kıyılarında kurtlara yem edilen ana kuzularına sahip çıkmanın ve savaş baronlarının, ümmetin kayıp nesillerinin kanları üzerinde kurdukları / kurmakta oldukları saltanatlara son vermenin tek yolu budur.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *