Öyle anlaşılıyor ki dün Haçlı denilenler seferlerini çoktan tamamlamışlar..
“Yirmi altı yaşında su gibi bir gençti hem de bir üniversite mezunuydu.. Bu evsaftaki birinin hayattan muhakkak çok şeyler bekliyor olması gerekiyordu. Şimdilik seyyar satıcılıkla da olsa yaşamın bir yerinden tutunmaya çalışıyordu.. Lakin tezgahına göz dikmişler, zalimler, despotlar tarafından kurulmuş sömürü düzeninin bekçileri üç kuruş para kazanmasına bile rıza göstermemişlerdi..
Bu sebeple bezmiş, baskı ve zulümlerden gına gelmişti. Yoksulluğun zirve yaptığı bir vasatta hayata tutunmak , belki de kendisi dışında bakmak zorunda olduklarını geçindirmek için açtığı tezgahına, aslında kendisine kendi cinslerince yapılan saldırıyı kaldıramamış, ne olursa olsun diyerek yani her şeyi göze alarak üzerine benzin döküp yakmıştı..
Öleceğini düşünmüş müydü sahi, sağ kalsa bile hangi uzuvlarının sağlıklı kalacağını sanıyordu ki?
Acaba tahayyül etmiş miydi kendini feda etmesinin akabinde başka insanların ayaklanacağını, tankların önünde Rabb’lerine secde edeceklerini, toplara göğüslerini siper edeceklerini yani sömürüye ve zulme isyan edeceklerini; böylelikle zalimlerin, despotların kaçıp gideceğini öngörebilmiş miydi?
Dahası diğer bölgelerdeki zalimlere de yol verileceğini?
Ne mübarek bir iş yapmıştı, hayra vesile olmak herhalde bu olmalıydı, şekil aynen böyle gösteriyordu çünkü.. Yıllardır zalimlerin baskısı altında yaşayan yüz binlerce insana, varoluş sebep ve gerçekliğini hatırlatmıştı.. Zalimlerin baskısı altında, kan emen vampirlerin yönetiminde yaşamak, insan fıtratına ihanetin bizatihi kendisi olan köleliğe razı olmak değil miydi zaten?
O şekil yaşamak, kendi gibi olamamak nece yaşamaktı ki?
Zulme rızanın zulüm olduğunu, birey ve toplum olarak nefislerini, kendi benlerini değiştirmedikçe Rabb’isinin de onları değiştirmeyeceğini, yardım etmeyeceğini biliyor olmalıydı.. Ve o Ebu Zerr’in ruhunu kendi bedeninde yeniden dirilterek üstüne düşen vazifeyi yapmış, bedel olarak hayatını ortaya koymuştu. Şimdiden sonraki sorumluluk da geride kalanlardaydı.. Nitekim Ebu Zer’in ruhu, can veren gencin bedeninden başka bedenlere geçmiş ve verilen canın, dökülen kanın intikamı alınmıştı.. Despotlar bir bir ülkelerini terk etmişti, diğerleri de direnmelerine, zulmü kat be kat artırmalarına rağmen aslında sıralarını bekliyorlardı”..
***
Günlerdir bu minvalde kaleme alınmış yazıları okuyor, üzerlerinde düşünüyordu ve bir yandan da doğup büyüdüğü toplumun, yönetici erkin yani iktidarın yapıp etmelerini gözlemliyor, sorguluyordu..
Haliyle; “Kardeşim! Buralarda da zabıtalar tarafından, onlar yetmezmiş gibi polislerin nezaretinde seyyar satıcıların tezgâhlarına yani bir anlamda sermayelerine el konulmuş; zaten alt sınıfa zaten fakir fukaraya hitap eden tüketim malzemeleri yerlere dökülerek heba edilmişti. Yine kıt kanaat kazanılan paralarla inşa edilen, ne hikmetse birkaç kat çıkana kadar göz yumulan ve alt yapı hizmeti götürülen evlerin belediyelerin üniformalı güçlerince içinde eşyalarla birlikte yerle yeksan edilmesi ve böylelikle insanların mağdur edilmesi de sık yaşanan olaylardı.
Gazetelerin kuş uçmaz kervan geçmez sayfalarında ve küçük puntolarla yazılmış; yaşlı insanların soğuktan donarak öldüğünden, küçücük çocukların zafiyetten, bakımsızlıktan, açlıktan hayatını kaybettiğinden, yüzlerce esnafın iflas etmesinden, bu sebeple yuvaların yıkılmasından, kredi borçları nedeniyle intihar edenlerden, gerçekten fakir ve mağdur insanların yaşadığı zorluklardan bahseden haberler de vardı.. Her geçen gün yersiz zamlarla ve vergi artırımıyla iflas riskiyle karşı karşıya kalan, dahası banka ve tefecilere borçlanan insan sayısının arttığından ama insanlarla alay edercesine, verilen kredilerden devletçe büyümenin gururunu yaşadığını söyleyen iktidardan bahseden haberler de dahil..
***
Madem öyle niye Tunus’taki, niye Mısır ve Libya’daki gibi türlü bedeller ödenen ve böylelikle iktidarların değişimine sebep olan eylemler gerçekleşmiyordu ki?
Yoksa burada çoğunluğun tuzu kuru muydu da zaten küçücük puntolarla zaten cılız seslerle geçiştirilen bahsi geçen haber/olaylara kayıtsız kalınıyordu?
Ve bu toplum diyaneti ile anayasası ve meri hukukuyla İslami duyarlılıkların; yürüttüğü sosyal ve siyasal ve dahi ekonomi politikası ile bütün bireylerin beklentilerinin hakkını veren bir iktidarla mı yönetiliyordu?”.. gibi sorularla kendi kendine söylenmeye durmuştu..
***
Bütün bunlara kafa yorarken bir dostuyla, bir arkadaşıyla karşılaşmış, muhabbet sırasında onun da benzer sorular nedeniyle benzer endişeleri taşıdığını kendi dilinden dinleyerek öğrenmişti..
“Tunus’taki olaylar doğrudan İslami taleplerle başlamadı ki.. Bir seyyar satıcının tezgahına el konulması ve canını kaybetmeye göze almasıyla ülkeyi yöneten zalimin alaşağı edilmesini nereye koyacağız? İsyanların, zalimlere başkaldırının Mısır ve Libya’ya taşınmasının, bizim yıllardır kafamızı yorduğumuz kavramlarla doğrudan bir ilintisi yok ki..
***
Şimdi ifade edilenler de ‘Baştaki zalimler gitsin de ne olursa olsun!’ şeklinde; ki yönetim biçimi olarak ön plana çıkan da demokrasi, parlamenter sistem.. Üstelik bütün söyleyenler de yılların alimi, lideri olarak bilinenler. Hazır toplumsal talep varken, zalimler ve aileleri ülkelerinden kaçmışken niye böyle bir açıklamaya gerek duyarlar ki? Bizim buralardakilerle İslami yönetim bağlamında, kavramlar bazında olayları tartıştığımızda, kendileri de olayların bizatihi içindelermiş gibi ‘Bırakınız da ağız tadıyla tağutları devirelim. İstediğiniz şu mu? Mazlumların başında yine zalimler mi olsun, demokrasinin nesi var?” diyerek karşı cephe oluşturuyorlar.. ’İslami yönetim dediğiniz nedir, örneğiniz var mı? Demokraside de insan hakları evrensel beyannamesinde de İslami hassalar, Dini değerler zaten mündemiçtir yani içkindir. Hal böyleyken bahsi geçen yerlerde demokrasiye geçişten niye rahatsız oluyorsunuz?’ gibi önyargılara karşı söylediğimiz her şey sloganik, ayakları yere basmayan, hayatın gerçekleriyle bağdaşmayan iddialar olarak görülüyor..
Sanki biz zalim ve despotların alaşağı edilmesinden rahatsız olmuşuz, oralarda hala zulmün sürmesini istiyormuşuz, onlar şefkatli ve merhametli, bizse zalim ve gaddarmışız gibi!”..
Diye içini döken arkadaşına; “Evet kardeşim, doğrudur, olayları tanımlarken kavramsallaştırma bazında sıkıntımız, Hz. Muhammed ve sonraki halifelerin yönetim biçimlerini, bir takım kanunlarla teminat altına alınan laiklik nedeniyle bugüne taşıyamamak gibi bir problemimiz var. Keza karşı iddia sahiplerine göre Kur’an’da yönetim biçiminin adı konusunda net bir bahis de yok. Yani onlara göre insanlık kendi tecrübeleriyle tanımladığı hak ve adaleti, şurayı esas aldığı sürece yönetimin biçimi ve adı hususunda muhayyer bırakılmış! Dolayısıyla parlamenter yapısıyla, (güya) her düşünce ve inanç sahibinin temsil edilebildiği katılımcılıkla, (güya) serbest seçimlerle, seçme ve seçilme özgürlüğüyle bunu öngördüğüne göre, ladini, profan felsefesi bir tarafa biçim olarak demokrasinin sahiplenilmesinde bir mahzur görülmüyor..
Şu bir gerçeklik dostum, baskın kültürden başımızı kaldırmayı başardığımızda ve eni konu araştırma yaptığımızda farkına varacağız ki en azından Hz. Muhammed’in yönetim tarzının bugüne özgü kavramsallaştırılması ve o istikamette projelendirilmesi pekala mümkündür.. İcraatlarında farklılık vardı elbette ama diğer halifeler zamanından örneklikler çıkarmak da aslında zor değildir..
Kur’an’ın mevsuk bir metin olarak bugüne miras bırakılmasına, raviler konusunda olabildiğince titiz davranılarak o günlerde yaşananlardan, Peygamber ve arkadaşlarının, hatta onlara karşı çıkıp, yaşam hakkı tanımama amacı güdenlerin söz ve eylemlerinden haberdar olmamıza ve buradan bakarak sahih İslam düşüncesi iddiasını taşımamıza vesile olan o insanlar değil miydi?
Garip olan şu ki her vasat ve fırsatta Hz. Muhammed’in örnekliğinden dem vuranlar, onun ashabını yere göğe sığdıramayanlar, öte yandan oryantalizme, tarihselciliğe haklı olarak mesafe koyanlar, onun yönetim tarzı ve biçimini tarihin derinliklerine mahkum etmekten, oryantalist zihinlerin ürünleri olan kavramları sahiplenmekten de kaçınmıyorlar.. ” şeklinde dili döndüğünce karşılık vermeye çalıştı..
***
Konuşurken bir yandan ‘Demokrasi ve İslam içkindir, zaten İslam bir yönetim tarzı önermiyor.. ’ diyenlere şaşırıp kendi içinde, kendine laf yetiştirmeye çalışıyor, bir yandan da dün itibariyle batı düşüncesi denilen egemen zihniyete teslim olmaya yani kavramsal düzlemde müptezelliğin, pespayeliğin göstergesi olan bu kabulleniş biçimine şiddetle itiraz ediyordu..
“Öyle ya İslam’ı özü itibari ile ladini olan kavramlarla mukayese etmek, dahası onlara mahkûm etmek Müslüman olarak varlık sebebimiz açısından bir acziyetin göstergesi değil miydi?
Bütün bu tartışmalarda hâkim unsur İslam, İslam düşüncesi olması gerekmiyor muydu?
Niye laiklik din ve inanç özgürlüğünün teminatıdır gibi sözlere itibar ediyordu ki Müslümanlar?
Niye İslam’ın aslında demokrasiden farkı olmadığını ispat etmeye, niye İslam’ı demokrasiyle barışık tutmaya çalışıyorlardı? Demokrasinin İslam’dan farkı olmadığını söyleyenlere ne için itibar ediyor, niye onların oyun sahalarında top çeviriyorlardı?
Sonraki süreçte, aynen başörtüsü/tesettürün uygulanabilirlik tartışmalarında yaşandığı gibi iman etmeyi de namaz kılmayı, oruç tutmayı, helal ve haramlara dikkat etmeyi de mi laik ve demokratik talep olarak dile getireceğiz?” gibi sorularla gerildikçe geriliyordu..
***
“Dahası, kötü örnekliklerden yola çıkılarak ‘İslami bir yönetim iddiasının karşılığı teokrasidir, tek kişinin liderliğidir, Allah adına hüküm koymayı gerektirir. Böylelikle bireylerin zaafı İslam Dinine mal olur.. ’ gibi güya kutsalı koruma iddiası taşıyan kandırmacalara ne adına kulak veriyorlardı? Diğerine gelince şura’dan, istişareden, serbest seçimden dem vuranlar, vahye rağmen şekillendiğini kendilerinin söylediği kanunlarla sosyal adaleti, eşitliği sağlayacağını iddia edenler, İslami yönetim söz konusu olduğunda insanları niye tek kişinin egemenliğiyle, istibdatla korkutuyorlardı ki?
***
Farkında değiller miydi yoksa? Beşeri ideoloji ve müntesiplerinin egemenliği istikametinde İslam yeniden tanımlanıyor, Müslümanlara toplumsallık, siyaset bilinci ve yönetim algısının ne’liği yeniden öğretiliyordu.. Halbuki Batı Düşüncesine, oryantalist çalışmalara, modernizmin öngörülerine ve onların yerli taşeronlarına ‘neo’ ve ‘post’ ön eklerini ihmal etmeyerek şiddetle karşı çıkanlar da onlardı..
Öyle anlaşılıyor ki dün Haçlı denilenler seferlerini çoktan tamamlamışlar.. Dün her sefere çıktıklarında hedef aldıkları İslam toplumlarının kütüphanelerini yakıp yıkanlar, yazılı kültürlerinden edenler, şimdilerde onların yerine başka kütüphaneler inşa edivermiş olmalılar; ama kitapların içini kendi anlam dünyalarıyla, hoşnut oldukları ideolojik algılarla doldurarak!
İnandığımız dini, bireysel ve toplumsal yaşam biçimimizi, eşyaya bakışımızı onların kavramlarıyla tanımlamaya ve anlamlandırmaya çalışmamızın başka ne sebebi olabilirdi ki?”..
***
Bunlara benzer, cevap vermesi ve enikonu muhasebesini yapması gereken sorular, içinden çıkmakta zorlandığı ve bunun için bir başka bilenlere danışmasının ve teati yapmasının elzem olduğu daha bir dolu mesele vardı..
Ama o da farkındaydı, bilenler yani her gün gazete köşelerinde âlim ve aydın kimliğiyle yazanlar, tv. programlarında bu kimlikleriyle arz-ı endam edenler; sivil toplum kuruluşları, cemaat ve tarikatların çoğu sürece dahil olmuşlardı. Hem de kendi tezlerine karşı eleştiri getirenleri konjonktürü anlayamamakla, eklektik olmakla, geçmişin tekrarını yapmakla, ezbercilikle, dahası oyun bozancılık yapmakla suçlayıveriyorlardı..
***
Sonra Ortadoğu’daki hareketlenmeler geldi tekrar aklına.. Başka birileri, “Artık komplo teorileri iflas etmiştir, olayların geçtiği yerlerde ortak vicdanlar eylemdedir.. ” dese de yaşanan süreç ona göre küresel hegemonyanın razı olduğu istikamete yöneliyor gibiydi.. Doğrudur, şimdi gerçekleşen toplumsal hareketlerde birilerinin manipülasyonunu aramak, ölen gence de sonrasında bedel ödemeye talip diğer insanlara da haksızlık olurdu. Ama sonuçta hazır potansiyel gücün üzerinden yönetime talip olanlar “İslam şeriatını tesis etmek gibi bir niyet peşinde değiliz.. ” diyerek demokrasiyi çoktan ön plana çıkarmışlardı. Peki, despotların yönetim tarzına alternatif olarak ileri sürülen demokrasi zorla Irak’a, Afganistan’a vb. yerlere taşınmak istendiğine göre ve böylelikle yıllardır o bölgelerde kanlar dökülüp, canlara kıyıldığına göre yaşananlardan masumiyeti çıkarmak ne kadar isabetli bir durumdu?
***
Her şeye rağmen iyi şeyler düşünmek istiyordu; âlimler, liderler muhakkak takiyye yapıyor olmalıydılar. Yoksa nasıl “İslam şeriatı merkezli bir yönetime taraf değiliz!” derlerdi ki? Açıkça belliydi veya öyle inanmak istiyordu, despotların devrilmesinden sonra henüz başlangıç aşamasında olan bir oluşumu İslami bir yönetim kuracağız diyerek birilerini endişeye sevk etmeye ve bu sebeple yok yere heba etmek istemiyor olabilirlerdi, egemen güçler pusuda bekliyorlardı çünkü..
“İslam’ın önerdiği şura, danışma, meşveret, adalet gibi olgular zaten demokraside de var. O yüzdendir ki başka bir arayış içinde değiliz” demeleri şimdiki süreci, gerilimi atlatmak için olmalıydı..
Ama bir yandan da tezatların olduğunu düşünüyor ve bu dediklerine aslında kendi de inanmıyordu..
Öte yandan İslam medeniyeti tarihindeki fetihlerle, böylelikle zalimlerin, firavunların devrilmesiyle övünen Müslümanların geldiği nokta şaşırtıyordu onu..
Dün bütün dünyaya bir şeyleri yani İslam’ı yani kavramları yani hak ve adaleti fetihlerle, örnek nesil ve âlimlerle Müslümanlar öğretiyordu, bugünse bütün dünya Müslümanlara Dinlerini, kavramlarını, birlikte nasıl yaşanırlığı öğretiyor!
***
Evet, maksat hâsıl olmuş ve dünün Haçlı seferleri amacına ulaşmıştı!
Ve şimdi havadan havadan bombalarla durumu pekiştiriyorlardı.
Evrensel insan hakları beyannamesini tanzim eden devletlerin savaş gemileri yola çıkmış, emperyalizmde, zulümde birleşmiş devletler durup durup vurmak için sıraya girmişlerdi.
Niye yapmasınlardı ki? Başlangıçta razı oldukları diktatörlerin, şimdilerde modası geçmişti çünkü.
Yıllardır Ortadoğu’nun göbeğinde Filistinlilere, Müslümanlara kan kusturan İsrail’den kıskandıkları bombalar, Libya’nın demokratikleşmesi için helal ve feda olsundu!
***
Gerçekten ilginç, gerçekten şaşırtıcıydı..
Libya’nın despot liderinin zalimliği gayr-i meşru ama diğerlerinin zulmü evrensel insan haklarını korumanın gereği olarak meşru kabul ediliyordu. Sonuçta demokrasi yani özgürlükler ikame edilecekti, telaşa mahal yoktu. Varsın daha fazla insan ölsün, varsın yerleşim yerleri yerle yeksan olsun. Nasıl olsa insanlar yeniden ürer, nasıl olsa yıkılanların daha bir yenisi yapılırdı.
Küresel ekonominin gerek şartıydı hepsi.. Uçaklar, bombalar, silahlar kullanılacak ve imha edilecek ki yenileri üretilsin ve böylelikle insan bedeni, kan üzerine kurulmuş sermaye kat be kat katlansın!
İnşaat malzemesi üreticilerinin, müteahhit ve taşeronların ve dahi arkalarındaki devletlerin ekonomik güçleri zirveye çıksın! İkide bir şikâyet edilen istihdam sorunu da böylelikle hallolsun!
Tabii yer altı kaynaklarına, petrole ve daha bizim bilmediğimiz bir dolu zenginliklere sahip olmak da daha bir başka, hem de tadından yenmez cinsinden!
***
Bütün bunlar bilinmesine rağmen Birleşmiş Milletlere, Fransa gibi başı çeken zorba devletlere kurtarıcı gözüyle bakanlar yok mu kahrediyordu onu.. Bir zalimden kurtulmak için dua edenlerin, başka bir zalime, zalimliklere davetiye çıkarmaları mazur görülebilecek bir şey değildi ki! Diğer devletlerin hepsi pusuda, yağma ve talana katılmak için vaziyet almış durumdalar!
Olsun, yeter ki zalimler, despotlar gitsin, demokrasi yani aslında ABD, Fransa ve diğerlerinin arzusu istikametinde yönetim biçimleri ve kahramanları icra-i faaliyet eylesinler..
Sorguluyordu tabii bütün yaşananları..
Despotlar, Irak örneğinde olduğu gibi başlarına gelecekleri bilmiyorlar mıydı?
Ya Müslümanlar? Böylesi bir tepkinin akabinde kendi cinslerinin canlarına kıyılacağını, yerlerinden yurtlarından edileceğinin farkında değiller miydi?
Bu hengâmede demokrasiye güzellemeler yapmak Fransa ve diğerlerinin zulmünü meşrulaştırmaktan başka bir anlama mı geliyordu sanki?
***
Üzülüyordu ama elden ne gelirdi ki?
İddia sahiplerinin âlim olması, bu özellikleriyle birlikte yıllardır Müslüman toplulukların liderliğini sürdürmeleri, öte yandan içinde yaşadığı toplumun bir bilen olarak bildiklerinin aynı şeyleri seslendiriyor oluşu karşısında aksini iddia etmek kolay değildi..
Ama o kararlıydı, pes etmeyi düşünmüyordu..
Bireysel anlamda eylem bazında eksikliği, türlü zaafları olsa da onun, en azından kendi adına Kur’an’dan, İslam’dan, Din’den öğrendikleri kadarıyla düşünce boyutunda kararlı olması gerekiyordu..
***
Konuşacak çok şeyler vardı; lakin vakit gelmişti artık, evli evine köylü köyüne denildiğinde anlaşılan şey tadında ve kıvamında vuku bulmalıydı.. O an paylaştığı, karşılıklı olarak müstefid olduğu meseleler konusunda yeniden tartışma gerekliliğine işaret ederek ayrıldı değer verdiği dostundan, kardeşinden..
Tartışmak ama kavga etmeden; teatide bulunmak ama ayrışmadan..
İşte ne güzel, tam da bu örnekliği sergilemişlerdi birlikte..
Maksat muhabbetti, maksat vahy-i ilahinin mesajını birlikte kavramaktı çünkü..
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *