“Et tekraru ahsen velev kane yüzseksen..” kavli gereğince tekrarlayacağım yine..
Duydunuz mu?
“Zonguldak’ta yaşayan fakir fukara, garip gureba birilerinin zaten zor şartlarda yaşadıkları evlerinin çatısı çöküvermiş!”..
Kaldıramamış, ilkbahara ramak kalmış bir zamanda yağan karın yükünü.
Asgari ücretle geçinmeye çalışan bir ailenin, evlerinin eksiğini gediğini nasıl tamamlayacaklarını sanıyorduk ki biz?
“Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır!” sözü sanki o aile için söylenmiş..
Ne hikmettir bilinmez, o mahalleye, o aileye gayr-i safi milli hâsıladan kişi başına düşen milli gelir ise hiç uğramamış! İnsan arada bir uğrar, hiç olmazsa bir selam olsun verir, değil mi ya!
Tam bir yıldır evlerinde elektrik filan da yokmuş, mumla idare ediyorlarmış haftalardır!
Çatı çöktükten sonra yakın komşularının desteği ile ayakta kalmaya çalışıyorlarmış!
Çocuklarına nöbetleşe bakıyorlar, sıcak çorbalarını paylaşıyorlarmış..
Komşuluk nedir, Hz. Muhammed’in ümmeti nasıl olunur, böyle zamanlarda belli olur işte..
Valilik midir, fak-fuk-fon mudur nedir, boş geçin onları; aile reisi asgari ücretle sigortalı olarak çalıştığı için, herhalde sosyal devlet olma gereğidir diye ilave yardım yapmamışlar!
Öyle ya, nesine yetmiyordu ki asgari ücret o ailenin?
Binlerce işsiz, çalışmayan, çalışsa da o maaşı alamayanlar vardı..
Eskiden elektrik mi vardı ki; idare lambaları ile yaşadıkları zamanı ne çabuk unuttular da şunun şurasında bir yıldır mumla yaşadıklarından müşteki olup duruyorlar!
Hem ne güzel harca harca bitmez türünden maaşları varmış, başka bir eve taşınsalardı ya!
Göz göre göre evlerinin başlarına göçmesini beklemişler, acındıracaklar ya kendilerine, herhalde o sebeple olmalı!
Bir başka kabahatleri daha var, o fakirlik içinde fakir fukara dostu Başbakanlarının tavsiye ettiği üç çocuk sınırı aşıp, üstlerine vazifeymiş gibi dört çocuk yapmışlar!
Kardeşim, bakabileceğiniz kadar çocuk yapsaydınız ya!
***
Bir haber de Diyarbakır’dan..
“Evde yiyecek bir şey olmadığı için çocuklarının istediği kahvaltıyı hazırlayamayan dört çocuk annesi yirmi beş yaşındaki bir kadın, çocuklarının karşısında düştüğü acziyete, yokluğa daha fazla dayanamayıp evde bulunan av tüfeğiyle yaşamına son vermiş..”..
Bak sen şu işe!
Kahvaltıda yiyecek şeyleri yok ama bir av tüfeği ve patlatacak fişeği var?
Satıverseydi onu da çocuklarının birkaç günlük ihtiyaçlarını gideriverseydi!..
Üstelik o da Başbakanının sözünden dışarı çıkmış, dört çocuk sahibi olmaya kalkmış!
İntihar ederek de resmen duygu sömürüsü yapmış!
Hem intihar etmek, kendi canımıza kıymak günah değil miydi canım?
Otuz yaşındaki işsiz kocası da eşinin intiharına dayanamamış, bunalıma girerek canım evini ateşe vermiş! Millet kalacak ev arıyor, adamın yaptığına bakın!
Şimdi ortada kalan dört çocuğa da yedi çocuklu amcaları bakmaya başlamış!
Aksi gibi o da aylardır işsizmiş, zaten ayağından sakatmış, çok şükür ki yeşil kartları varmış!
Sayalım şimdi: Dört artı yedi, iki de kendileri, oldular mı on üç kişi!
Gel de çık işin içinden?
Yahu hem işsiz, hem sakatken yedi çocuk da yapılır mı?
Niye kulak vermediniz Başbakanınızın tavsiyesine?
***
Hatırladınız mı?
Hemen yakın geçmişte, Samsun’da evin erkeğinin sakat olduğu yoksul bir ailenin iki buçuk yaşında kız çocuğu bakımsızlıktan yani zafiyetten ölmüştü..
Sonrasında bir iş adamı aileye ev alacağını, aylık maaş bağlayacağını, anneyi de sosyal güvence altına alacağını söylemişti. “Kimse Yok mu Derneği” de gıda ve giysi yardımında bulunmuştu. Ama ölen çocuğun annesi yardımlara teşekkür edeceğine, “Önceden yardım edilseydi kızım ölmeyecekti. Bebeğim öldükten sonra bunlar gelmiş, ne önemi var? Mama bile alamıyordum. Çok zayıftı bebeğim. Açlıktan öldü” deyivermiş!
Hiç olacak iş mi, ne güzel yardım edilmiş işte, aile ise hala müşteki, hala sızlanıyor!
Bu insanlar da çok nankörlermiş yahu!
Valilik ise yine sosyal devlet olma gereği, “Gerçekten çocuk açlıktan mı öldü? Yoksa işin içinde üçkâğıt mı var?” öğrenmek için bebeğin cesedine otopsi yaptırma derdine düşmüş..
İş adamı ev alma ve maaş bağlama sözü verdiğine göre, vardır bu işte bir hin oğlu hinlik?!!
Sebep ol çocuğunun ölümüne, gelsin evler, gelsin maaşlar!
***
Yine Zonguldak’tan bir haber..
“Ereğli İlçesi’ne bağlı Güllük Köyü’nde oturan bir aile, parasızlık nedeniyle yedi çocuklarından üçünü evlatlık vermişler..”…
Tesadüf müdür nedir, hep aynı suç, hep aynı kabahat!
Tam bir haz toplumu örneği yani!
Hedonist bunlar canım, hedonist!
Kardeşim madem paranız, madem bakmaya gücünüz yok, niye yedi çocuk yaparsınız ki?
Gel de şimdi bu insanlara acı, merhamet et!
***
Ve İstanbul..
“Fatih’te, kırık camlı, pejmürde, virane, adeta çöplüğü andıran bir evde özürlü kızıyla yaşayan yaşlı ve bakıma muhtaç ama hiçbir yardım yapılmayan bir kadın donarak ölmüş!”
Lakin kabahat yine onlarda!
Özürlü de olsan, insan kırık camlı, çöplük gibi bir evde yaşar mı?
Hem istemesini bilmezsen, yardım eden olur mu?
“Ağlamayan çocuğa meme verilmez.” sözünü hiç duymamışlar mı onlar?
***
Yok yok, bu haberler muhakkak uydurma, muhakkak asparagas olmalı!
Mutlaka hükümet, mutlaka iktidar aleyhine propaganda amaçlı masa üstünde üretilmişlerdir!
Diyeceğim ama henüz tekzip eden olmadı..
Ama yine de bu seçme haberlerin doğruluk derecesini ve daha binlercesinin varlığını merak edenler varsa, “google.com. tr”den araştırma yapabilirler..
Hepsini yazmaya kalkarsak işimizin artacağı kesin çünkü!
***
Hadi buyrun, burdan yakın!
Lakin malumu ilam kabilinden olsa da söyleyeyim, sigara kanser yapar, öldürür, hemen öldürmezse de sürüm sürüm süründürür. İstatistiki veriler, araştırma sonuçları bu yönde, itiraza mahal yok!
Peki, bu tür yoksulluklara, çaresizliklere duyarsız kalmak, umursamamak ne yapar, hiç düşündük mü?
Ama bu dünya için değil, öte dünya için..
Varın muhayyilemizi zorlayalım birlikte..
***
Gelelim asıl meseleye..
Herkesin bilgisi dahilindedir..
TÜİK’e göre Türkiye’de yaklaşık on üç milyon yoksulluk sınırında yaşayan insan var…
Bu rakamlar da Kamu-sen’den:
2011 yılı ocak ayı için ilan edilen yoksulluk sınırı dört kişilik bir aile için üç bin on lira, tek kişilik açlık sınırı da 889 lira 54 kuruş..
2011 yılının ilk altı ayı için, fakir fukara dostu sosyal devletimiz tarafından belirlenen asgari ücret de 630 lira, bu ücrete talim edenlerse yine yaklaşık 5 milyon kişi, aileleri itibariyle de 20 milyon insana tekabül eder.. Bunun yanında işsiz sayısı da yaklaşık 3 milyon..
Sigortasız ve asgari ücretin çok altında çalışan işçi sayısının binlerce olduğu da bir realite..
Bu rakamlardan yola çıkarak yani resmi ve gayr-i resmi verilere göre yoksulluk sınırının daha da altında yaşayan insan sayısının 30 milyon olduğunu söylemek herhalde mübalağa sayılmaz..
İşin garibi, 2011 yılı itibariyle fert başına düşen milli gelir yıllık16.126 dolar!
Aylık olarak da Türk lirası ile yaklaşık 2200 lira civarında..
Otuz milyon insan yoksulluk sınırının altında, en kötüsü açlıkla karşı karşıya; sen tut kişi başına düşen milli gelir aylık 2200 lira filan de ve bununla pişkin pişkin övün..
İyi de ne binlerce işsiz, ne yirmi milyon asgari ücretli tayfası, ne de emekliler ve aileleri bu parayı görmüş değiller ki..
O rakamın binlerce kat fazlası kimlerin ellerinde bilmez mi iktidar ve yandaşları?
Bütün bunlardan sonra sormak hakkımız değil mi?
Bir Hükümet, kendisini iktidara getirenlerin gözlerinin içine baka baka nasıl kafa bulur?
Hiç mi Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz bunlar?
Evleri başına göçen aileler, açlıktan ölen çocuklar, soğuktan donarak ölen özürlü ve yaşlılar..
İntihar edenlerin, intihar etmemek için direnen insanların durumu nedeniyle hiç mi yüzleri kızarmaz?
Üstelik parti olarak değil ama birey olarak elhamdülillah Müslümanım demeyi ihmal etmeyenlerin!
Bankalara borçlu insan sayısının 41 milyona çıktığı, her üç kişiden birinin de icralık olduğu bir coğrafyada, bir iktidar nasıl olur da ekonomi iyiye gidiyor, vatandaşımın refah seviyesi artıyor; nasıl olur da fakir fukara azalıyor diyebilir?
İflas nedeniyle kapanan işyeri sayısı binlerceyken, artan vergilerden, gün aşırı zamlanan petrol nedeniyle maliyet girdisi katlanan esnaf kan ağlıyorken; tükettiği her şeyin her market alışverişinde zamlandığını gören yüz binlerce yoksulluk sınırının altında yaşayan insanlar daha bir fakirleşirken bir başbakan nasıl olur da insanı yaşattığından bahseder?
Doğru devleti “laik”iyle yaşatıyorlar, müspet demokrasi gereği pürüzleri, engelleri tek tek kaldırıyorlar ortadan; en azından görece olarak böyle ama fiili bir durum var ki devletin başına çöreklenmişleri, müteahhit ve taşeron firmalarını, sermaye sahiplerini ihya ettikleri de bir o kadar gerçeklik..
Beş milyon asgari ücretliden, bir o kadar da gizli çalışanlardan, pardon modern, çağdaş kölelerden müteahhitlerin kazandığı parayı bir düşünsenize!
41 milyon banka borçlusu, kredi ve kredi kartı mağduru kimlere çalışıyor?
Tuzu kurular mırıldanır şimdi, “Almasaymışlar kredi, kullanmasaymışlar kredi kartı; nesine gerek onların tüketmek, yorganlarına göre ayaklarını uzatsaymışlar!” filan diye.
Dün modern yaşam biçimini, vahşi kapitalizmi, liberalizmi eleştiren, yerden yere vuranların şimdi geldiği noktada diyecekleri ancak budur işte!
Hep söylüyorum; “Biraz da biz ölelim!” modundalar iktidarın etrafında çöreklenenler..
Ya bizlere ne demeli?
Binmişiz bir alamete, gidiyoz kıyamete!
“Hanimini hüppen dezigi banna rap rap
Tefeşle kayyuş illede kıtmir rap rap
Alavere dalavere kim ala da kim vere rap rap
Köşeleri möşeleri dön baba dönelim rap rap
Raptiye rap rap zaptiye zap
N’aber nitekin gene geldi şapka rap rap
Maaşla gırtlak gırtlak gırtlağa rap rap
Bir kitap okuyor bakın şu çatlağa rap rap
Liberal miberal malı kap götür al rap rap
Eriyor liralar euro kap dolar rap rap
Bul bir kaşalot toriğini işlet rap rap
Bir koy üç al üçünü de beşlet rap rap”
Şarkısını terennüm ederek..
Ergenekon’dur, darbecilere cezadır, hukukun iyileştirilmesidir, demokratik açılımlardır, görece özgürlükler, kazanımlardır, “El bana hayran ben sana hayran, ben sana hayran sen cama tırman..” derken adeta büyülenmiş; istisnalar bir tarafa, ağzı açık ayran delisi gibiyiz..
Başka güçlere karşı kendi gücümüzü oluşturmaya çalışırken, örnek haberlerdeki canları çıkasıca bireyler ilgilendirmiyor bizleri!
Tutmuşuz görece özgürlüklerden, görece rehavetten, müspet demokrasiden, liberalizmin faydalarından, serbest rekabetten, serbest piyasa ekonomisinden ve daha nelerden bahsedip duruyoruz.. İntihar edenlerin, soğuktan ve açlıktan ölenlerin umurunda mıydı onlar?
Hemen, şimdi nefes alıp verene çare olmayan büyük büyük iddiaları neylesin o garipler?
Rabb’imiz onları tabiatta boşluk doldursunlar diye mi yarattı ey Müslümanlar?
Sorgulayalım kendi gerçekliğimizi, sahi biz neleri tartışıyor, insanların gündemlerine neleri taşıyoruz?
Hz. Ebubekir çil çil altınları sayarak kavuşturmasaydı Bilal-i Habeş’i özgürlüğüne, Hz. Muhammed azad etmeseydi kölesi Zeyd’i ve diğer zengin sahabeler paylaşmasaydılar ellerindekini insanlarla ve köleleriyle ve vermeselerdi özgürlüklerini köle ve cariyelerine, Rabbimizin tavsiyesiyle oluşturulmasaydı onlara dair bir hukuk ve bir bir serbest bırakılmasalardı o insanlar, itibar edilir miydi sözlerine, kulak veren olur muydu vahyin mesajına?
Muhacirlere kucak açmasaydı Ensar, her ne varsa ellerinde vermeseydiler hicret edenlere fethedilebilir miydi Mekke ve biz şimdi bahsedebilir miydik Ensar-Muhacir kardeşliğinden?
Zenginlik matah bir şey olsaydı şayet dua eder miydi en zenginlerden Hz. Ebubekir, paylaştığı halde elindekileri, “Rabbim, sahip olduklarımdan dolayı hesabımı kolaylaştır..” diye..
Vazgeçer miydi Mu’sab bin Ümeyr zenginliğinden, onun sağladığı güç ve itibarından..
Hiç aklına getirebilir miydi Ebu Zer, Abdurrahman Bin Avf’ın ölümünden sonra “O Allahın salih kuluydu” diyenlere, “Arkasında yığınla servet bırakan birine mi rahmet diliyorsunuz? diye soracağını?
Onlarca ayetle malın, mülkün gereğinden fazla olmasının, haliyle gereğince paylaşmamanın fitnenin, ateşin, yakıcı azabın ta kendisi olduğundan dem vurarak korkutur muydu Rabbimiz bizleri?
Ve bizler eleştirip durur muyduk Hz. Osman’ı hanlar, saraylar yaptırdı; etrafındakileri, hemen yakınındakileri ihya ettiği ve ona karşı çıkan Ebu Zerr’i çöle sürgüne gönderdiği; yaşlı hanımı Ümmü Zer’le bir başına, yoksul ve fakir bıraktığı için?
“Et tekraru ahsen velev kane yüzseksen..” kavli gereğince tekrarlayacağım yine..
Güç masum değil, iktidar sorunlu ve bir üstadın dediği gibi ancak şeytanla anlaşma yapanlar iktidarda kalabilirler; vahyi mesajın Hz. Muhammed örnekliği bağlamınca bihakkın gereğini yaparlarsa, zenginlerin, azmışların, şımarmışların, zafer sarhoşluğu yaşayanların değil, bilakis mazlum ve mağdur kılınmışların, fakir fukara garip gurebanın dostu olduklarını bizatihi ispat ederlerse ne ala..
Aksi halde hesap zor, onlara da tabii ki onları iktidara taşıyan ve iktidarda tutan bizim gibilere de..
Ne demiş adaleti ile meşhur Hz. Ömer: “Yöneticinin görevi ihtiyaç sahiplerini tespit edip yardımlarına koşmaktır. Yoksula gözetmek, devletin görevidir.”; “Dağdaki çobanın koyununun ayağı kırılsa kendimi sorumlu hissederim..”; “Tenceresinde torunları için taş kaynatan kadına sırtımda çuvalla yiyecek götürmek benim vazifemdir. Aksi halde Rabbimden ceza göreceğim kesindir..”..
Buyursunlar efendim, sosyal adaletten dem vuranlar, bu sözlerden ilham alsınlar..
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *