Önceki yazımızda İslam’ın toplumsal değişim modelinin, siyasal mücadele ile topluma yönelik dâvet çalışmalarında eşgüdüm ve eşzamanlılığı gerekli kıldığını belirtmiş ve bugün, yaşadığımız coğrafyada bu iki yükümlülüğün de hakkının verilemediğini savunmuştuk. İnşaallah birkaç yazı boyunca bu konuyu ele almaya ve durum tesbitinin ötesinde yapılması gerekli olduğuna inandıklarımızı ifade etmeye çalışacağız. Öncelikle şunu ifade etmemiz gerekir ki,
Önceki yazımızda İslam’ın toplumsal değişim modelinin, siyasal mücadele ile topluma yönelik dâvet çalışmalarında eşgüdüm ve eşzamanlılığı gerekli kıldığını belirtmiş ve bugün, yaşadığımız coğrafyada bu iki yükümlülüğün de hakkının verilemediğini savunmuştuk. İnşaallah birkaç yazı boyunca bu konuyu ele almaya ve durum tesbitinin ötesinde yapılması gerekli olduğuna inandıklarımızı ifade etmeye çalışacağız.
Öncelikle şunu ifade etmemiz gerekir ki, İslam, “tek dünyalı” beşeri dünya görüşlerinden farklı olarak “iki dünyalı” bir hayat nizamıdır. O, insanların hem dünya ve hem de ahiret saadetiyle ilgilenir. Ve bu iki saadeti birbirinden bağımsız değil, birbirinin olmazsa olmazı olarak ele alır. Ahiret bilincinden bağımsız bir dünya hayatı da, dünya hayatını inşa etmekten uzak bir ahiret inancı da insanı her iki cihanda da hüsrana götürür. Bu sebepledir ki, Rabbimiz biz kullarına “Rabbimiz! Bize dünyada da, ahirette de iyilik ver…” (Bakara 2 / 201) duasını öğretmiştir.
İslam, Allah’ın ipine topluca sarılmayı öngören kolektif bilinç eksenli bir hayat nizamı olmakla birikte, hesap günü her kişi hesabını tek başına verecektir ve yalnızca kendi yapıp etmelerinden yükümlü tutulacaktır. Dolayısıyla aslolan fertlerin İslamlaşması, insanların Allah’ın huzuruna hesaplarını verebilecek amellerle çıkmasıdır. Toplumun ve toplumsal iktidarın İslamlaşması da bu zeminde anlam kazanmaktadır. İslami mücadele ve İslami siyasetin temeldeki amacı da budur: Yeryüzünde ilahlık taslayıp insanları kula kulluğa zorlayan bâtıl otoritelerin ortadan kaldırılması ve böylece toplumların Allah’ın ölçüleriyle muhatap kılınması.
Dünyayı ahiretin tarlası olarak niteleyen bir hayat nizamının, ahiretten ve ahiret bilincinden bağımsız bir iktidar mücadelesini onaylaması düşünülemez. Bu itibarla tüm imkânlarını kullanarak insanları bâtıldan sakınmaya ve hakka tâbi olmaya çağırmayan bir mücadele çizgisi İslami değildir. İslami mücadele, insanların dünya ve ahiret saadetini temin için ortaya konulan ve temelinde âlemlerin Rabbi’nin rızasını kazanma gayesi ve ahiret bilinci bulunan çabalar bütünüdür ve temel ekseninde dâvet mefhumu yer almaktadır.
Bir yerde dâvetten söz edilebilmesi için, öncelikle hakla bâtılın birbirinden net olarak ayrılmış olması ve dâvetçilerin bu netlik içerisinde konumlarını deklare etmeleri gerekir. Öncelikle bu netlik sağlanmadıkça insanların hakla bâtıl arasında tercihe yönlendirilmesi söz konusu olamayacaktır. Bugün dâvet hususunda yaşadığımız temel sorunlardan biri budur.
“Allah katında din İslam’dır” (Âl-i İmran 3 / 19) Rabbani ölçüsü gereği, kendilerini İslam’a nisbet eden insanların İslam’dan başka herhangi bir düşünce sistemi ve hayat nizamı tanımamaları gerekirken, bugün birtakım bâtıl düşünce sistemlerinin reddedilmesi bir yana İslam adına yaygın şekilde takdis edildiğini görmekteyiz.
Müesses cahiliye sisteminden ve onun işleyiş tarzından ayrışmak yerine giderek daha fazla oranda bütünleşildiğini, demokrasi, liberalizm ve laiklik gibi modern cahili mefhumların giderek içselleştirildiğini, “Devletin dini olmaz”, “Devletin imanı olmaz, Devletin imanı adalettir. Adaletli devlet mü’min devlet olur. Kim yönetiyor olursa olsun, ister gayrimüslim, ister Müslim yönetsin. Allah adaleti emretmiştir, kim olursa olsun, yöneten ne ile yönetiyor olursa olsun, yönetenin ideolojisi, dini, inancı ne olursa olsun, o tali bir hadisedir” gibi argümanların bazı öncü şahsiyetlerin diline pelesenk olduğunu müşahade etmekteyiz.
Bu durum, yaşadığımız coğrafyada hakla bâtılın arasını ayırması ve toplumu bâtılın her çeşidinden uzaklaşıp hakka tâbi olmaya dâvet etmesi beklenen birçok kesimin, aksine hakla bâtılın birbirine bulanmasına hizmet eder noktaya geldiğinin açık göstergesidir. Hakla bâtılın birbirine karıştırıldığı, safların bulanıklaştırıldığı bir ortamda dâvetten söz edilmesi ise ancak dâvetin ne olduğunu ve ne olmadığını bilmemekle izah edilebilir.
Müesses cahiliyenin işleyişiyle bütünleşerek bu işleyişi dönüştürmeye çalışmak gibi temelden yanlış bir yaklaşım üzerine bina edilen stratejiler, önceki yazıda makro dâvet olarak nitelediğimiz İslami siyasal mücadeleyi yatağından saptırdığı ve etkisizleştirdiği gibi, mikro dâvet şeklinde nitelediğimiz toplumsal dâvet çalışmalarının da ihmal edilmesi, ertelenmesi sonucunu doğurmuştur.
Bu her iki yükümlülüğün yeniden kuşanılması için öncelikle hakla bâtıl arasındaki çizgiyi toplum nazarında netleştirecek apaçık bir İslami söylem ve duruşun ortaya konulması ve toplum önünde deklare edilmesi gerekir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *