Neye talibiz?

Neye talibiz?

Hayat bir yolculuktur, sürüp giden. Zaman da geri gelmemecesine akıp geçen bir olgudur. Bizler ama farkında olarak, ama farkında olmayarak bu akıştan etkileniyoruz. İnanan insanlar olarak bu akışın farkında olmak, farkı fark ettirmek zorundayız. Hayatın ve ölümün kim daha iyi işler yapacak diye yaratıldığını, sınanacağımızı, inandık demekle bırakılı verilmeyeceğimizi müdrik olmak zorundayız. Yoksa bu sadece

Hayat bir yolculuktur, sürüp giden. Zaman da geri gelmemecesine akıp geçen bir olgudur. Bizler ama farkında olarak, ama farkında olmayarak bu akıştan etkileniyoruz. İnanan insanlar olarak bu akışın farkında olmak, farkı fark ettirmek zorundayız.

Hayatın ve ölümün kim daha iyi işler yapacak diye yaratıldığını, sınanacağımızı, inandık demekle bırakılı verilmeyeceğimizi müdrik olmak zorundayız. Yoksa bu sadece lafta kalıyorsa, kalacaksa, bizim de bir farkımız kalmıyor demektir.

Farkında olmak, fark etmek dolayısı ile ‘fark edilmek’ de demektir. Söylemden başka (Elbette bu da bir farktır, ancak yetmez!) bir farkımız yoksa, gerek halimizle, gerek kâlimizle fark edilmiyorsak, kalabalıklar içinde yitip gidiyorsak, ”Kim var?” denildiğinde sağa sola bakınıyorsak büyük bir sorunla karşı karşıyayız demektir!

Tek dünyalılar, dehrîler, ateistler ve politeistler gibi dünyaperestlerin hilafına bu dünyanın öte dünyanın bir tarlası olduğunu, tüm nimetlerden sorgulanacağımızı bilip söyleyenler, iddia edenler faklarını ortaya çıkarmak, sergilemek zorundadırlar. “Müddei iddiasını ispatla yükümlüdür!” deriz ya, herkes ne iddia ediyorsa onu ortaya koymalıdır ki Musa’nın asası ile sihirbazların değneklerinin farkı ortaya çıksın!

Şimdi biz iki dünyalılar ‘Ne istiyoruz?’, ‘Neye talibiz?’ ve ‘Ne bahasına bunu arzuluyoruz?’ sorularının cevaplarını dürüstçe vermeliyiz! Hani Kur’an kıssalarını okuyoruz ya; “Vay sizi gidiler vay! Eksik ölçüp tartarsınız ha! Yol kesip bozgunculuk yaparsınız ha! Haramı yol edinir helale göz kulak kapatırsınız ha!…” nevinden ‘geçmişin masalları’ gibi yaklaşırsak, kendimizi unutur empati yapmaz isek, isim/mekan/an’ları biz/burası/bugün formunda okumazsak bu hal/eski hal muhal olmaz, aynen sürüp gider ve ne olsa yiter!

Mesela, Nuh (as) gemi yapıyor, hem de karada deseler, görsek; İbrahim (as) ateşe atılma bahasına putları yerle yeksan etmiş deseler, işitsek; Musa (as) ahaliyi toplamış denize doğru sürüyor deseler, bilsek… Dahası yaşadıkları süreç ayan olsa bizlere, müşahede etsek; ‘Herkes safını, şimdi, şu hali üzre konumlandırsın!’ dense, nasıl bir tablo çıkar ortaya!? İşte farkını ortaya ayan beyan koyamayanları büyük bir ‘firak’ beklemektedir unutmayalım!

Hani, Muhammed (as) Mekkelilerce Muhammed-ül emîn olarak bilinirken, ‘Şu dağın ardında bir ordu toplanmış üzerinize doğru geliyor desem, inanır mısınız?’ dediğinde “evet” cevabını almış, akabinde vahyi beyan ettiğinde nasıl zorbaca bir mukavemetle karşılanmışsa, bizler orada olsak, ya da ismini verdiğimiz ve vermediğimiz peygamberler silsilesinin bir muhatabı olaraktan benzer nidalar/davetler ile karşılaşsak ne der, ne cevaplar verirdik?! Şu hallerimizle ne tarafa daha yakışırdık!? Benzer muhataplığımız tabii ki şu mekânlarda ve şu anda vakidir de bir temsil yapalım istedik, belki fayda verir!

Bizim kahramanımız kim? Musa mı, İsa mı? Muhammed mi, İbrahim mi? Ya da Aişe mi Fatıma mı?  Asiye mi, Meryem mi, Hacer mi? Başka türlü sorar isek; sürece mi, sonuca mı’ talibiz? Öykünmelerimiz nelerle sınırlı? Örnek almalarımız sadece bir nitelik kopyalaması, sıfat için midir? Şartlı mı, pazarlıklı mı kabul ediyoruz? ‘Nasıl Meryem olunur, nasıl Asiye kalınır?’ suallerini cevaplamadan ‘Keşke Meryem olsam..’ın anlamı var mı? Dahası Meryem’in makamına ermek, O’nun mazhariyetini ummak, nasıl bir umarsızlıktır? Hakeza, ‘Ömer’in adaletine, yerine göre celadetine nasıl ulaşılır, Ebu Bekr sıddıklığı nasıl hak edilir?’e talip olmadan, hangi yüzle esenlik talep edilebilir? Kestirmesi mi var bu işin? Bedel ödemek, râm olmak, sarp yokuşa aday olmak, hakkı hak edebilmek, razı olunanlardan olmak… Üzerinde çokça düşünmemiz, akabinde kararımızı vermemiz ve de yola koyulmamız gerekmektedir…  Ve de Rabbimizin hidayeti ile yoldan çıkmadan yolda kalma azminde olmamız… İçinde bulunulan açmazlarımız, kararsızlığımız, ihmallerimiz, safını saflaştıramama saflığımız, umarsızlığımız, ‘Ne şiş yansın ne kebap!’ halimiz mevcut durumumuzu/tabloyu açık eden ve de ‘şefaat, kabir azabı, cehennemden çıkış, Mehdi-Mesih bekleme anlayış(sızlık)larını doğuran etmenlerdir.

Beklentilerimizle hak edişlerimiz/edeceklerimiz arasındaki tutarsızlık, elimizle sunduklarımızdandır! Beş ve daha fazlası yıldızlı konfora (iki dünyada da) talibiz, karşılığında sunduklarımız ise ’gözü kapalı olarak almayacaklarımız’ değerindedir/mesabesindedir! Çokluk yarışımızı bu dünyaya hasretmişiz de ‘…yarışanlar bunun için yarışsınlar’, ‘…birr ve takva konusunda yarışın/yardımlaşın’, ‘öne geçenler/sabikûn; çoğu öncekilerden, birazı sonrakilerden’ hitaplarını sanki hiç duymamış, görmemişiz! Öte taraf ‘bonus’ olsun istiyoruz! Tüm ilişkilerimiz ‘örümcek evi’ nitelemesini hak edecek durumda!

Sözün özü; Kur’anla ilişkilerimizi/diyalogumuzu/irtibatımızı sanallıktan, tören boyutundan, mehcur bırakılmışlıktan, anlam(a)dan ve maksûttan uzak anlamsız madde/kabuk/şekil ilişkisinden, entelektüel ve her türlü anlamı ile cahilane yaklaşımlardan, ‘Kitap yüklü merkepler’ nitelemesine muhatap kalacak boyuttan, ‘bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etme’ pozisyonuna düşürecek tarzlardan, kuru bir iddiadan öte geçmeyen literallikten, kuru ötesi aşırı cıvık batınî yorumsamalardan, hayatın uzağında çağa/asra/bugüne taşınmayan donuk, ‘bana hitap ediyor’ bakışını yakalayamamış okumalardan.. kurtulmadıkça, bu bilgi ve bilinçle donanmadıkça iflah olacağımız yoktur, bu böyle biline! İtlaf oluşumuz da cabası! ‘Ötede Mevlam niçin kayıra?!’ da dahası!…

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *