Kıssadan hisse tarzında olmasa da tematik bağlamda Thomas Bernhard metinlerinin hemen her biri devasa bir hayat dersini yüklenmiştir. Fakat bunlardan ders alıp da münasip bir tutumu takınmak da sanki imkânsız gibidir. Çünkü her hâlükârda bir çıkmazı da barındıran anlatılar bunlar.
Cevat Akkanat
Okurlarının Thomas Bernhard’ın metinlerine takılıp kalmaması mümkün mü? Onlardan birisiyim son zamanlarda. Wittgenstein’in Yeğeni, Beton, Ucuza Yiyenler derken şimdilerde Ses Taklitçisi’ni (Çev: Sezer Duru, YKY, İst., 2020) okuyorum. Türkçeye de çevrilen ve okuma listemize girebilecek nitelikte bir düzineden fazla kitabını da yüksek ihtimaldir ki zamanla elimize alacağız: Neden, Mahzen, Nefes, Soğuk, Çocuk, Odun Kesmek, Bitik Adam, Eski Ustalar, Yok Etme, Yürümek, Düzelti, Goethe Öleyazıyor, Ungenach, Kireç Ocağı, Sarsıntı…
Avusturyalı bir ailenin çocuğu olarak 1931’de Hollanda’nın Heerlen şehrinde dünyaya gelen Bernhard, yatılı okullar, bakkal çıraklığı, akciğer hastalığı gibi farklı badirelerle yaşanan bir eğitim öğretim çağı yaşar. Bir süre müzik ve oyunculuk öğrenimi görür. Sonrasında serbest yazarlık ile söz keser. 1989’da Gmunden’de (Yukarı Avusturya) dünyasını değiştirir.
Ses Taklitçisi’nde Thomas Bernhard yaşantılardan, gözlemlerden, duyumlardan velhasıl daima yaşanmış olay ve durumlardan el alarak yazdığı küçük anlatıları bir araya getirmiş. Gelişigüzel, birkaç metnin giriş cümlelerinden iktibas edelim:
“Oslo yakınlarında aşağı yukarı altmış yaşında bir adamla tanıştık.”
“Hiçbir zaman aynı işyerinde çalışmamış olan Salzburg’lu bir evli çift…”
“İnnsbruck’da bir tütün fabrikası ve Stams’ta eğlence evi diye anılan bir eve sahip olan amcamız, …”
“Bize komşu yaşlı bir kadın hayırseverlikte çok ileriye gitmişti.”
“Doğu Tirol’lü bir dağ rehberinin oyununa gelen birkaç İngiliz onunla birlikte Drei Zinnen’e çıkmış, …”
Böyle böyle başlayan ve kimisi iki üç satır, bir kısmı bir paragraf, pek azı bir sayfaya yaklaşan 100’den fazla metin var kitapta. Bunları “öykü” diye sunmuş yayınevi. Acaba bu metinleri moda bir deyimle küçürek öykü kategorisine dâhil edebilir miyiz?
Kıssadan hisse tarzında olmasa da tematik bağlamda bu metinlerin hemen her biri devasa bir hayat dersini yüklenmiştir. Fakat bunlardan ders alıp da münasip bir tutumu takınmak da sanki imkânsız gibidir. Çünkü her hâlükârda bir çıkmazı da barındıran anlatılar bunlar.
“Mutluluk” (s. 99) başlıklı metin üzerinden görelim okurun kontrpiyede kalma ihtimalini:
“Ülkelerde iktidar olanlar iyice güçlü olduklarında ve iktidarlarının uzunca sürmesiyle yalnız tüm halkın zenginliğini değil, aynı zamanda ülkelerindeki düşünce zenginliğini de yok ettiklerinde, birçok ülkede hâlâ birçok insan birdenbire ve doğal olarak da sık sık iktidar sahiplerinin en hain biçimde öldürülmelerine ve anarşinin hüküm sürmesine şaşırıyormuş. Geçen hafta başbakanın öldürüldüğü, kendisinin kaçabildiği o devletten gelen bir profesör bana, mutluluktan söz edebiliriz, dedi. Ama profesör yeniden ülkesine döndüğünde, daha sınırda tutuklandı ve hapse atıldı, oysa bu arada öldürülenin ta karşıtı olan yeni bir başbakan başa geçmişti.”
Ses Taklitçisi’nden “Mutluluk” küçüreğini elbette bilinçli olarak seçtim. Niye’si yok bunun, çünkü dünüyle, bugünüyle Türkiye tarihinin neredeyse hemen her dönemiyle örtüşen vakıalardan bahsediliyor burada. Hatta kimi okur bir an galeyana gelip “Tam da bugünün Türkiye’sini, mevcut siyasî süreci anlatıyor.” diyebilir “Mutluluk” için. Tabii galeyan dediğimin içinde “şimdi”ye yönelik bir miktar ön yargı ile “şimdi”nin uzun yıllardan sonra oluşturduğu çokça hüsran ve “mutsuzluk” da yer almaktadır.
Sadede gelip şöyle diyelim: “Mutluluk” metni hangi ülkeyi anlatıyor, muğlak. Fakat iktidar taraftarı yahut karşıtı, fark etmez, orada anlatılan profesörün benzerleri ile Türkiye sosyolojisi içinde sıkça karşılaştığımız oluyor. Kuşkusuz sorun onların tercihinde değil, sorun, sosyolojik sürece her daim bir despot abrakadabranın çöküvermesinde…
Sözü daha bir somut söylemenin sırası geldi çattı. Bilenler bilir, yaptığım işler arasında editörlük de vardır. Bu ilgim gereği, yazılacak çizilecek konuların ve bunların üstesinden gelebilecek yazarların peşinde koşuşturup dururum. Gerek konu tespiti gerekse yazar takibi, hayli hassasiyetler gerektirir. Malum, zorlu bir uğraştır bu. Gelgelelim, işin zorluk derecesi günden güne daha da artmaktadır. İsterseniz son bir ay içinde yazılması için belirlediğim konuları ve bunları yazmaları için teklif götürdüğüm yazarlardan aldığım yanıtları şuraya sıralayayım:
“Muhafazakâr Otorite Ulusalcı Söylem” temalı bir yazı çıkar mı kaleminden?
“Siyasette Travma Dilde Sapma” konulu bir metin yazabilir misin?
Mehmet Âkif’in Şiirlerinde Siyasal İktidar Sorunu” temalı bir yazı yazabilir misiniz?
“Sinemada Otoriteye İtiraz” çerçeveli bir yazı yazabilir misin?
“Nazım Hikmet’in Taranta Babu’ya Mektuplar’ında Otorite Eleştirisi” konulu bir yazı yazman mümkün mü?
“Sezai Karakoç şiirinde otoriteye itiraz var mı? Hangi otoriteye? Bir makale çıkar mı? Onun metinlerinden hareketle bugüne dair bir şey söylenebilir mi?”
Şimdi de yazarlarımızdan aldığım yanıtların bir kısmını sunayım:
“-Mevzu sıkıntılı. Yanlış anlamalara müsait.”
“Yok dostum, havamda değilim. Konu da bana uygun değil zaten.”
“Beni mazur görün, konu çok cazip ve yazılması elzem ama benim asabımın kaldırmayacağı kadar zor bir dönem yaşıyoruz. Böyle bir yazıyı başlasam bile bitiremem. “
“- Vaktim yok maalesef.”
Vermek istediğim yazı konuları yoluyla pek muhterem yazarlarımızı hayli zorladığımın farkındayım. Onların geri bildirimlerini de ciddi ve önemli buluyorum. Bernhard’ın “Mutluluk” kontrpiyesi ile birlikte düşününce, yazarlarımızın hem “şimdi”nin hem de geleceğin muktedirlerinin muhtemel tercihlerini kara kara düşünmelerini normal buluyorum. Sonuçta her halükârda “ipin ucu bir zalimin elinde”.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *