Nihal Bengisu Karaca: “Normal şartlarda, bir devletin bırakın kızmayı, raporu önüne alıp incelemesi, müstefit olması gereken bir çalışma söz konusuydu. O zaman neden bu denli tedirgin edici bulundu?”
Bir çalıştay raporunun yayınlanması ile başlayan ve halen devam eden Deizm tartışmasından neden tedirgin olunduğuna ilişkin yanıtları arıyor Nihal Bengisu Karaca, Habertürk’teki köşesinde. Karaca’ya göre, “Devlet demek artık AK Parti ve ittifak ettikleri demek ve bu parti milliyetçi, muhafazakâr, dindar ve İslamcıların oluşturduğu bir tabanı temsil ediyor. Dolayısıyla devlet, söz konusu tabanla ontolojik, organik ilişki içinde olanlardan sadır olan ve devletin seçtiği ‘ana akım görüş’ten sapma temayülü gösteren her eğilimi ve o eğilim üzerinden muhalefetin ürettiği ithamları ‘üzerine alınıyor’ ve savuşturulması gereken bir mesele olarak görüyor.”
Karaca, ülkenin dış ve iç manipülasyonlarla sarsıldığı son dört yılla ilgili olarak da, “devlete önce iktidar partisi ile dünya görüşü özdeşliği, sonra ‘ikram beklentisi’ ile destek veren İslami kamunun unsurları; sivil toplum kuruluşları, dernekler, vakıflar zımnen ‘itaat’ etmeyi alanlarını peyderpey devlete bırakmayı da borçlanmış oldular” diyor ve şöyle devam ediyor: “kendisiyle aynı koordinatlarda hizalanmayan sivil toplum kuruluşlarından da, onların resmi tezlerle çelişen/çelişme olasılığı içeren çıkışlarından da hazzetmez oldu.”
İşte Hilal Bengisu Karaca’nın o yazısı:
İLGİ çekici bir gündem olarak epeydir tartışma konusu olan “deizm”meselesi Konya’da düzenlenen “Gençlik ve inanç” çalıştayının Devlet Bahçeli tarafından kınanmasıyla hızla politize oldu. Bahçeli’nin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan da bir grup toplantısında Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz’ı canlı yayında kürsüye çağırdı ve çalıştay hakkında izahat istedi. Erdoğan’ın raporu kastederek “Olmaz öyle bir şey. Doğru değil” dediği duyuldu. Ardından Konya Milli Eğitim Müdürü Mukadder Gürsoy kendisini tartışmaların odağında buldu. Topu çalıştayı düzenleyen derneklere attı: “Şaşkınım” diyordu. “Çalıştay İKDAM Eğitim Derneği ve Uluslararası Öncü Eğitimciler Derneği tarafından düzenlendi. Biz sadece Milli Eğitim bünyesindeki öğretmenlerin çalıştaya katılmalarına izin verdik.”
Derneklerin, öğretmenlerin tecrübe paylaşımını mümkün kılan ve genç sosyolojiye dair anlamlı bir data oluşturan çalışması bir anda deizmi olumlayan ya da gençlerimize “iftira atan” tuhaf bir etkinlik muamelesi görmeye başladı. Oysa -dışarıdan takip edebildiğim kadarıyla- benim anladığım çalıştay felaket tellallığı yapmıyor, sadece sorun teşhisiyle de yetinmiyor; “öğretmenlerin ve toplumdaki dini önderlerin anlattıkları arasındaki tutarsızlık ve birbiriyle kavgalı olmaları”, “din dersi öğretmenlerinin iyi rol modeli olamadığı”, “sadece ibadet ve sorumluluklar üzerinde yoğunlaşan müfredatın ve öğretmenlerin ‘Yaratıcı’, ‘kötülük’, ‘kader’ gibi konulara tatmin edici cevaplar getirememesi”, “MEB’in ders materyallerinin çocuklar değil yetişkinlere uygun ve yetersiz olduğu” gibi saptamalar da yapıyordu. Normal şartlarda, bir devletin bırakın kızmayı, raporu önüne alıp incelemesi, müstefit olması gereken bir çalışma söz konusuydu. O zaman neden bu denli tedirgin edici bulundu?
HANGİSİ SİVİL?
İlk nedeni şu: Devlet demek artık AK Parti ve ittifak ettikleri demek ve bu parti milliyetçi, muhafazakâr, dindar ve İslamcıların oluşturduğu bir tabanı temsil ediyor. Dolayısıyla devlet, söz konusu tabanla ontolojik, organik ilişki içinde olanlardan sadır olan ve devletin seçtiği “ana akım görüş”ten sapma temayülü gösteren her eğilimi ve o eğilim üzerinden muhalefetin ürettiği ithamları “üzerine alınıyor” ve savuşturulması gereken bir mesele olarak görüyor.
Din bir kere iktidarın seçmen ve sosyoloji tahkim etme imkânlarının arasına girdikten sonra, tahkim edilmiş sosyolojiyi kontrol etmek de iktidarın görevi oluyor çünkü. Dolayısıyla kısa bir süre önce yaşanan “güncelleme” tartışmasında olduğu gibi, ittifak tabanını ve toplumu ne 14. yüzyıldaki fetvazenleri tekrarlayanlara teslim etmek mümkündür, ne de kabaca “Yaratıcı var, ama dinler hep sonradan uyduruldu” ile özetlenebilecek deizme savrulmaları kabul edilebilir.
15 Temmuz’da “Hanefi-Maturidi” çizgisinin öne çıkarılması aynı bağlamda düşünülmüş “rasyonel” bir tutumdur. Ancak takdir edileceği gibi bunların hepsi “Hani devlet artık insanların dini nasıl yaşayacaklarına karışmayacaktı? Din sivil alanın meşgalesidir ve öyle de kalmalıdır” diyen İslamcıların, cemaat ve tarikat yapılarının, hatta liberal ve demokrat kimlikli insanların eleştirisine maruz kalmakta. Çünkü yapılan, Cumhuriyet’in ilk yıllarında resmi ideoloji imal ederken yapılan toplum mühendisliğine çok benziyor. Ancak bu eleştiride yer alan “din, hayat tarzı, dünya görüşü gibi alanların sivil toplum alanının ve dolayısıyla sivil toplum kuruluşlarının konusu olduğu” haklı olmakla beraber eksik. Zira “Hangi sivil toplum kuruluşları gerçekten sivil?” sorusuna verilecek tatmin edici bir cevap yok.
Ülkenin dış ve iç manipülasyonlarla sarsıldığı son dört yılda, devlete önce iktidar partisi ile dünya görüşü özdeşliği, sonra “ikram beklentisi” ile destek veren İslami kamunun unsurları; sivil toplum kuruluşları, dernekler, vakıflar zımnen “itaat” etmeyi alanlarını peyderpey devlete bırakmayı da borçlanmış oldular. Borcu tahsil etmeye ve 15 Temmuz sonrasında OHAL şartlarının sağladığı kolaylıklara alışan devlet, kendisiyle aynı koordinatlarda hizalanmayan sivil toplum kuruluşlarından da, onların resmi tezlerle çelişen/çelişme olasılığı içeren çıkışlarından da hazzetmez oldu. Söz konusu “hazzetmeme” hali de, derece derece sivil toplumun ama bölünerek ama güçsüzleşerek devlet tarafından temellük edilmesiyle sonuçlanıyor.
Sonuç: Bundan sonra deizm, tecdit, reform, İslamcılık tartışmaları yapılmayacak diye bir şey yok, yapılır. Ama devletin istediği kapsamda, şartlarda ve zamanda yapılır.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *