Afganistan’da 1979’dan beri neredeyse kesintisiz süren işgal ve savaşların, işgalcilere, sömürgecilere, emperyal hedeflere sahip küresel güçlere öğrettiği en önemli şey, Afganistan’ın bu yöntemlerle ele geçirilemeyeceği olmuştur.
ABD’nin çekilmesi
ABD ve müttefiklerinin 20 yıldır Afganistan’da sürdürdüğü işgal geçtiğimiz aylarda gürültülü bir şekilde sona erdi. Yaklaşık 10 yıllık bir Rus işgalinin peşinden 20 yıldır sürmekte olan ABD ve Nato işgalinin de sona ermesiyle Mayıs ayında Afganistan yeni bir döneme adım attı. Uzun yıllardır demir yumrukla Afganistan’a şekil vermeye çalışan küresel güçler büyük bir yenilgi ile geri çekilmek zorunda kalmış durumdalar, her ne kadar bunu yenilgi diye adlandırmasalar da…
İşgalin son yıllarında ABD’liler bir yandan Afganistan’dan çekileceklerini sık sık dillendirirken, aralarında Nato’nun ve Pentagon’un da olduğu şahin kanat ise çekilmenin henüz vaktinin gelmediği iddiasıyla işgalin sürmesini istiyor ve bunu da her platformda öne sürüyorlardı. Buna rağmen ABD, bu yılın Mayıs ayında çekilme takvimini başlatarak, bir an önce Afganistan’dan fiziksel olarak uzaklaşmaya çalıştı. Hem de karşısındaki neredeyse tek silahlı güç olan Taliban ile bir anlaşma metni üzerinde uzlaşmayı bile beklemeden yaptı bunu. ABD defalarca masaya çağırdığı ve oturduğu Taliban’la istediği gibi bir anlaşmaya varamadığı gibi, Türkiye’nin de katkısıyla İstanbul’da düzenlenmek istenen toplantı da Taliban’ın katılmayacağını bildirmesi üzerine iptal edilmişti. İki taraf arasında bir anlaşma sağlanamaması, çekilme takviminin erteleneceği şüphelerini doğursa da, ABD şaşırtıcı bir şekilde ve ısrarla çekilme takvimini işletti ve son kalan askerlerini de çekip gitti. Öylesine bir geri çekilme yaşandı ki, mekanize birliklerine ait araçları, anahtarlarını yanlarında götürerek, birlikte çalıştıkları Afgan hükümetine bağlı birliklere bile haber vermeden sabaha karşı sessizce gittiler. Onların gittiklerinden Afgan birlikleri ancak iki saat kadar sonra haberdar olabilmişlerdi.
İran devrimi ile başlayan süreç
1979 İran devriminin ardından, aynı yıl Rusya’nın işgali başlamış ve Rusya kendisine bağlı bir hükümet kurmak istemişti Afganistan’da, tıpkı diğer komşu ülkelerde yaptığı gibi. Ancak Rus işgali 1989’a kadar kör topal ilerlemiş ve oldukça lokal kalmıştı. Rus askerleri ancak bir iki bölgede etkin olabilmiş, Afganistan’ın geneline yayılamamıştı.
Bu dönem, Rusya’ya karşı cihad için ortaya çıkan mücahit grupların, Rusya’ya karşı bir araya gelmesi ve düşmana birlikte karşı koyması en büyük kazanımları olmuştu. Ne var ki sürecin sonunda, mücahitlerin ittifakı Rusların gidişi ile son bulmuş, gruplar arası çatışmalar gün yüzüne çıkmıştı. Rahmetli Ercümend Özkan 1982 yılından itibaren Afganistan’la ilgili yorumlarında, Afganlı Müslümanlar arasındaki ittifakın konusunun yalnızca silah sıkacakları tarafın Sovyetler ve onun yerli işbirlikçileri olduğunu, bu durum ortadan kalktıktan sonra ittifakın bozulacağını belirtiyordu. Özkan, benzer bir durumun Kurtuluş savaşı yıllarında Türkiye’de yaşananlara benzediğini ve Müslümanların tarihten ders almaları gerektiğini söylüyordu.
Rus işgalinin sona ermesi ile mücahit gruplar arasındaki ittifakın bozulması ve bunun doğal sonucu istikrarsızlık ve iç çatışma ortamı grupları güçsüz düşürürken Taliban’ın büyüme ve güçlenme dönemi oldu. Özellikle Pakistan’ın Afganistan sınırındaki medreselerde eğitim gören Taliban, hem çatışmalardan kısmen uzak kalırken, hem de kavmiyetçilik yerine İslamcı ideolojisi ile diğer grupların da desteğini kazanıyordu. Rusların gidiş tarihi 1989’dan sonra başlayan kaotik dönem Eylül 1996’da Taliban’ın Kabil’e girmesiyle sona ermiş ve Taliban yönetimi devralmıştı.
5 yıllık bir dönem boyunca ülkeyi yönetmeyi başaran Taliban’ın İslam diye sahiplendiği katı/geleneksel uygulamaları ise batı medyası tarafından İslam’a yönelik kötü imajı beslemek üzere rahatça kullanıldı. Diğer yandan, gerek yer altı kaynakları gerekse jeopolitik konumu ile gerçekten Asya’nın kalbi sayılan ancak kişi başı gelir hesabına göre dünyanın en fakir ülkeleri arasında yer alan Afganistan, batının sahip olmak istediği bir ülke olma hüviyetini sürdürüyordu. Batının aradığı ‘fırsat’ 11 Eylül saldırıları ile ortaya çıktı! Saddam’ın Kuveyt’i işgalinin ABD’nin Irak’a girişine meşruiyet sağlaması gibi, İkiz Kuleler saldırısı da ABD ve Batı bloğunun, Afganistan’ı işgali için gereken meşruiyet zeminini oluşturduğu varsayıldı. İkiz Kuleler saldırısının hemen bir ay sonrasında, El Kaide’ye yönelik başlatılan saldırı, Taliban yönetiminin sonu olurken, ABD ve Nato işgalinin de başlangıcı idi.
Afgan hükümetinin durumu
20 yıl süren işgalin sonunda ABD’nin ülkeden kovulmasında Taliban büyük pay sahibi olurken, işgal döneminin işgalciler için başarısız olmasını sağlayan güçlü nedenler üzerinde durmak da gerekir.
Afganistan’ın 18. yüzyılda İngilizler ve Ruslar arasında paylaşılamaması ve sürekli bir çatışma alanı halinde kalırken, 1919’da İngilizlerle yapılan son savaşın ardından bağımsızlık kazanılsa da kurulan hükümetler hiç dayanıklı olamadı. Aşiretlerin güçlü olması merkezi otoritenin zayıf olmasına sebep olduğu gibi küresel çekişmenin etkileri de Afganistan’da bariz şekilde görülüyordu. 1919’dan sonra kurulan hükümetlerde yaşanan istikrarsızlıklar, içeride yaşanan darbelerin ardından önce Rusya sonra da bilinen ABD işgali ile gelmişti.
İşgal dönemlerinde de Afgan hükümetlerinin durumunda pek bir değişiklik yaşanmadı. Afgan hükümetleri toplumda gereken uzlaşmayı, bütünleşmeyi sağlamaktan uzak kalırken, ülke genelinde hakimiyet kuramamış, aşiretlerin kiminin desteğini alırken kiminden de alamamıştı. Bununla birlikte yolsuzluk/güvensizlik problemlerinin aşılamaması, ülke ekonomisini geliştirecek herhangi bir başarı elde edilememesi ve hükümetin Batının kuklası olarak görülmesi hükümetin en büyük açmazları arasında sayılabilir. 2001’de ABD işgali ile birlikte Cumhurbaşkanlığı görevine gelen Hamid Karzai’nin ABD ve CIA ile ilişkileri özellikle batı medyasında kendisine geniş yer bulurken, 2014’te yerine gelen yeni cumhurbaşkanı Eşref Gani de, Amerikan üniversitelerinden mezun ve seçim sürecinde ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin desteği ile seçim kazanabilmiş bir isim olarak, Afgan halkının hükümetten uzak durmasını haklı çıkarmaktadırlar.
Neticede Afgan hükümetleri hiçbir zaman Afganistan’ın çok parçalı etnik yapısı üzerinde hakimiyet kurmayı beceremedikleri gibi, dış destek olmadan ayakta duracak mecali de kendilerinde bulamadılar bugüne kadar. Hala da destek almaya devam ediyorlar. Haziran ayında Afgan liderler Eşref Gani ve Abdullah Abdullah, Washington’da ABD Savunma Bakanı ile bir araya gelmişler, bakan Austin görüşmeden sonra, “ABD, Afgan ulusal savunma ve güvenlik güçlerine güvenlik yardımı sağlamaya devam etmeye kararlıdır. Afgan hükümeti ve Afgan ordusuyla ortaklık yapmaya ve ortak hedefimiz için yeni ve farklı bir şekilde çalışmaya devam edeceğiz.” demişti. Eşref Gani de, “Afganistan, ABD ile yeni bir ortaklık aşamasına geçiyor. ABD’nin Afganları yalnız bıraktığına dair anlatı tamamen yanlış. Birlikte çok şeyimiz var. Birlikte sevgimiz var ve birlikte başaracağız.” ifadesinde bulunmuştu. Austin, 24 Temmuz’daki açıklamasında ise, Afganistan güvenlik güçlerinin ilk işinin Taliban’ın hızını kesmek olduğunu ve hükümet birliklerinin Taliban ilerleyişini durduracak kapasitede olduğuna inandığını söyledi.
Batının, gerek Afgan devletinde gerekse Afgan halkında istediği sonucu alamaması, işgalin sonunu getirmiştir. İşgalci güçlerin, Batının işine yarayacak şekilde bir ulus devlet inşası çabasının sonuçsuz kalması, Pakistan’ın da desteği ile Taliban’ın, kavmiyetçilik yerine İslamcı bir bakış açısına sahip olması önemlidir. Gücünün yanında bu özelliği aşiretlerin desteğini toplamasının en önemli nedenidir. Pakistan’ın Taliban’a İslami bir hareket temelinde destek vermesi, Afganistan ve Pakistan’daki Peştu nüfusunun birleşerek ulus devlet temelinde bir Peştunistan kurmasını engellemeye yönelik olarak da okunması muhtemeldir.
Taliban’ın durumu
Başta ABD olmak üzere küresel güçlerin ‘terörist’ diye adlandırdığı ama diğer taraftan masaya oturtup anlaşma da yapmak istediği Taliban, tıpkı 1996-2001 döneminde olduğu gibi şimdi de Afganistan’da tek güç haline gelmiş durumda. Değişen liderlerinden öte, Afgan halkının sahip olduğu muhafazakar/İslamcı anlayışa sahip olan ve bu yönüyle diğer aşiretlerin de desteğini sağlayabilmekte. Her ne kadar dışarıdan destek aldığı, Suriye’de, Libya’da çarpışan birçok militanın buraya desteğe geldiği söylense de, halk desteğine sahip olmayan bir örgütün bir ülkede uzun süreli ayakta kalma şansı olmamıştır ve olamaz da, dünyanın hiçbir yerinde. Destek alacağı en büyük güç halkı olacaktır ki, bunun tersini Afgan hükümetinde zaten görmekteyiz. Küresel güçlerin tam desteğini almasına karşın, kendi ülkesinden destek bulamaması ile, batılıların gidişinin ardından hakimiyeti altındaki toprakların çoğunu kaybetme tehdidi ile yüz yüze kalmış durumda, hükümetin altı ay içinde düşeceği tahminleri yapılmaktadır.
Taliban’ın ilk dönem yönetim tecrübesi ve ardından 20 yıllık savaş tecrübesi, bugün hükümeti ele geçirecek noktaya taşımıştır onu. Bugün Afganistan’da büyük çoğunluk onun hükmünü kabul edecek gibi görünmektedir. Ayrıca, yıllardır süren çatışmalardan sonra nasıl olursa olsun denilerek istikrarlı ve yerli bir yönetimin halk tarafından tercih edileceği de su götürmez bir gerçektir.
Bundan sonra ne olacak?
Taliban şu an ülkenin yüzde 90’ını ele geçirdiğini söylüyor ki, şu an öyle olmasa bile yakında öyle olacak gibi görünüyor. Ama iktidara geldiğinde oldukça zor bir dönem onları beklemektedir. Önceki dönemden edindiği yönetim tecrübesi, katı tutumunun nelere mal olabileceği konusunda onlara yol gösterici olacağı tahmin edilebilir. O günlerde dünya ile iletişimlerinin de kısıtlı olduğu göz önüne alınırsa bugün Taliban’ın ABD ile Katar’daki görüşmeleri, Moskova’da Rusya ile, Pekin’de Çin’le görüşmeleri, eskisine göre daha uzlaşmacı bir yaklaşım benimsediklerini hissettirmektedir.
Dış dünyanın Afganistan’da, ‘güvendikleri’ Afgan hükümetinin devamını ve Taliban’ın da bu hükümet içerisinde yer almasını isteyerek Taliban’ı ilk uzlaşma adımına çağırdıkları, daha ilk ağızda bir İngiliz yetkili tarafından ifade edilmiş durumdadır. Taliban ve şu andaki hükümetin ülkenin yönetimi için birlikte çalışmalarının gerekli olduğunu savunan İngiltere Savunma Bakanı Ben Wallace, Afganistan’da hükümete girmeleri halinde ülkesinin Taliban ile birlikte çalışabileceğini söyledi. Geçtiğimiz günlerde İngiliz basınına konuşan Wallace, “İngiliz hükümeti, iş başındaki hükümet kim olursa olsun, belirli uluslararası normlara uyması koşuluyla onunla birlikte çalışacaktır.” dedi. İngiliz hükümetinin Taliban ile çalışma seçeneğinin tartışmaya açık bir konu olduğunu kabul eden Wallace, “Onların umutsuz bir şekilde istediği, uluslararası tanınma, finansman sorununu çözmek ve ülkeyi inşa edebilmek için buna ihtiyaçları var. Bunu da terör yönünüzle yapamazsınız. Barış için ortaklık yapmanız gerekir. Aksi takdirde tecrit edilirsiniz. Tecrit onları yine geçen seferki son durumlarına götürür.” dedi.
İngiliz bakanın vurguladığı noktaların, Taliban’ın farkında olmadığı söylenemez. Sonuç olarak, Taliban’ın uzlaşma yönünde adım atması beklenmelidir ancak bunu Afgan hükümeti içerisinde yer alarak mı yoksa tek başına yönetime gelerek mi yapacağı şu an için belirsizliğini korumaktadır.
Her iki halde de Taliban’ın önünde iki temel yol görünmektedir, birincisi, bildiği geleneksel katı yöntemi uygulayarak dışa kapalı bir toplum kurma yönünde adım atmak, ikincisi ve batının da beklediği gibi, uzlaşmacı bir yaklaşımla, en azından kısmen uluslararası topluma entegre olmak ve Afgan halkının sosyo-ekonomik hayatında görece refah sağlamaktır. Ancak bundan sonraki süreçte 90’lardaki gücüne kavuşması da zor göründüğü not edilmelidir. Bu noktada, küresel dünyaya kısmi bir entegrasyona, içeride aldığı desteğe halel getirmeden, girmesi muhtemeldir.
Sert yöntem mi yumuşak yöntem mi?
(Hard power-Soft power)
Gerek uluslararası ilişkilerde gerekse ulusal ilişkilerde bilinen en geçerli yöntemlerden biridir sert yöntemler (hard power) işe yaramaz hale geldiğinde yumuşak güçlerin (soft power) devreye sokulması. Bir savaşlar ülkesi olarak anılabilecek bir ülke haline gelmiş Afganistan’da 1979’dan beri neredeyse kesintisiz süren işgal ve savaşların, işgalcilere, sömürgecilere, emperyal hedeflere sahip küresel güçlere öğrettiği en önemli şey, Afganistan’ın bu yöntemlerle ele geçirilemeyeceği olmuştur. Halkı Müslüman ülkelerin her birinin kendi özgün şartları olmakla birlikte, batının bu ülkelerde kullanabildiği en geçerli yöntemi yerli liderler eliyle Müslüman halkın koruma kalkanlarının indirilmesini sağlamak olmuştur.
Afganistan’da bunu Afgan hükümeti ile başarmak istemişler başaramamışlar, sert yöntemlere başvurmuşlardı. Taliban’ın etkili olacağı yeni süreçte, batının yine hedefi aynı olacaktır. Muhtemelen Taliban’ın açıkları kollanacak, halka ulaşmanın farklı yöntemleri denenecektir. Bu yöntemler güçlü bir şekilde medya ve kültürel alanda olacaktır ki, diğer halkı Müslüman ülkelerde de benzer yollar izlenmiş ve ‘verimli’ sonuçlar alınmıştır. Afganistan’da da ilk aşamada demokrasi ve laiklik gibi batılı kirliliklerin hiç değilse telaffuz edilebilir hale getirilmesi istenecektir.
Taliban’ın İslami anlayışının klasik/geleneksel yaklaşım olduğu öngörülürse, bu yaklaşımın modern/postmodern dünya karşısında dayanıksız olduğu, toplumun kapalı yapısı devam ettiği sürece işe yarayacağı, toplum dış dünya ile entegre oldukça zayıf kalacağı açıktır. Bu bağlamda batının, Taliban’ı, halkı dünyaya açmaya zorlayacağı, batı kültürünün halka ulaşmasını engelleyen faktörleri ortadan kaldırmasının isteneceği beklenmelidir. Bu noktada teyakkuzda olmak son derece gerekli ve önemlidir.
Kur’an ve sünnet çizgisinde, günün şartlarının yeniden yorumlanması, geleneksel anlayışlar içerisindeki yanlışların üzerine gidilmesi, Allah’ın rızasını kazandırmaya ve dolayısıyla Afgan halkının da geleceğine yönelik atılacak en önemli adım olacaktır. Afgan kardeşlerimizin uzun yıllardır maruz kaldıkları düşman işgalinden kurtulduktan sonra batının kültürel işgali altına girmesi en çok korktuğumuz durum olacaktır. Savaş adı altında gelen işgal, şartların nihayete ermesi ile bir şekilde sona erebilmekte iken, kültürel işgalin zararları toplumun genlerine kadar işlemekte ve yarattığı sorunlar nesiller boyunca devam edebilmektedir.
Türkiye’nin ABD ile görüşmeleri
Türkiye ile Afganistan ilişkilerinin köklü geçmişi, ilk planda, iki ülke halkının aynı dini paylaşıyor oluşunun yani İslam’ın, ikinci planda da kavmî diğer bağların etkisini taşımaktadır. Bugüne kadar iki ülke bu gerçekler altında bağlarını diğer etkilerden ayrı tutmuştur. Türkiye Nato ittifakı içerisinde yer almasına karşın, Afganistan’da bulunduğu sürece oldukça dikkatli hareket etmiş, Afgan halkına yaklaşımı samimi olmuş, Afganistan’daki güçlerle herhangi bir çatışma içine girmemiş, girebileceği bir konumdan da uzak durmuştur. Bu haliyle de mevcut çekilme şartlarında Batı ittifakının çıkarlarını en iyi savunabilecek bir ülke olarak görülmektedir ABD tarafından. Türkiye’nin de bunu fırsat bilerek Biden yönetimiyle ilişkileri ilerletme aracı olarak kullanmak istediği düşünülebilir. Bu bağlamda Türkiye’nin ABD ve diğer ittifak üyesi ülkelerle Kabil havaalanını işletme konusunda yaklaşık bir aydır sürüp giden görüşmelerinin Afganistan’la ilgili daha geniş bir çerçevede olacağı anlaşılmaktadır.
Türkiye’nin ‘uzun vadeli çıkarları’ açısından Afganistan ile ilişkilerinin yüksek düzeyde tutulacağı bundan sonra da beklenmelidir. Ancak, ülkede çok sayıdaki örgütleri çevrelemenin, onları dini temalar soslu laik-demokratik bir değişim-dönüşüme ikna etmenin en garanti yollarından birinin de, Türkiye’nin orada rol alması ve “sen önemli bir ağabeysin!” denilerek ihalenin Türkiye’ye verilmesi olsa gerektir.
Türkiye’ye mutlaka ‘terör’ü bitirme adı altında Ortadoğu ve Afganistan gibi coğrafyamızda radikal İslam’ın törpülenmesi, genetiğiyle oynanıp bir daha belini doğrultamayacak şekilde başkalaştırılması uğrunda Türkiye’nin çok ama çok hayati rol oynayacağının farkında olunduğu ortadadır.
Diğer taraftan oynayacağı rolün Türkiye açısından büyük kazanımları olacağı da açıktır. Savaşlar ve işgal dönemlerinde bir türlü kendisine sıra gelmeyen yer altı zenginliklerinin barış döneminde çıkarılmaya başlanacak olması Afganistan ekonomisini belli bir düzeye çıkaracağı gibi, Türkiye’nin de avantajına bir durum olacaktır. Afganistan’ın trilyon dolarlık petrol, doğalgaz, altın, bakır ve lityum yatakları batılıların dilinden düşmemektedir.
Jeopolitik konumu ile Asya’nın ortasında petrol ve doğalgaz hatları ile ticaret yollarının üzerinde (Çin’in Kuşak ve Yol Projesinde bulunuyor) olması Afganistan için olduğu kadar, bağlantılı ülkeler için de yine artı bir durumdur.
Hepsinden önemlisi, Afganistan’ın Türki cumhuriyetlerle olan komşuluğu, Türkiye’nin uzun vadeli bölgesel çıkarları ve etki alanları açısından kaydedilmesi gereken diğer önemli noktadır. Türkiye’nin küresel ve bölgesel etki alanları açısından bakıldığında, Avrupa’da Türk nüfusun yoğun olduğu bölgeler, Balkanlar, Afrika’nın kuzey ülkeleri ve kıtada birçok bölge ile ortadoğudaki ağırlığı bilinmektedir. Türki cumhuriyetler bu etki alanının doğu bölümünü oluşturmaktadır. Ayrıca, Afganistan’ın, Çin’in baskı altında tuttuğu Doğu Türkistan ile sınır komşusu olduğu da unutulmamalıdır.
Türki cumhuriyetler, İran, Pakistan ve Afganistan’ın bir araya gelmesi ortaya dev bir potansiyel de çıkmaktadır, hem nüfus gücü, hem yeraltı kaynakları, hem de jeopolitik konumları itibariyle. Üstelik tümünün de, mezhepsel farklılıklar bir kenara bırakıldığında, İslam temelinde bir geleneğe sahip olması, gelecekte bu ülkelerin kendi aralarında ciddi yakınlaşmaların oluşmasını mümkün kılabilecektir. Gelecekte sadece ekonomik değil, siyasi ve askeri birliklerin oluşması beklenebilir ki, batının buna yeniden bir şekilde müdahil olması da tahminler dahilindedir. Müslümanlar için her daim şeytana karşı teyakkuzda olmak, düşmanın ayak oyunlarına kanmamak ve gidişat hakkında uyanık olmak mecburi bir görev sayılmalıdır.
İKTİBAS
(1 Ağustos 2021 tarihli yorum)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *