Herkes soru sorar, herkes rahatsızlığını anlatır ama kiminin sorusu can sıkıntısındandır kimisinin sorusu hakikate olan muhtaçlıktandır. Hayra engel olmadan, laf getirip götürene teslim olmadan, yalancıya boyun eğmeden, gecenin ve dahi gündüzün kazancını rabbine sunmadan, zamanı onun emriyle doldurmadan bir hakikat arayışı olamaz.
Bünyamin Zeran / Venhar
Yaşamak türküsü insanın boynuna vacip olduğundan bu yana pek çok konuda insan, kendi yazgısını boynuna dolayarak yeryüzünü arşınlamaktadır. Dert insanı söyletir diyenler belli ki derdinin dermanını bulabilmek için sürekli konuşmuşlar, koşturmuşlar. Konuşmasalardı dertlerini ne kimse bilir ne de derman için bir gayret olurdu. Her insanın derdi, tasası elbette farklı farklıdır. Bunca söz, bunca ilaç boşuna değildir. Lakin görünen o ki bu dünyada ne dert biter ne de derdin devasına olan arayış… Bazıları derdim var havasındadır. Ama aslında tek dertleri kendilerini meşgul edecek bir eğlence aramaktır. Gerçek bir dert sahibi ise derdinden kurtulmak arzusundadır. İnsan neye dert der neye şifa? Bazen insanoğlu şifasını bulur da farkına varmaz. Bazen de derdin içinde boğulur da derdinin farkına varmaz. Kimi zaman en sona yaklaşınca farkeder her şeyi ama zamana yenik düşmüştür.
Düşünce ikliminde yol alan kimse de bir dert ile birlikte yürür. Dünyayı farklı bir bilinçle seyreder. Herkesin amin dediği duaya kuşkuyla yaklaşır. Herkes gibi olmaktan herkes gibi yaşamaktan ayrı bir acı duyar. Zamanı müsrifçe tüketmek, duraksamadan hayatın peşinde koşmak, maddi varlığın cazibesinde ülküler kurmak ve kendisini tüm bunların arasında edilgen bir nesne olarak görmek varlık bilincini inkar ettiği izlenimini ona kazandırır. Kendisine sürekli sorular sorar. Bazı sorular vardır insanın kendisine sorduğu ki tamamen can sıkıntısından ileri gelir. Ama bazı sorular vardır ki insanın kendisine sorduğu, o da tamamen bilincin hakikatini keşfetmek üzere sorulmuştur. Her iki soru biçimi de belli bir vakte kadar aynı düzlemde yol alır. Aynı hakikati bulmayı arzuladığını sanırsınız ama sonuç öyle olmaz. Çünkü ilk soruyu soranların soruş tarzı canlarını sıkan şeyin ortadan kalkmasıyla birlikte evrilir ve yön değiştirir. İkinci soruyu soranların ise soruları ölene kadar devam eder. Zira bu insanlar hakikat bilincine ermek için tüm yaşamlarını sorulara ve onları bulmaya yarayacak koşturmacaya harcarlar ömürlerini.
Can sıkıntısıyla soru soranların sıkıntı türleri farklı olabilir. Aslında sordukları soruları can sıkıntısıyla sorduklarının dahi farkında olmayabilirler. Zannederler ki bir bilinçle sorulan sorudur bunlar. Doğrudur bir bilinçle sorulan sorulardır ama bilincin hakikatine dair olanlardan değildir. Nedir bu can sıkıntısının sebepleri derseniz her birinin farklı türleri olması muhtemeldir. Kimisi çok tanınmak ister, kimisi kendisine çok hürmet edilmesini ister, kimisi daha güzel şartlarda ve mekanlarda yaşamak ister kimisi de kendini en mutlu şekilde sergilemek ister. Her bir isteğin çözüm yolları farklı noktalardan hareketle elde edilebilir düzeydedir. Mesela aykırı bir düşünceyi savunarak başlarsınız işe. İçinde bulunduğunuz zamana göre ağır gelen bir düşünce metaforunun içinde estikçe esersiniz. Herkes sizi ayıplayabilir, “aa ne diyor bu adam yahut kadın” diyebilir ve çağınızın vicdanı gibi delişmen sözlerle birilerini rahatsız ederek bu isteklerinizi yerine getirebilirsiniz. Farklı olmak duygusu sizi bilmediğiniz bir iklime, bilmediğiniz bir coğrafyaya taşıyabilir. Oraların hem havası, hem yokuşu, hem inişi hem de lezzetleri farklıdır. Bu farklılık sizi sizden alıp sizi, sizin çoook uzağınızda bir yerlere taşıyabilir. Can sıkıntısı dediğiniz şeyin bir anda sizden gittiğine şahit olursunuz. Yıllardır örselenen sizler, sürgünlerle, zindanlarla boğuşan sizler, toplumdan tecrit edilme halini yaşayan sizler bir anda toplumun gözdesi ve sevinci olabilirsiniz. Artık kameraların parlak ışıkları sizin üzerinizdedir, yahut belli çevrelerce sürekli işaret edilen insan oluverilirsiniz. Belki bir makam teklif edilen ve yüksek makamlarla taltif edilen biri olabilirsiniz. Ya da ticaretle meşgulseniz tanınır olmanın verdiği rant ile bir anda işleriniz ikiye, üçe hatta beşe bile katlanabilir. Sonrası malum “tırnaklarımla kazıya kazıya geldim ben buralara…” sözü dilinize pelesenk olur. Ne can sıkıntısı kalmıştır sizde ne de gam! Zira canınızın sıkılmasına zaman bile yoktur artık. Aynada kendinizi seyrettiğinizde size yansıyan yüzün size ait olmadığını başka bir yaratığa dönüştüğünüzü bile farketmezsiniz. Ama artık eski “sizden” artık eser kalmamıştır. Her şey kendini nasıl yeniye teslim ediyorsa “yeni” sizi öylece teslim almıştır.
Oysa dert dediğimiz şey eskinin yeniyle yer değiştirmesi meselesi değildi. Eski ve yeni kavramları birbirine bütünüyle düşman ya da bütünüyle dost kavramlarda değildi. İnsan bilinci eski ve yeninin toplamından oluşan bir şeydi. Eski olmadan yeniyi yeni olmadan daha ilerisini göremezdi insan. İnsanın imkanları değiştikçe dertlerinin de değişebileceğini görmek açısından birinci grup insan tipi önemli bir gösterge olarak karşımızda duruverdi. Kendi kendini imha edebilen insan türüydü bunlar. İnsan, kendi ömrü içinde uzun sayılamayacak bir zaman diliminde bu kadar çabuk kendi varlık bilincini inkar edebilirmiş meğer. Bu insan tipi tüm kazancını bu can sıkıntısı üzerinden kazandığı için hala bu can sıkıntısı üzerinden nutuk atmaya devam etmektedir. Oysa zaman, coğrafya ve iklimin değiştiğinin farkında olmadığından ya da farkında olmak işine gelmediğinden aynı nutukları atmaya devam etse de yaşamı ile nutuklarının çatıştığını ıskalamaktadır. Iskaladığı sadece bu olsa iyi! Aslında en önemlisi varlık bilincini inkar ederek kendini, özünü, fıtratını ıskalamaktadır. Zihni bu savaşımdan elde edilen ganimetlere odaklandığından hakikati ıskalamaya devam etmektedir.
Asıl dert sahibi insana gelince o hep yorgun, hüzünlü ve anlaşılmaz olmanın verdiği duyguyla yaşamaya and içmiş gibidir. Her hangi bir kazanım peşinde değildir -en azından kendisi için-. Bu yüzden can sıkıntısı ile işi olmaz. Onun işi kendini keşfetmek ve varlık bilincine uygun bir hayat inşa edebilmektir. İnsan nedir, kimdir, gücü kuvveti nereye kadardır, sınırlı mıdır yoksa sınırsız mıdır, sınırsızsa bir tanrı mıdır, sınırlıysa sınırsız olanın emrinde bir varlık mıdır? Sınırsız olanın kudreti nedir? Dünyayı başı boş mu bırakmıştır yoksa her şeye bir düzen, intizam mı vermiştir? Eğer öyle ise bunu nasıl ve ne şekilde yapmış olabilir? Kitap ve elçiler gerçek midir? Yoksa birilerinin mitolojik anlatıları mıdır? Dünyayı dizayn etmeye çalışan kimselerin evrensel değerler sistemi kimin için adalet ve hakikat üreten değerlere sahiptir? Dünyanın kaynakları niçin belli bir küçücük kesimde toplanırken geri kalan çoğunluk halklar açlığa ve sefalete mahkum yaşamak zorundadır? Kimin düzenidir bu düzen? Tanrı mı emretmiştir yoksa aç gözlü bir takım insanların hakimiyet savaşı mıdır gibi daha nice soruları sürekli sorup bu soruların cevaplarını bulmak için yaşadığı dünya ile uyumsuz hayat yaşayan kimselerdir.
Onlar bu sorularından vazgeçsin diye bu insanlara neler teklif edilmemiştir ki! Mal, mülk, makam ve daha nice şeyler. Ama bu insanların ilgisini çeken şeyler bu teklif edilen şeyler olmamıştır. Onlar varlık ve hakikatin peşinde olmuşlardır. Bu değerlerin değiş tokuş edilebileceği herhangi bir değer daha dünyada varolamamıştır. Ama teklifi yapanlar için bunlar saçma şeylerdir. Arı kovanına çomak sokmak gibidir. “İşte yaşıyorsun, belli bir düzenin var, niçin bu düzenini bozuyorsun, insanları rahatsız ediyorsun” gibi nice sitemli sözlerle bazen de güya nasihatlerle ”rahat dur yerinde” mesajlarına maruz kalmaktadırlar. Ama insan bir kez hakikatin sevdasına düşmüşse zaten rahatsız hayat sendromuna maruz kalmıştır. Bu hastalık olarak tanımlanacak olursa eğer, ancak ölümle son bulacak semptomlara sahip bir hastalıktır. Dert sahibi insan derdinin dermanı için koşturur. Zihninin aydınlığa kavuşabilmesi için sürekli sorgular, okur, dinler ve düşünür. Hiçbir düşünceye, söze kendini kapatmaz ama hangi sözün hakikate kapı araladığını da görmeye başlar. Hiçbir şeye net bir çerçeve çizmek zorunda hissetmez ama her şeyin de bir çerçeve içinde, bir hakikate yaslanarak inşa edildiğini bilir. Hakikatin sahibi kimse hakikatin sınırlarını da o belirler. Bilir ki kendisi o hakikatin sahibinin emrettikleri ile ancak yolunu bulabilir. İnsan, sınırlı bir varlıktır zira. Allah’ın kudretine teslim olduğunda hakikatin içinde yönünü aramaya başlar. Derdinin devası, tasasının sevince dönüşmesi ancak orada mümkündür. Bu hakikat yolculuğunda yolda hatalar olur, korkular olur, zaman zaman olduğun yerde beklemeler olur ama geriye dönüş olmaz. Eğer bir geriye dönüş varsa bu can sıkıntısı sonucu soru soranların dönüşüdür. Hakikati gönülden arzu edenler iyiyi, aydınlığı gördükten sonra kötüye, karanlığa teslim olmayı reddederler.
Herkes iyinin, aydınlığın dostu olduğunu iddia edebilir. İyiliğin, aydınlığın dostu olabilmek hayatında bir takım bedelleri olan işlerdendir. İman etmek ve salih amel işlemek en basit formülüdür. İman ettiğin şeyin eylemini hayatına taşımak… Herkes soru sorar, herkes rahatsızlığını anlatır ama kiminin sorusu can sıkıntısındandır kimisinin sorusu hakikate olan muhtaçlıktandır. Hayra engel olmadan, laf getirip götürene teslim olmadan, yalancıya boyun eğmeden, gecenin ve dahi gündüzün kazancını rabbine sunmadan, zamanı onun emriyle doldurmadan bir hakikat arayışı olamaz. Hakikatin arayışı boş kaldığın zaman bulmaya çalıştığın bir yitiğini bulma hali değildir. O yitik ki senin tüm zamanını kendine hasreden bir arayışın sancısıdır. Böylesi bir arayışı olan var ise odur öldüğünde geride büyük bir miras bırakacak olan kimse. Can sıkıntısı ile soru soranların mirası öldükleri an çarçur olacaktır. Oysa hakikatin arayışında ömür tüketenler öldüklerinde çarçur edilecek bir mirasları olmayacaktır. Onlar kıyamete kadar paylaşılacak kutlu mirasın varisidirler. Tıpkı Resuller gibi, Aliya gibi, tıpkı Seyyid Kutuplar gibi, tıpkı Malkom X’ler gibi. Sahi ben, biz öldükten sonra hangi mirasın varisleri olacağız? Doğru soru sormak hakikate bizi daha çok yaklaştıracaktır.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *