İslam dünyasında, toplumların, bir yanda ideolojik anlamda edilgenleştirilmesi, bir diğer yanda da mistik-batıni geleneklerle-popülizmlerle edilgenleştirilmeliri sebebiyle, bu toplumlarda, evrenselci ideolojik seküler yorumun mutlakıyetçi iktidarı, etkili bir biçimde sürdürülebiliyor.
Atasoy Müftüoğlu
Avrupamerkezci “uygarlık misyonu” söylemi tarafından meşrulaştırılarak evrenselleştirilen ırklar ve uygarlıklar hiyerarşisinin, seküler yorumun evrensel otoritesini, ideolojik iktidarını tahkim ettiği günden bu yana, İslami yorumun marjinal-yerel-folklorik bir alana hapsedilmesi; tahkir, tezyif, tahfif konusu haline getirilmesi sebebiyle, İslami meşruiyet-mevcudiyet ve otorite kaybı meselesi, bir türlü İslami düşünce hayatının, kültür hayatının, ilahiyat hayatının gündemine getirilemiyor, bir türlü çözümlenemiyor, ne yönde ve nasıl bir çözümleme yapılabileceğine ilişkin her hangi bir çerçeve ortaya konulamıyor. Bu nedenledir ki, bugün, İslam toplumlarında, her alanda, ancak, duygusal/romantik/nostaljik meşruiyetlerden söz edebiliyoruz. Bu yüzden İslam toplumları-kültürleri, kendine özgü, bir toplumsal düzen oluşturma iradesi ve özgürlüğünden mahrum bulunuyor. Sahip olduğumuzu düşündüğümüz İslami bilincin belirleyici bir otoritesi olmadığı için, içeriği ve sınırları emperyalistler tarafından tanımlanan bağımsızlıklara katlanıyoruz.
“Uygarlık misyonu” söylemi Müslüman halkları bağımsızlık yetenekleri olmayan halklar olarak tanımladığı-etiketlediği için, bugün, Filistinlilerin, Afganistanlıların, Iraklıların, Suriyelilerin, Keşmirlilerin, Uygurların vb. geleceklerini kendi dünya görüşleri doğrultusunda, kendi iradeleriyle belirleme hakları yok. Sözünü ettiğimiz halkların, emperyalist saldırılar/katliamlar/soykırımlar karşısında, insani/İslami varoluşlarını/haysiyetlerini, mülklerini, ailelerini/yakınlarını koruma hakları da yok. İslam dünyası toplumları sorumsuz iyimserliklerle malûl olarak yaşayageldikleri için, bugün de, herkes, kendi, etnik/ideolojik/politik/kültürel kabilesiyle özdeşleşmeye çalışıyor, hiç bir kabile, ortak iyilik, ortak bilgelik, ortak özgürlük, ortak gelecek için sorumluluk alma ihtiyacı duymuyor.
İslam dünyası toplumlarında, milliyetçilikler, vatanseverlik tekelini ellerine geçirdikleri için, milliyetçi olmayan vatanseverlikler, vatan hainliği ile eşitleniyor, eşitlenebiliyor. İslam dünyası toplumlarında, sömürgeciler tarafından, sömürgeci çıkarlara hizmet etmek üzere çizilen coğrafi/siyasal sınırların, siyasal otoritesi olmayan İslam aracılığıyla kutsallaştırılması, savunulması gibi tuhaflıklar yaşanıyor. İslam toplumlarına hakim olan popülizm-hamaset iklimi, Müslüman halkları düşünmeyen-akletmeyen tanıklar haline getirdiği için, her politik kabile/yapı/akım, İslam’ın kendilerine hizmet etmesi gerektiğini düşünebiliyor. Bu doğrultuda bütün ilahi hakikatler/ilkeler/değerler/idealler delik deşik edilebiliyor. Otoriter popülist figürler kendi çıkarları/iktidarları için bütün hakikatleri tersyüz edebiliyor. Çıkarlara adanmış sahte hayatlar, sahte statüler, sahte tercihler, çıkarlarını ve ayrıcalıklarını sürdürebilmek için, bütün haram’ları helâl sayabilecek fetvalar üreten fakihler yetiştirebiliyor, bu yolla eşi ve benzeri olmayan müstesna rezillikler, müstesna kirlilikler/ilişkiler normalleştiriliyor. Ehl-i dünya, ehl-i hakikat’in konuşmasına, hakikati, adaletin sınırlarını gözeterek temsiline izin vermiyor. İktidara bulaşanlar kim olurlarsa olsunlar, bir şekilde entelektüel/ahlaki iktidarsızlığı seçmiş oluyor. Sözünü ettiğimiz toplumlarda, İslam algısı-bilinci de ucuz-bayağı popülizmlerin kurbanı oluyor. Oportünist aparatçikler bile, İslam’ı araçsallaştırarak, bu toplumlarda ayrıcalıklı konumlar elde edebiliyor. Bir toplumda, popülizmin-hamasetin-lümpenliğin-oportünizmin hızlı yükselişi-genişlemesi-yoğunlaşması, ilgili toplumlarda hiç bir şekilde bir medeniyet kültüründen söz edilemeyeceğini gösterir.
Bir toplumu oluşturan, aynı halkın, aynı bütünlüğün, Türkiye’de yaşandığı üzere, bir kesimin, diğer kesimine, ideolojik-politik mülahazalarla/önyargılarla/bencilliklerle, bağnazlıklarla yabancılaşması, her iki kesimin, olumsuz duygu ve düşüncelerle birbirlerini etkisiz hale getirmeye çalışmaları, bu toplumlarda ortak kader, ortak gelecek fikrinin/hassasiyetinin bütünüyle yok edildiğini gösterir. Türkiye’de, seküler kesimler, kendilerine dayatılan modern-seküler gerçekliği kopyalayarak/bu gerçekliğe öykünerek, bu gerçekliği dokunulmaz/tartışılamaz kılarak temsil etmeye çalışırken; kendilerini İslam’a nisbet eden kesimler ise, İslami birikimi, geçmişi tekrar etmek suretiyle, ancak bir geleneğin sınırları içerisinde temsil etmeye çalışıyor. Bu durumda, Batılı-seküler gerçeklik de, İslami gerçeklik de, gerçek anlamda temsil ve tecrübe edilmiyor. Taklitler, kopyalar ve öykünmeler arasında kültürel ya da ideolojik bir cepheleşme-karşıtlık yaşanıyor. Taklitler, kopyalar ve öykünmelerle, bir toplumda yapısal sorunlar hiç bir biçimde konuşulamıyor. Sözünü ettiğimiz çerçeve içerisinde ortaya konulan bütün çözümler, çok ağır sorunlara dönüşüyor. Bu nedenledir ki, politik kadrolar bireysel ve toplumsal deformasyonu konuşmak yerine; popülizme-hamasete başvuruyor. Bu durum, siyasal kuralsızlıkların, kolektif akıldışılıkların, ekolojik felaketlerin, medeniyet krizlerinin, yozlaşma ve bayağılaşmaların bulaşıcı bir hastalık gibi yayılmasının yükselişe geçtiği bir zamanda, İslam toplumlarının, küresel/ideolojik dünya düzeniyle, entelektüel anlamda, siyasal anlamda, nihai yüzleşmelerini imkansız kılıyor.
Taklitlerin, kopyaların, tekrarların, öykünmelerin belirleyici hale geldiği toplumlarda, toplum, politik erdemlere, bilgeliklere yabancılaştırılarak niteliksizleştirildiği için, politik taraflar birbirleriyle konuşmak, birbirlerini anlamak yerine, birbirlerine saygı duymak yerine, birbirleriyle kavga ediyor. Bu durumda, her iki kesimde de, politika bir oportünizm mücadelesine, duygusal-ideolojik karşıtlıklara, duygusal-ideolojik bayağılıklara dönüşüyor. Bağımsızlıklarını tamamlayamayan İslam dünyası toplumlarında, modernliğe öykünmek, emperyalist kültüre öykünmekle aynı anlama geliyor. Toplumlarımızda modernliğe ya da, emperyalist kültüre öykünmek ideolojik bir bağımlılıkla sonuçlanırken, geleneğe-geçmişe öykünmek de, duygusal/romantik bağımlılıklarla sonuçlanıyor. Tarihin her döneminde küstahlık derecesinde üstünlük kompleksine sahip olan büyük güçler, hiç bir zaman ve hiç bir şekilde, bir meşruiyet arayışına, ahlakiliğe ve insaniliğe ihtiyaç duymadılar. Bu nedenledir ki, küçük güçler, bugün, halâ, büyük güçlerin gerçekliklerine, dünya görüşlerine, fikirlerine, siyasetlerine katlanmaya devam ediyor. Hangi yolla olursa olsun, bir başka gerçekliğe, yabancı bir gerçekliğe maruz kalan her bünye, özgürlüğünü bütünüyle kaybediyor.
İslam dünyası toplumlarının, büyük güçlerle, büyük hesaplaşmalar gerçekleştirebilmesi için, büyük sorumluluklar alarak, büyük dayanışmalar için harekete geçmesi gerekiyor. Hangi bağlamda olursa olsun, zihinsel karantina altında tutulan, parçalanmış, birbirlerine yabancılaşmış varoluşlar kendi bağımsız gerçekliklerini oluşturamadıkları için, küçük kalma pahasına ya seküler kabileler halinde, ya da, muhafazakar/dindar/milliyetçi kabileler halinde yollarına devam ediyor. İdeolojik meşruiyet biçimleri, kabileci-yerli/milli meşruiyet biçimleri; evrensel/büyük meşiyetlere, büyük fikirlere, büyük dayanışmalara, büyük ufuklara, büyük özgürlüklere, büyük ahlaka, büyük bilgeliklere ihtiyaç duymuyor. Seküler kabileler-kabilecilikler, ideolojik meşruiyet temelinde dayatılan algılarla, muhafazakar-dindar kabileler-kabilecilikler de, duygusal meşruiyet temelinde dayatılan algılarla yönlendiriliyor.
İslam dünyasında, toplumların, bir yanda ideolojik anlamda edilgenleştirilmesi, bir diğer yanda da mistik-batıni geleneklerle-popülizmlerle edilgenleştirilmeliri sebebiyle, bu toplumlarda, evrenselci ideolojik seküler yorumun mutlakıyetçi iktidarı, etkili bir biçimde sürdürülebiliyor. Bu iktidar, Müslüman halkların, dünya görüşlerini, kültürlerini değersizleştirirken, sömürgeci kültürü belirleyici kılmaya devam edebiliyor. Emperyalizmle kültür arasında birbirini tamamlayan bir ilişki olduğunu kaydetmek gerekir. Günümüz dünyasını etkilemeye devam eden emperyal kültürü, burjuva dünya görüşü, Hıristiyanlık, sömürgeci fetihler-yayılma-tahakküm ve Avrupamerkezcilik oluşturuyor.
İslami otorite, meşruiyet ve somut mevcudiyetle, yorumun, ontolojik-epistemolojik anlamda yeniden kurularak özgürleşeceği, kendisini bağımsız bir biçimde tanımlayacağı, hayatın her alanında etkili/belirleyici olacağı vakte kadar, İslam toplumlarının mutlak edilgenlikten, mutlak teslimiyetçilikten kurtulamayacaklarını belirtmek, hayati önemi olan bir konudur. Mutlak edilgenlikler, günümüz İslam toplumlarında çıkarcı varoluşlara, çıkarcı inşalara, çıkarcı tercihlere, çıkarcı politik yapılara-iktidarlara ve içi boş nesnelere hizmet ediyor.
Çıkarcı varoluşlar, çıkarcı tercihler ve iktidar yapıları, bütün anlamların, değerlerin, ilke ve ideallerin yerlerde süründüğü, süründürüldüğü bir toplumsal bünye oluşturuyor.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *