Yapılacak iş, bizim burada yapmaya çalıştığımız gibi Kur’an’ı, Kur’an’la anlamaya çalışmak, bunun yanında nâzil olduğu toplumun özelliklerini bilmek, cereyan eden olaylardan haberdâr olmak, Peygamberimizin konuyu nasıl anladığını ve neler yaptığını bilmek ve mes’eleyi birbirine bağlı olarak bir bütün halinde değerlendirerek Kur’an’a uyan sonuç çıkarmaktır.
Ercümend Özkan
Bir kelimenin, bir cümlenin, bir paragrafın, bir makalenin, bir broşürün veya bir kitabın anlaşılması bilindiği gibi önce bunların yazıldıkları dilin bilinmesini gerektirir. Her dilin, içinde oluştuğu toplumca gelişen ve olgunlaşan bir yapısı vardır. Kelimelerin birbirinden farklı manaları, değişik kullanım yerleri, içinde kullanıldığı cümlenin yapısıyla kazandığı ayrı anlamlar vardır. Ayrıca kelimeler içinde kullanıldıkları cümlede tümüyle anlaşılsa bile, cümlenin bir bütün mana ifade etmiyor oluşundan, önceki cümleler ve sonraki cümlelerin de (siyâk ve sibâk) anlamlarının anlaşılmasıyla meydana çıkacak anlamı taşırlar.
Herhangi bir cümlenin kendisini anlattığı olayın şahidi olmak, adı geçen olayla ilgili sabık (eski) bilgi sahibi bulunmak da bir cümledeki mananın açığa çıkmasına yardımcı olan unsurlardır.
Bir dilde yazılan bir eseri anlamak için yalnızca o dili gereğince bilmek yetmemektedir. Yazılı şeyin kuşattığı konu ile ilgili bilgiler gerektiği gibi, konunun ilgisi bulunduğu şeyleri bilmek de gereklidir.
Bu genel bilgilerden sonra Kur’an’ın anlaşılması ile ilgili bahse geçmekte yarar umuyor ve söylediklerimizin geçerliğini, vereceğimiz örnekler üzerinde de görülmesini sağlamak istiyoruz.
Bir eserin anlaşılması için öncelikle o eserin yazıldığı dilin bilinmesi gerekir demiş idik. Bir eserin yazıldığı dili bilen birisi, o eseri başka bir dile çevirir (tercüme eder) ise bu takdirde çevrilen dili bilenler ve çevrilen eseri okuyanlar da o eseri anlama imkânına kavuşurlar. Lâkin yukarıda da belirttiğimiz gibi bir dili bilmek, o dil ile yazılan eseri gerçek anlamıyla anlamaya her zaman yetmemektedir. Bu, iki sebebten meydana gelebilir. Birincisi, dili bilmenin ötesinde başka şeyleri bilmemekten meydana gelen eksiklik olabileceği gibi kimi zaman da eserin sahibinin, kullandığı cümle içindeki manayı belirginleştirmemesinden de meydana gelir. Böylesi bir cümle, bir başka cümle ile açıklığa da kavuşturulmamışsa bu takdirde cümledeki mana anlaşılmaz ve öylece kalır. İnsanların böyle cümlelere, cümleden anlaşılması mümkün olmayan manalar yüklemesi ise ancak zannlarıdır ve onların zanları cümledeki gerçekten bir şey ifade etmez. Böylesi cümleler (sözler) için manasını yalnızca sahibi bilir demek, yapılacak en akıllı iştir.(1) Gerisi kuruntudur.
Kur’an arabça bir Kitab olduğu halde, ana dilleri arabça olan insanlara bildirildiği halde, kimisi onu anlamamış, kimisi anlamak istememiştir. Kimisi de anlamak istediği halde, inen âyetlerin hangi olay ile ilgili olduğu konusunda bilgisi bulunmadığından gerçek anlamını anlamaktan uzak kalmıştır. Ne zaman ki, o olayı da konunun şahidi olanlardan öğrenmiştir, ancak o zaman âyetin gerçeğini kavraması mümkün olabilmiştir.
Kur’an âyetleri yalnızca Muhammed (s.a.)’e indiğine göre vahyin Ondan, Onun vahiyden kopukluğu bir an bile söz konusu değildir. Üstelik bir insan olması bakımından unutur veya bütünüyle aklımda tutamam endişesi taşıması karşısında Allah, «Onu tekrarlamak için dilini depretme. Onu toplamak ve okutmak bize düşer.»(75/16-17) buyurmuş ve bunu da gerçekleştirmiştir. Peygamberimiz vahyi tümüyle biliyor, yazdırıyor, saklıyor, saklatıyor ve başkalarının da onun saklanmasında görev yüklenmesini istiyor ve bu isteği gerçekleştiriliyordu. Kur’an’ın tamamının veya birçok kısmının hâfızı (ezberlemişi) vardı. Bunu biliyoruz.
Kur’an bilindiği gibi 23 kamerî yılda inip tamamlandı. Allah, Kur’an’ı oluşturan vahyi yalnızca, kulu ve elçisi Muhammed (s.a.)’e bu 23 kamerî yılda indirdiğine göre, gelecek vahyin saatini de, kendisine vahiy gelen dahil, kimseler bilmediğine göre şunu açık ve kesin olarak söyleyebiliriz ki Kur’an Muhammed (s.a.)’e inerken başından sonuna kadar hep aynı kişiler Onun yanında değil idiler. Bu maddeten de mümkün değildi zaten. Örneğin ilk vahiy kendisine geldiğinde yalnız başına olduğunu ve yanında kimselerin bulunmadığını kesinlikle biliyoruz. Resulullah (s.a.)’a vahiy bu kadar uzun bir zaman içinde kısım kısım indiğine göre, Onun yanında olanlar hep aynı kişiler değildi; bazen kimse olmuyor, bazen yalnız filan hanımı bulunuyor, bazen arkadaşlarından bazıları yanında bulunuyor, bazen pek az kişi var iken, bazen daha çok kalabalığın bulunduğu bir yerde ona vahiy geliyordu.
En yakın ve Onunla daha sık ve çok beraber bulunan bir arkadaşının yanında bulunmadığı, başkalarının bulunduğu zaman da vahiy geliyordu. Bunların hepsinin dili arabça olduğu halde vahyi duyanların kimisi, kimseye sormadan anlıyor, kimisi anlamadığını sanıyor, kimisi de vahyin ne anlama geldiğini, manasını Peygamber’e sorarak aklına yerleştirmeyi yeğliyordu. Fakat bazı olaylar oluyordu ki o olaylarla ilgili bir vahiy gelmiş ise —ki ıstılahta esbab-ı nüzûl olarak anılmaktadır— bu olaydan habersiz olanların olaya tealluk eden âyetleri (vahyi) anlaması pek mümkün olmuyordu. Kelimelerini anlayan kimse olayı da öğrenince âyetin manası daha bir açıklık kazanıyordu zihninde. Örneğin Hz. Aişe’ye, Benî Mustalik Gazvesi dönüşünde yapılan zinâ iftirası (kazf) olayının doğurduğu sonuçlardan haberdâr olmayan bir kimsenin bu konu ile ilgili açıklamalar getiren Nûr Suresindeki(2) âyetleri gereğince anlaması mümkün değildir. Âyetler her ne kadar olaydan bahsediyorsa da tafsilâtı, cereyan tarzı ile ilgili bilgiler verilmemektedir. Ama olayı yaşayan bir koca insan topluluğu vardır. Benî Mustalik Gazvesi’ne iştirak edenlerden geri dönenlerin tümüdür bunlar. Yani bir kalabalık ordudur ki içlerinden bazılarının çıkardıkları haber tüm orduya ve Medine’ye gelişlerinde bu olaydan haberi bulunmayan Medinelilere de yayılmıştır.
Sübûtu dört erkek şahidin şehâdetine, lanetleşmeye (liân) veya iftira bağlanmış bir suçun, bu yollardan hiçbiri ile alakası bulunmayan bir yolla varlığının kabul edilmesi ve herkesin böyle bir suçun işlendiği ile ilgili zan taşımasına sebeb olunmasının asıl suçu teşkil eden şey olduğunu anlatmaktadır Allah-u Teâlâ bu âyetlerde. Evet bu olayda bir suç vardır ama bu suç zinâ değil, zinâ iftirası (kazf) suçudur ve durum böyle olunca da suçlusu Hz. Aişe değil, iftirayı çıkaran elebaşlar ve bunların çıkardıkları iftiraya kapılanların tümüdür. Allah bu âyetlerde onların suçlu olduklarını, suçlarının ne olduğunu ve cezalarının ağırlığından bahsetmektedir. İftira edenlerin iftiraları ve iftiraya kapılanların yaptıkları suç sayıldığına göre, yani olup bitenlerin iftira olduğu âyetlerle sabit olduğuna göre, zinâ olayı diye bir olayın olması kesinlikle mümkün değil demektir.
Burada şunu anlatmak istiyoruz ki bir sözün (burada âyetin) anlamını gereğince anlayabilmek için o âyet veya âyetlerin tealluk ettiği olaydan da haberdâr olmak gerekmektedir. Diğer yandan, Kur’an arabça konuşan bir kavmin içinden seçilen birine «anlaşılsın diye apaçık arabça ile indirildi»ği(3) ve öncelikle muhatabı o kavim (topluluk) olduğu için o toplumun âdetleri, gelenekleri, telakkileri, değer yargıları, giyiniş, davranış biçimleri gibi folklorik, tarihî, coğrafî konumları, hayat tarzlarıyla ilgili bilgiler gereklidir. Meselâ şiir söylemekte, güzel söz söylemekte ileri gitmişliği ve bu konuda daha o yıllarda yarışmalar düzenleyen bir toplum olduğu bilgisinden yoksun insanın «Hadi onun gibi bir sûre getirin.. bir âyet getirin»(4) âyetini gereği gibi anlaması mümkün değildir.
Yaşanan bir hayatın akışı içinde ve o hayatı durdurmadan inen Kur’an âyetleri, ister istemez içinde yaşanılan toplumun değer yargılarından tarihine, övündüklerinden yerindiklerine kadar her şeyleriyle alakadâr olacaktı. Kur’an’ın yok saymadığını gördüğümüz Yahudi ve Hıristiyan vakıasından haberdâr olmayanların, Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili âyetleri gereğince anlamaları mümkün müdür? Sürekli olarak eşyaya çevirdiği nazarların (bakışların) eşyanın gerçeğini anlamak için uğraşmamaları halinde eşyanın gerçeğine müteallik âyetlerin manalarını gereğince anlayabileceklerini söylemek mümkün müdür? Değildir elbette.. Bir sözün mücerret doğruluğunu kabul etmek şâyet ilmel yakîn ise, o sözün tealluk ettiği eşyanın gerçeğini bilen, öğrenen bir durum ‘aynel yakîn’dir. Ki ilmel yakîn, aynel yakînin dûnunda(altında)dır.
Bizler biliyoruz ki elimizdeki Kur’an, her türlü şüpheden uzak olarak Allah’ın, kulu ve elçisi Muhammed (s.a.)’e gönderdiği vahiylerden oluşmuştur. Ona gönderilen vahyin hiçbiri bu Kitab’ın dışında kalmadığı gibi, vahiy olmayan hiçbir şey de bu Kitab’a girmemiştir. Ve yine biliyoruz ki bir Arab olan Hz. Muhammed (s.a.)’e indirilmiştir. O, içinden seçildiği Arab topluluğuna (kavmine) bildirilmiştir. Onlar ve sonra gelenler de başkalarına, yani diğer kavimlere bildirmişlerdir. Kur’an’ın «Eyyühennâs!.. Ey İnsanlar!..» hitabı onun en bariz ve umumî ifadesidir. Hususi ifadelerine gelince «Eyyuhelmuslimûn!.. Eyyuhelmu’minûn!.. Eyyuhelmüşrikûn!.. Eyyuhelkâfirûn!..» ve ilââhir ifadelerdir.
Kur’an kıyamete kadar insanların sorunlarını çözecek esaslarla gönderilen kanunların ilâhî kaynağı olduğuna göre herhangi bir kavmi, herhangi bir dili, herhangi bir insanı, herhangi bir soyu, herhangi bir örfü İslâm’da peşin bir üstünlük ve aşağılık konusu yapmamıştır. Üstünlüğün yalnızca «Takva-Korunma» ile mümkün olduğunu ve bu yolun (korunmanın) da herkes için mümkün olduğunu açıklamıştır. Herkese açık bir üstünlük yolunun (takvanın), hasbelkâder ana dili arabça olanlar için bir imtiyaz sağlayamayacağı da açıktır. Daha ileri giderek şunu da belirtmek gerekir ki insanların şu veya bu asırda dünyaya gelmiş olmaları, onların lehlerine veya aleyhlerine bir hüccet teşkil etmemektedir. Bu demektir ki kesbî olmayan şeyler üstünlük veya aşağılık sağlamaz. Yani Peygamberin gününde herhangi bir insan müslüman olur, mü’minleşir ve Allah’ın gazabından gereği kadar korunabilirse, bugün de imkân herhangi bir insan için açıktır.
Meselâ o gün de bugün de dikkat etmeyen, konuyu siyâk ve sibâkı ile ele almayan, konu ile ilgili olaylardan haberi olmayan, dilin özelliklerine dikkat etmeyen ve sağlıklı bir muhakeme yapamayan, Kur’an’ın esas esprisine şaşmadan riâyet etmeyen bir kimse onu anlayamaz. Peygamberimizin hayat seyrinden habersiz, karşılaştığı olayları bilmeyen, Resulullah (s.a.)’ın tavrından habersiz bulunan, Kur’an’ı anlamakta güçlük çeker ve bütün yukarıda saydıklarımızı bilen kadar Kur’an’ı anlayamaz. Bu gerçek yalnız Kur’an’ı anlamak için de geçerli değildir. Her şeyi anlamak böyledir. Gerek Kur’an’ı, gerekse herhangi bir kitabı bir kerre okuyup anlamakla, defalarca ve düşünerek okuyup anlamak arasında mutlaka fark vardır. Nasıl ki bir insan, şoförlüğü bile bir kerre direksiyona geçmekle öğrenemiyorsa elbette Kur’an’ı da bir kerre okuyunca hemen her yanını anlayıvermesi mümkün değildir. Bu gerçek, Kur’an’ı öğrenmek mümkün değildir manasına gelen bir gerçek de değildir. Kur’an, yaşanan hayatın dışında ve ondan kopuk tasavvurî bir Kitab olmadığı için de inişi sürecinde cereyan eden olayları, içine indiği toplumun çok yönlü özelliklerini de bilmek gerekmektedir.
Meselâ Peygamberin gününden sonra ve gerçeği görüp düşünebilenlerin dışında hemen büyük bir çoğunluğun yanılgıya düştüğü, yanlış anlamaya temayül ettiği ve anladığı bir âyet üzerinde duralım:
«Ve mâ yantıku ani’l hevâ in huve illâ vahyin yûhâ» (53/3-4) Bu âyetin genelde, Peygamberin bütün söylediklerinin vahiyle olduğu, vahyin dışında bir kelime bile konuşmadığı şeklindeki, esastan yanlış ve yaygın bir kanaatın esâsını teşkil ettiğini biliyoruz. İnsanları bu yanlışa düşüren sebebleri sıralamaya çalışalım. Birincisi ve en başta geleni; insanların tarihinin bilindiği günden bu yana Allah’ın Elçilerini ifrat ve tefritle kabul veya reddetmiş olmalarıdır. Normal bir insanın Allah’ın elçisi olamayacağı zannı (vehmi) insanlığı bu türden köklü yanlışlar yapmaya sevketmiş ve etmektedir. Hz. Muhammed (s.a.)’e ve ondan önce gönderilenlere nasıl davranıldığı ile ilgili bilgilerinize müracaat ettiğinizde ve konuya Kur’an’ı şahit getirdiğinizde çokça tafsilat bulacağınızı göreceksiniz. İnsan, bu yanlışa Rabb’inin tekrar tekrar ikazına rağmen düşüp durmuştur. İkincisi, dilin özelliği ve yapısıyla ilgilidir. Örneğin Türkçede fiil çekimleri zamanlara göre ayrı ayrı kiplerle yapılırken Arabçada «Muzârî» hem şimdiki zamanı, hem geniş zamanı, hem de gelecek zamanı ifade için kullanılmaktadır. Yukarıdaki âyette muzârî sigasında kullanılan «mâ yantıku» (konuşmuyor, konuşmaz ve konuşmayacak) şeklinde tercüme edilebilir ve hepsi de doğrudur. Âyette kullanılan «yantıku» sigasının gerçekte zaman bakımından ne anlama geldiğini çıkarabilmek için âyetin siyâk ve sibâkına bakmak gerekmektedir. Bu âyetin ne münasebetle geldiği üzerinde durulmalı ve gerçek anlaşılmaya çalışılmalıdır.
Peygamberimiz insanlara (Kureyş’e) İslâm’ı tebliğ ediyordu. Herhangi bir kimse veya küçük de olsa bir topluma İslâm’dan bahsederken o güne kadar kendisine vahyedilen âyetlerden anladıklarını anlatıyor ve onları teslim olmaya çağırıyordu. Konuyu zaman zaman öyle yerlere getiriyordu ki muhatablarını ilzâm edici olabilmek için, bahsettiği hususlarla ilgili olan âyetleri aynen (iktibas ederek) onlara okuyordu. Nitekim elimizdeki siret kitablarında ‘filan şahısla konuştu, anlattı ve Kur’an’dan örneğin Tâ-Hâ Suresi’nin filan filan âyetlerini ona okudu’ diye çokça ifadeler bulunmaktadır. Peygamber onlara İslâm’ı böyle anlatır ve teslim olmaya çağırırken onlar vehimleri sonucu kendisine yine Kur’an’ın şehâdeti ile şöyle diyorlardı: «Altından, inciden köşklerin yok, meleklerden muhafızların da yok. Çarşılarda, pazarlarda dolaşıyor, bizim gibi yiyip içiyor ve üstelik de bizim konuştuğumuz dil ile konuşuyor ve bize ‘bunları bana Allah söylüyor’ diyorsun.»(5) Allah, onların, Rabb’im bana vahyediyor ve ben sizi kendimin de teslim olduğu şeye teslim olmaya çağırıyorum diyen peygambere verdikleri cevabı iktibas ederek bize aktarıyor. Buna karşılık olarak da Kendi sözlerini bildiriyor ve buyuruyor ki: «Senden evvel gönderdiğimiz bütün peygamberler de yemek yerler, çarşılarda gezerlerdi.»(25/20), «Apaçık arabça bir dil ile.»(26/195) ve benzeri ifadelerle cevap veriyordu. Yukarıda alıntıladığımız sözlerine karşı Allah: «Ve mâ yantıku ani’l hevâ in huve illâ vahyin yuhâ» (O hevâsından söylemiyor, ancak kendisine vahyettiğimizi söylüyor) (53/3-4) manasındaki âyetle cevap veriyordu. Yani onu yalancılıkla itham eden ve ‘kendiliğinden konuşuyorsun ve bize, bana Allah söylüyor bunları’ diyorsun diyenlere cevap olarak gönderilmiş âyettir bu âyet. Bizim elçimiz kendiliğinden konuşup da ‘bunları bana Allah söylüyor’ diyen adam olamaz. Eğer o size ‘bunları bana Allah söylüyor’ diyorsa, söyledikleri bizim ona vahyettiklerimizdir, kendisine ait sözleri değil, manasında kullanılan bu âyet, olayla ilgisi kurulmadan tek başına anlaşılmaya kalkılırsa mutlaka yukarıda naklettiğimiz gibi yanlış anlaşılır ve özel manada kullanıldı sanılır. Bu âyet bir diyalogun bir parçasıdır. O diyalogdan ayrı ve diyalogtan kopuk olarak anlaşılmaya kalkıldığında da yanlış anlaşılır. Böylece âyetin asıl anlamı öncelikle muzârî sigasının ‘şimdiki zaman’ olarak anlaşılmasıyla meydana çıkar.
Ayrıca bizim peygamberimiz kendisine ait bir söz için bu bana Rabb’imin vahyettiğidir demez, diyemez.(6) Burada konuşmak fiili geniş zaman için kullanılmış gibi anlaşılır. Diğer yandan bir teminat olarak da istikbâl sigası manasında anlaşılmaya da müsaittir. Nitekim aynı âyet; «Elçimizin şu anda Bize ait olduğundan bahisle size söyledikleri nasıl gerçekten Bize ait sözlerse (yani şimdiki zaman sigası), hiçbir zaman da kendi sözleri için Bize ait sözler olduğu yalanını da söylemez (geniş zaman sigası), diğer yandan da kendi sözleri için bunlar bana Rabb’imin vahyettikleridir de demeyecektir (gelecek zaman sigası)» olarak anlaşılacaktır. Nitekim Kur’an’ın mecmuuna bakıldığında söylediklerimizin doğru olduğu rahatlıkla görülebilir.
Adı büyük veya küçük olsun, bir gerçeği kim söylerse söylesin kabul edenler «Doğru sözü işitip de kulak verenler»(50/37)’dir. Yine yanlış sözü, büyük olanlar söylemiş diye kabul edenler de, «Atalarının yürüdüğü yolda yürüyenler olup, akletmeyenler»(2/170)’dir. Biz Rabb’imizce emrolunduğumuz yolda yürümekle ve akletmekle yükümlü kılınanlar olduğumuz için müslümanlar, mü’minler değil miyiz? Atalarının üzerinde yürüdüğü yolda yürüme yasağı yalnız Kureyş’e ait bir yasak değildir. Hiçbir âyet yalnız o günle ve o günün bir gerçeği ile ilgili olmayıp, hem o günün gerçeğini ifade etmekte, hem de aynı illete sahip kıyamete kadar karşılaşılacak bütün gerçeklerle ilgilidir. Bu yüzdendir ki Kur’an kıyamete kadar hükümleri geçerli olan Kitab’tır. Örneğin «Meryemoğlu İsa’ya Allah’ın oğlu diyenler kâfir oldular»(7) âyetinin delâletini yalnız hıristiyanlara hasredenler hüsrandadırlar. Zira bu âyetin gerçek delâleti Allah’a, yarattıklarından bir şey izafe etmenin küfür olduğudur. Bu gerçeği yalnız ‘Meryemoğlu İsâ Allah’ın oğludur’ diyenlere hasrederseniz —ki mümkün değildir— bu takdirde bu âyete göre yalnız hıristiyanlar kâfirdirler anlaşılır. Halbuki âyetin asıl temelini teşkil eden gerçeği «Allah’a, yarattıklarından herhangi birini izafe etmek»(43/15)’tir ki bu da küfürdür. Pratikte bu şu manaya gelmektedir: Herhangi bir insan Allah’a O’nda bulunmayan sıfatları yakıştırırsa o insan kâfir olur demektir. Bu cümleden olarak «Üzeyr İbnullah»(9/30) diyenler, «Meleklere Allah’ın kızları»(8) diyenler de «Bütün eşya, insan ve kainât Allah’ın boşluktaki görüntüsüdür»(9) diyenler de kâfirdirler, zira âyetin delâleti budur. Kim ki söylediği, inandığı bir şeyle bu delâletin kapsamına girer, âyetin delâletindeki hükmün (kâfir olmak hükmünün) de kapsamına girer ve kâfir olur.
Özetle söylemek gerekirse insanı kâfir eden, «Allah’ın yarattıklarından birini O’nun parçası olarak tasarlamak»(43/15)’tır.
Yapılacak iş, bizim burada yapmaya çalıştığımız gibi Kur’an’ı, Kur’an’la anlamaya çalışmak, bunun yanında nâzil olduğu toplumun özelliklerini bilmek, cereyan eden olaylardan haberdâr olmak, Peygamberimizin konuyu nasıl anladığını ve neler yaptığını bilmek ve mes’eleyi birbirine bağlı olarak bir bütün halinde değerlendirerek Kur’an’a uyan sonuç çıkarmaktır. Hayırlı halef ve selefler de böyle yapmışlardır. Örneğin bugün yeni bir tercüme, meal veya tefsir yazmak isteyen birisi ne kadar âlim olursa olsun kendinden önce bu işe girişmiş insanların yaptıklarını gözden geçirme gereği duymakta ve hattâ onlardan yararlanmaktadır. Bunu hepimiz biliyoruz. Zaten insanlığın elindeki bilgiler birbirinden kopuk ve irtibatsız bilgiler olmayıp hepsi birbiriyle bağlantılı ve haberli bilgilerdir. Kur’an da bize gelip geçmiş toplulukların (kavimler) hallerinden, onlara gönderilen elçilerden haber vermektedir. Kendilerinden önceki kavimlerin çektiklerinden, peygamberlerin karşılaştıkları güçlüklerden bahsetmektedir. Eskilerin hikâyeleri(Esâtiru’l-Evvelîn)den haberdâr olmak, kendi başına gelenleri kavramayı kolaylaştırıcıdır. Zira sünnetullah aynıdır ve onda bir değişiklik görülemez.(10)
Okuyucularımız şunu açıkça bilmelidirler ki Kur’an da, bir başka Kitab da, bir kerre okuyunca bütün gerçeği ile anlaşılmaz. Defaatle okumak, tekrar tekrar okumak anlamayı hem çoğaltır, hem kolaylaştırır. Buna ek olarak Kur’an’la ilgili olarak Peygamberimizin hayatı, içinde yaşadığı toplumun özellikleri, âdetleri, gelenekleri, sosyal, iktisadî yapısı, Kur’an’ın indirildiği dilin yapısı bilinmeden Kur’an bütün gerçeği ile anlaşılamaz. Lâkin şu da bilinmelidir ki Kur’an’ın dışındaki hiçbir kaynak, kendisinden yüzde yüz emin olduğumuz bir kaynak değildir. Bu itibarla Kur’an’ın dışındakilerin sağlamasını Kur’an’la yapmak zorunluluğumuz vardır. Kendisinden yüz sene sonra, üstelik de çok karışık devirler yaşayanların ağızdan kulağa intikal ettirerek rivâyet ettikleri ve peygamberin sözüdür diye bize intikal ettirilen ‘hadisler’ bilhassa Kur’an’la sağlaması yapılması gereken sözlerdir. Kur’an’ı ahlâk edinen ve Kur’an’a uyarak müslüman ve mü’min olan peygamberimiz öncelikle Kur’an’a uyan, Kur’an’a uymayı en büyük şiar edinen kimsedir. Peygamberin söylediğinden şüphe bulunan sözleri asıl sayıp Kur’an’ı bu sözlerin içeriğine uydurmak dosdoğru Kur’an’ı saptırmaktır ki asırlardır bu yanlış ve esastan çürük metod işleyegelmiştir. Tam tersi yapılmalı ve her şeyin doğruluğu Kur’an’la sağlaması yapılıp meydana çıkarılmaya çalışılmalıdır. Zira asıl olan Kur’an’dır. Kur’an hem peygamber için asıldır, hem de ümmeti için asıldır. Bu asıldan şaşılmamalıdır. Bu asıldan şaşmayan Peygamberin sünnetinden şaşılmamalıdır. Ki Kur’an kolay anlaşılabilsin.
Dipnotlar
1) «Kitâb’ı sana O indirdi. Onun bazı âyetleri muhkemdir, bunlar Kitâb’ın anasıdır. Diğerleri de birbirine benzer. Kalblerinde eğrilik olanlar, fitne çkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onun benzer âyetlerinin ardına düşerler. Oysa, onun te’vilini (ne manaya geldiğini) Allah’tan başka kimse bilmez. İlimde ileri gidenler (râsihûn) ‘Ona inandık, hepsi Rabb’imiz katındandır’ derler. Akl-ı selim sahiblerinden başkası düşünüp anlamaz.» (Âl-i İmrân 3/7)
2) “O yalan haberi getirenler, içinizden bir topluluktur. Siz, onu sizin için bir şerr sanmayın. Bilakis o sizin için hayırdır. Onlardan her kişiye, kazandığı günah vardır. Onlardan, onun en büyüğünü idare edene de büyük bir azâb vardır. Onu işittiğiniz zaman inanan erkek ve kadınların, kendiliklerinden güzel zanda bulunup: ‘Bu, apaçık bir iftiradır’ demeleri gerekmez miydi? Ona dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki şahitleri getirmediler, o halde onlar Allah yanında yalancıların tâ kendileridir. Eğer size dünyada ve ahirette Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, içine daldığınız yaygarada size mutlaka büyük bir azâb dokunurdu. Çünkü siz onu dillerinizle alıveriyorsunuz ve hakkında hiç bilginiz olmayan bir şeyi ağzınızla söylüyorsunuz ve onu önemsiz bir iş sanıyorsunuz. Oysa o, Allah yanında büyüktür. Onu işittiğiniz zaman, ‘Bunu konuşmamız bize yakışmaz, haşâ bu, büyük bir iftiradır’ demeniz gerekmez miydi? Allah size öğüt veriyor ki eğer inananlar iseniz böyle bir şeye bir daha aslâ dönmeyesiniz. Allah size âyetleri açıklıyor. Allah bilendir, hikmet sahibidir. İnananlar içinde edebsizliğin yayılmasını isteyenler için dünyada da, ahirette de acı bir azâb vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Eğer size Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı ve Allah çok şefkatli ve merhametli olmasaydı (bu iftiranızdan dolayı büyük bir azâba uğrardınız). Ey inananlar, şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeytanın adımlarını izlerse o, ona edebsizliği ve kötülüğü emreder. Eğer size Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, hiçbirinizi aslâ temizlemezdi. Fakat Allah, dilediğini temizler. Allah işitendir, bilendir.” (Nur 24/11 ilâ 21. ayetler)
3) Yusuf 12/2; Râd 13/37; Nahl 16/103; Meryem 19/97; Şu’arâ 26/193-195; Zümer 39/28; Fussilet 41/3, 44; Şûra 42/7; Zuhruf 43/2-3; Duhân 44/58; Ahkâf 46/12
4) Bakara 2/23; Yunus 10/38; Hûd 11/13
5) En’am 6/50; Râd 13/38; İsrâ 17/94; Enbiya 21/8-9; Hacc 22/75
6) Hakkâ 69/44-47
7) Mâide 5/17, 72, 75, 116, 117; Tevbe 9/31
8) En’am 6/100; Zuhruf 43/19; Necm 53/27-28
9) VAHDET-İ VÜCUD, Tasavvuf akidesinin özüdür. Tasavvuf kitablarına bakınız. Ayrıca Süleyman Ateş’in mealinin 489. sayfasında Zuhruf suresinin 15. ayeti ile ilgili daha küçük harfllerle dizilmiş açıklayıcı notuna bakınız.
10) Enfâl 8/38; Hicr 15/13; İsrâ 17/77; Kehf 18/55; Ahzâb 33/38, 62; Fâtır 35/43; Mü’min 40/85; Feth 48/23
(İktibas, sayı 127-128)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *