Bin dokuz yüz otuz beş yılının sekizinci ayının son günlerinin birinde doğmuştu Zeynep. Beyaz tenli, geniş yüzlü, elmacık kemikleri çıkık sarışın bir tatar kızıydı.
Hanife Yalçın
Anadolu’nun çorak bir köyünde buğday eken bir çiftçi ailenin üçüncü çocuğuydu. Annesinin hiç istemediği bir vakitte, hasat zamanı doğmuştu. Annesi hayvanlara mı baksın, tarlaya mı gitsin, çaresiz kalmış söyleniyordu. Çalışkan ve aynı zamanda işveli bir kadın olan anne, çözümü, yeni doğan bebeği evdeki yaşlı babaanneye bırakmakta bulmuştu. Bazı zamanlarda kocasına olan nefreti daha da artıyordu, sorumsuz tembel ve aksi bir adamdı kocası. Anne tarlaya yalnız gider, işlerin yoğun olduğu vakitlerde işçileri kendi bulurdu. Artık sabrı kalmamıştı kocasına. Hasat bitmiş, Zeynep iki aylık olmuştu. Kış kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı ki bir sabah Zeynep’in susmayan ağlama sesiyle bütün ev halkı uyandı. Annesi yoktu odada, gece Zeynep’i son kez emzirip, iki oğlunu öptükten sonra gitmişti. Çok çalışmaktan, kocasının sevgisizliğinden ve tembelliğinden yorulmuştu. Uzun uzadıya düşünmeden köyde kendisine yakın bulduğu bir adamla gitmişti ve tam 50 yıl sonra hazin bir şekilde dönecekti. Düşünmemişti kızını ve oğullarını, belki de hiç sevmemişti çocuklarını. Zeynep hiçbir zaman affetmeyecekti annesini. Daha da aksileşen babası, köyde dul bir kadınla evlendirildi. Zeynep’in babaannesi iki yıl sonra vefat etti. Baba üç çocuğunu da hiç sevmedi. Zeynep yedi yaşına geldiğinde kendinden beklenmeyecek kadar becerikli bir kız olmuştu. Abilerinin giyeceklerini yıkıyor, peynir, ekmek ve su koyuyor sofraya, yokluk içinde kocaman bir insan oluyordu. Babası kimseyle anlaşamıyordu, her evlendiği kadın dört-beş ay dolmadan kaçıyordu. Zeynep dördüncü üvey anneyle tanışmıştı, her gelen anneye sevgiyle yaklaşıyor ama annesinin giderken bıraktığı ‘kötü kadının kızı’ yargısından kurtulamıyordu bir türlü. Abilerine adeta annelik yapıyor, üç kardeş tek yürek oluyordu. Zeynep ev işlerinden hiç bıkmıyor, on yaşına geldiğinde artık tarlaya da gidiyordu. Son üvey anneden yeni kardeşleri olmuş, yoksulluk iyice artmıştı, her şey kısıtlıydı, sevgi hiç yoktu. On beş yaşına gelmişti, artık genç bir kızdı. Aile kararıyla, köyde ustalık yapan tanımadığı Ali’yle nişanlandırılıp, apar topar evlendirildi.
Ali, Zeynep’i çok sevdi. Zeynep’e bu kadarı bile yetti. Yoksulluk had safhadaydı ve dört odalı köy evinin her odasında bir aile vardı, zor bir hayat yaşayacakları belliydi. Zeynep zaten biliyordu bu hayatı ama çok mutluydu, çünkü Ali onu seviyordu ve çok iyi biriydi. Ali çok çalıştı, çevre köylere de çalışmaya gitti, para biriktirdi. Sonunda kendilerine ayrı bir ev yaptı, küçük kerpiç bir evdi burası, oraya taşındılar. Ali, iki tane de inek aldı. Karı-koca el ele, sırt sırta verip büyük gayretler sarf ettiler. Evleri cennet bahçelerinden bir bahçe gibi oldu. Zamanla hayvanları çoğaldı. Zeynep, artık olgun, altı çocuk annesi bir kadın olmuştu. Ali’nin sevgisi Zeynep’e bahar olmuştu. Evlendiği gün kendine söz vermişti Zeynep, çocuklarını bırakmayacaktı ve bırakmadı da. Çocukları büyüdü, büyük şehirlere okumak için gittiler. Zeynep de Ali de yorulmadan çalıştı, çocukları herkesin imrendiği evlatlar oldular.
Bir sabah Ali hastalandı ve bir yıl geçmeden vefat etti. Zeynep artık yalnızdı ama Ali’nin öğrettiği sevgi, çocukları ve Ali’nin aşkı vardı. Yıllar birbirini kovaladı, Zeynep iyice yaşlandı, artık hafızası yeni bilgi almamaya, anıları silinmeye başladı. Torunlarına, hiç yorulmadan hep aynı cümleyi kurdu: “Sevgisiz kalmayın, her işiniz sevgi ile olsun”. Hiç anne diyemeden, baba sevgisini yaşamadan ruhunu sevgiyle sardı, huzur içinde gözlerini yumdu.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *