Ahlaki-insani nitelikleri yok sayma pahasına robotlaşma-dijitalleşme süreçleri ilerliyor. İslam toplumlarında da, İslami-insani-ahlaki nitelikleri yok sayan etnik eşitsizlikler, yeni kabilecilikler seçici bir adalet pratiğine yol açıyor.
Atasoy Müftüoğlu
İcat edilen geleneklerin, İslamın yerine geçtiği toplumlarda; din’i ya da politik karizmatik figürler, meşruiyet ve otorite kaynağı olarak görülüyor, propoganda, manipülasyon, menkıbe ve hamasete dayalı “hakikat”, gerçeklere dayalı hakikatin yerini alabiliyor. Propoganda, manipülasyon, hamaset ve menkıbe yoluyla, çok farklı, yeni gerçeklikler icat edilebiliyor. Çok yakın geçmişte Türkiye’de yaşandığı üzere, bir Amerikan projesi olan Neonurculuk, menkıbe üretimi ve pazarlaması yoluyla gerçekliği ele geçirebiliyor. Her tür iktidar adına din’i ya da politik liderin romantizmleri-ütopyaları doğrultusunda bir gerçeklik kurgulanabiliyor.
Düşünsel ve kültürel bağımsızlıklarını tamamlayamayan, kısmi bağımsızlıklarla iktifa eden toplumlar ve kültürlerde, kitleler, kendilerini, çok açık bir fanatizmin ifadesi olan ideolojik adanmışlıklarla, duygusal-hamasi adanmışlıklar merkezinde konumlandırıyor. İdeolojik adanmışlıklar da, duygusal-romantik adanmışlıklar da, maalesef, nefret ve karşıtlığa sadakat konusunda birbirleriyle yarışıyor. Bilgelikle bütünleşmiş kentli kültürler, müsamaha/müzakere/müşavere ve muhakeme yoluyla, karşıtlıkları etkisiz hale getirmeye çalışırken; taşralı kültürler saldırganlık ve paranoyayı etkili hale getirmeye çalışıyor. Hamasetin, gerçekle yer değiştirdiği toplumlarda, ötekileştirilenler, muhalifler ve eleştirel unsurlar, varoluşsal bir tehdit olarak değerlendiriliyor. Hamasetin gerçekle yer değiştirdiği toplumlarda, İslami bütün ve bütünlük amansızca sömürülüyor, tahrip ediliyor, çarptırılıyor, paranoyak fanteziler kamusal söyleme dönüştürülebiliyor.
Kültürel ve entelektüel yetersizlikle malûl bulunan toplumlarda, popülist politik yalanların iktidarı da, ideolojik, politik yalanların iktidarı da, hakikatten ne anlaşılması gerektiğine, kendi politik tercihleri ve çıkarları doğrultusunda karar veriyor. Böylece, halklar, tek hakikat, ortak hakikat algısına yabancılaşyor. Popülist politik iktidarlar da, ideolojik politik iktidarlar da, kendi özel “hakikat” yaklaşımları temelinde bir dil-söylem oluşturdukları için özel-bencil “hakikatler” çatışması/rekabetleri hiç bitmiyor, her iki taraf da birbirlerinin hakikatlerini değersizleştirmeye çalışıyor.
Varoluşsal sorunlar karşısında bütünüyle duyarsız bir dünyada yaşıyoruz.
Günümüzde yüksek öncelikli sorunlar, her durumda ideolojik ve ekonomik çıkarlar temelinde değerlendiriliyor. İçerisinde bulunduğumuz dönemde, İslam toplumlarında bile, ahlaki öncelikler gündem konusu olmaktan çıkmış, çıkarılabilmiştir. Hemen her toplumda, İslam toplumlarında da, güç düşkünlüğü, iktidar ve tahakküm düşkünlüğü, ahlakı ve adaleti imkansız kılıyor. Ahlakın ve adaletin savsaklandığı, savsaklanabildiği her toplumda bugün, çok boğucu bir politik iklim oluşuyor. İktidar/tahakküm bencillikleri/rekabetleri, bütün toplumları, bütün dünyayı yıkıma sürüklüyor. Her toplumda eşitsizlikler, sosyal parçalanma derinleşiyor. Güç savaşları, ticaret savaşları sebebiyle ortak siyasal perspektifler/çözümler, ortak hareket sorumluluğu oluşturulamıyor. İdeolojik rekabetler, kültürel karşıtlıkları kışkırtıyor.
İçerisinde bulunduğumuz yirmibirinci yüzyılın ağır-kronik sorunlarının temel nedenlerini bütün boyutlarıyla anlama çabası olmadığı için, temel insanlık sorunları hep erteleniyor. İslam söz konusu olduğunda, Hıristiyan-Haçlı dayanışması hemen harekete geçirilebiliyor, ancak, emperyalist kuşatma/tehdit/ambargo vb. karşısında İslami dayanışma hiç bir şekilde gündeme kazandırılamıyor. Milliyetçilikler, kültürlerarası anlayış-müsamaha ve çoğulculuk fikrini yok ediyor. Uluslararası sorunlarda, diplomasinin bir tekniğe dönüşmüş olması nedeniyle, hiç bir insani/ahlaki/vicdani çözümlemeye ihtiyaç duyulmuyor. Güç düşkünlüğünün, iktidar düşkünlüğünün neden olduğu tuhaflıklar, saçmalıklar, patolojiler, yalanlar, ahlaki niteliklere yabancılaştığımız için sorgulanamıyor.
Gerçekliğin nicelleştirildiği, maddileştirildiği, teknikleştirildiği, şeyleştirildiği, her tür değerden arındırıldığı, her şeyin tüm anlamların-ideallerin göreceli hale geldiği, hiç bir kutsal’a ve mutlak’a yer vermeyen bir dünyada, zamanda, toplumda yaşıyoruz. Her tür kutsal’dan, mutlak’tan, ilahi olan’dan, ilahi alan’dan, bağlam’dan, arındırılmış seküler yorumun iktidarı, İslamın, ancak, sömürgeci mutlakıyetçiliğin belirlediği normlar-standartlar içerisinde tanımlanabileceğini, var olabileceğini ve yaşanabileceği düşüncesini dayatıyor. Bugünün dünyasında, toplumlarında İslam ve Müslümanlar, bu somut dayatma-şiddet sebebiyle ontolojik ve epistemolojik anlamda yersiz-yurtsuzlaştırılıyor. İslami düşünce/kültür/ilahiyat hayatı; ontolojik ve epistemolojik anlamda dünyanın dışına sürülmüş, yersiz-yurtsuzlaştırılmış, mülksüzleştirilmiş İslamın, yalnızca teorik-folklorik-romantik-nostaljik olarak temsil edilebildiği bir toplumda yaşamanın ne anlama geldiğini konuşamıyor, tartışamıyor. İslam’ı somut bir gerçeklik olarak tasavvur edemiyor, tahayyül edilebilir bir duruma getirmeye cesaret edemiyoruz. İslam toplumlarında sömürgeci kültürün psikolojik baskıları aşılamadığı için, Müslümanlar romantik tesellilere sığınıyor. Seküler temelde bir epistemolojik sistemin dünya ölçeğinde etkili olması, fayda ve haz temelinde yükselen seküler değerler, entelektüel iktidar yapılarının zihinlere sahip olma gücü, dijital fetihler, dijital sömürgecilik, İslam toplumlarında yeni, yepyeni, bağımsız entelektüel bir ortam-iklim-çevre oluşturulmasını zorunlu kılıyor. Nostaljik bir muhafazakarlığın, nostaljik bir kibrin belirleyici etkisi altında bulunan toplumlar, bugünün gerçekliği ile yüzleşemiyor, geçmişi efsaneleştirerek, propoganda zaferleri temelinde bir dil ve söylem oluşturmaya çalışıyor.
İslamın varoluşsal bir bilinç konusu olmaktan çıkarılarak, bilinçdışının, icat edilmiş geleneklerin, menkıbe-hamaset söyleminin konusu haline gelmesi; aklın-zihnin-kalbin-zamanın durdurulması ve varoluşsal bilincin sistematik bir biçimde geciktirilmesi, işlevsiz kılınması anlamına geliyor. İslamın bilinç konusu olmaktan çıkarılması, İslamın özgürleştirici misyonuna yabancılaşmak, bilinçdışının teslimiyetçi-konformist alanına kapanmakla sonuçlanıyor. Bilinçdışı tarafından fethedilen İslam toplumları ve kültürleri, teslimiyetçilikleri ve konformizmleri içselleştirdikleri için İslami anlamda yer-yurt tanımı yapma ihtiyacı duymuyor. Bilinçdışının belirleyici olduğu toplumlarda kitleler, mitsel-romantik zamanlarda yaşadıklarına inandıkları için, tarihsel zamanlarla ilgili eleştirel sorgulamalar yapamıyor.
İslamın varoluşsal bilinç olmaktan çıkarılmış olması nedeniyle, Müslüman halklar, bir yanda, modern zamanların-modern dünyanın ölümcül ideolojileri yoluyla nesneleştirilirlerken, bir diğer yanda da, aklın-mantığın sınırlarını zorlayarak, içgüdüsel ihtiraslarını toplumsallaştırmaya/siyasallaştırmaya çalışan, eşsiz-benzersiz niteliklere ve yanılmazlığa sahip olduklarına inanılan, din’i-politik popülist liderlikler yoluyla da nesneleştiriliyor. Sözünü ettiğimiz din’i-politik popülist liderlikler, patolojik yorumlarla, tarihin mitsel yorumuyla, bütün kutsallar ve kutsallaştırılan geçmiş üzerinde tekel oluşturmaya çalışıyor, aynı zamanda hakikatin sahibi olduklarına da inanmamızı istiyorlar.
Müslümanlar olarak, gelenekle eleştirel bir ilişki kurmayı başaramadığımız için, tarihsel sorunlarımızın ve zaaflarımızın farkına varamıyoruz. Tarihin, dünyanın, zamanın en büyük, en muhteşem, en onurlu dayanışmasını gerçekleştirebilecek olan İslami bünye, bilinçdışının, hamaset/menkıbe/efsane söyleminin belirleyici olması sebebiyle, bu olağanüstü, eşsiz-benzersiz imkanı kullanmıyor, bu yolda beklenen bütün umutları heba ediyor. Yine bilinçdışının hakimiyeti sebebiyle, ataerkil yorumların otoritesini sorgulayamıyor, ataerkil yorumların otoriter/faşizan iktidarı ile yüzleşemiyoruz. Bugün, İslam toplumları, ataerkil zihniyetin terörize edici baskılarına maruz kalıyor. Beyazların üstünlüğü ideolojisi ne kadar yıkıcı ve rencide edici ise, erkeklerin üstünlüğü inancı da bir o kadar yıkıcı ve rencide edicidir.
İslamın, toplumlarımızda, radikal bilincin konusu olmaktan çıkarılması, İslami misyonun/işlevlerin/sınırların/anlam ve amaçların seküler bir irade tarafından dışarıdan belirleniyor olması sebebiyle, bugün, dünyaya/tarihe/hayata kendi bilincimizle/kalbimizle/aklımızla bakamıyoruz. Bugün, İsrail örneğinde de görülebileceği üzere, kurumsal ırkçılıkların, emperyalizmlerin himayesi altında fütursuzca sürdürülebildiği, dehşet verici bir dünyada yaşıyoruz. Küresel yoksulluğun ve bugünün sosyoekonomik gerçekliğinin, en büyük terör olduğunu ne yazık ki farketmiyoruz. Ahlaki-insani nitelikleri yok sayma pahasına robotlaşma-dijitalleşme süreçleri ilerliyor. İslam toplumlarında da, İslami-insani-ahlaki nitelikleri yok sayan etnik eşitsizlikler, yeni kabilecilikler seçici bir adalet pratiğine yol açıyor. Her tür kabilecilik sebebiyle, toplumlarımız kapsayıcı adalete yabancılaşıyor. Her kabile, öteki’nin/muhalifin insanlığını reddeden barbar bir dil kullanıyor.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *