İktibas Dergisi canlı yayınında konuşan Kürşad Atalar, kavramların düşünce sistematiği içerisindeki önemine ve yabancı kavramların İslamileştirilmesinde yöntemin önemine dikkat çekti.
İktibas Dergisi Youtube kanalında iki haftada bir canlı yayınlanan programların dün akşamki konuğu Dr. Mehmet Kürşad Atalar oldu. “Düşüncenin okullaşması” konusundaki çalışmaları ile tanınan Atalar’ın “Düşüncede Devrim”, “On Tez”, “Ercüment Özkan ile İslâmî Hareket Üzerine Söyleşi”, “Düşüncenin Siyaseti”, “Modernist Zihniyetin Kritiği & Cabiri’nin Kur’an Anlayışı ve Tefsir Yöntemi”, “Keşke Bilselerdi”, “Kök Anlam Yöntemiyle Kur’an Tefsiri” isimli kitapları ile “İslam, Bilim ve Kültürel İlişkiler”, “Kur’an’da Tanrı ve İnsan” ve “Batının Kaynakları” isimli çevirileri bulunuyor.
Mustafa Bozacıoğlu’nun yaptığı kısa sunumun ardından sözlerine başlayan Atalar’ın konuşmasından satırbaşları şöyle:
– Bir Müslüman her şeye bakarken bir takım hassasiyetlerle bakmak durumunda, mantık gereği böyledir. Bu bakışın da Müslümanca ya da İslamca olması gerekir. Tabi burada Müslümanca ya da İslamcalığın da altının doldurulması gerekiyor. Her kişiye göre değişen bir şey olmaması gerekir tabiatı itibarıyla.
– Her konuda olduğu gibi bu konuda da, Müslümanca düşünce derken, kapıyı gelişmeye bir şekilde açık tutmak, sanki lazım, elzem gibi görünüyor. Nereye kadar? Düşüncenin okullaşmasıdır, mezhepleşmedir, bir düşünceyi sistematik olarak ifade etmektir. Bu kolay bir şey değildir.
– Çağdaş Müslüman düşüncesinde de benzer bir süreç -acizane kanaatim- devam ediyor, yaklaşık bir, bir buçuk asırlık süre boyunca. Ve bu sürecin bir şekliyle nihayetleneceğini de tahmin ediyorum, ümit ediyorum. Ama onun süresini tayin edemeyiz. Bu tür süreçlerin bitimi genellikle sürecin bitiminde söylenir ama süreç bittiğinde onun emareleri net göründüğü için artık o konudaki tartışma da büyük ölçüde bitecektir diye düşünüyorum.
– Şu anki düşüncemiz itibarıyla -ben kendi açımdan söylüyorum- “Batılı kavramlara Müslümanca bakış nasıl olabilir?” sorusuna cevap verirken şu üç konuyu, üç başlığı evvela aklımızda bulundurmamız gerekiyor:
Birincisi, bu alana dair bilgi niçin bizi ilgilendirsin, niçin bizim için ‘zorunlu’ olsun? Yani, çıkışı itibarıyla Müslümanlara ait olmayan düşünceleri bilmesi gereksiz mi? Burada 3 açıdan meseleye bakmak mümkün: 1. Yaşadığımız çağın değerlendirilmesi açısından bir durum tespiti. Halihazırda Batı düşüncesinin, modernite-postmodernitenin dünya genelinde hakim paradigma olması bu lüzumu belirleyen ilk husus.
– Batılı kavramlara Müslümanca bakışın gerekliliği konusu, hâkim paradigmanın orada (Batıda) olması -fiilen en azından- ve insanlığın büyük çoğunluğunun bunun böyle olduğunu kabul ediyor olması halihazırda ve bu (paradigma) yanlış olduğu için de -Müslüman böyle düşünür doğal olarak- Müslümanlara bu konuda görev düşüyor. Dolayısıyla bu konuda kendi yetkinliklerini ispatlayamadıkları sürece de, evrensel tebliğ görevlerini, hatta cihad ‘azami gayret göstermek’ anlamındaysa, cihad görevinin de bir gereği olmuş oluyor.
– İkincisi, şöyle bir gereklilik vardır: Batıyı düşünmeden, Müslümanların, her alanda olduğu gibi bu alanda da kendileri üzerindeki bir vazife olarak görmeleri gereken bir şey: Efendim siz diyorsunuz ki, doğru bizde. Doğru bizde diyenin, yanlışı bilmesi meselesi. İkincisi budur. Doğruyu bildiğinizi iddia ederken, doğruyu bildiğinizi gösteren önermeler, argümanlar ortaya atabilirsiniz fakat bunların ispatı noktasında yahut muhatap tarafından daha iyi anlaşılması noktasında bir de bunun zıttının onun yanına konulması gibi bir ihtiyaç vardır.
“Beyazı bilenin siyahı bilmesi gerekliliği” demiş buna, meşhur, Ebu Hanife’nin sözü olarak aktarılıyor ya. Güzel bir söz, kıyas yöntemini de çok iyi kullanan birisi. Güzel ifade etmiş.
– Bunu konumuza nasıl irtibatlandırabiliriz: Ben İslam’ı biliyorum, o zaman şirki de bileceğim, küfrü de bileceğim. Eğer burada ciddi manada, bizim beyaz dediğimizin zıddı olan siyahlar varsa, bunları getirip onun karşısına koymak gerekir.
– Yaşadığımız çağda popüler olan, güncel olan, hayatın içinde olan, bizzat herkesin hayatına müdahale eden düzenler bunlar, siyasi düzenler, ideolojiler. Dolayısıyla buna dair bir değerlendirme yapmazsan, bu senin -İslami düzen diyelim artık buna- İsami düzen dediğin şeyin de iyi anlaşılamama meselesi olur. En azından -tebliğ anlamında söyleyecek olursak- karşıdaki muhatap bunu anlayamaz ya da tam oturtamaz, o zaman sen de görevini layıkıyla yapamamış olursun. Dolayısıyla bu batılı kavramlara Müslümanca yaklaşımın bilinmesinin böyle önemli bir boyutu da vardır.
– Bu konunun üçüncü boyutu da şu: Niye batılı kavramları, modern ve post-modern kavramları bileceğiz? Belki içlerinde bizim daha önce düşünmediğimiz bir şey de vardır, belki iyi bir şey, hoş bir şey doğru bir şey vardır. Olabilir mi olabilir. Ben esas itibarıyla yani temel kavramlarının İslam’la çeliştiğini düşünüyorum modernitenin ve Batının. Ama her kavramı da çelişecek diye bir şey yok. Çünkü, insan aklının çalışması noktasında önünde birçok engeller veya önyargılar varsa yanlış sonuçlar verebileceğini tahmin etmek zor değil. Ama, bu akıl her zaman, her durumda kötü çalışacak diye bir şey söylemek de bana pek doğru gelmiyor. Bunun tarihte çok örneği var.
– Batılı kavramlara, modern kavramlara bakarken böyle de bakmak gerekir. Külliyen bir redde gerek yoktur. Bunların ne olduğu konusu ayrı bir konu. Bu üç madde dışında ayrı bir başlık olarak şunu da düşünmek gerekir: Tamam bunlar makul geliyor insana, peki bunun yöntemi nasıl olacak? Nasıl bir yöntem belirlenmesi gerekiyor ki, Müslüman hata yapmasın? Ben bunu yazdığım bir yazıda, örnekler de vererek şöyle izah ettim: Dedim ki, kavramın aslına bakacaksın, köküne ineceksin, o coğrafyada o kavrama nasıl anlam yüklenmişse oradan hareket edeceksin sürekli. Eğer aradan geçen yüz yıllar, bin yıllar, sonucu bu kavram, kökeninden tamamen farklı bir şeye bürünmüşse, ki zordur, böyle temel kavramlar böyle olmaz, sadece anlam dünyası genişler bunların, yoksa kökünden tamamen farklı bir mana bu tür kavramlara verilemez.
– Müslüman modernistler, ne yapıyorlar, tipik olarak, bence İslam’ı tam iyi bilmiyorlar, o noktada zaafları var. Batıyı, belki diğer grupların tamamından, belki sekülaristler kadar olmasa da onlara yakın derecede biliyorlar. Ama bu ikisini karşılaştırdıkları zaman hatayı çok yapıyorlar. Mesela diyorlar ki, “İslam’da demokrasi bal gibi vardır.” “Cumhuriyet rejimi asıl İslam’dadır.”, “Asıl özgürlük İslam’dadır” gibi söylemler geliştiriyorlar. Bunun sebebi ne oluyor? Bence İslam bilgisinin eksikliğinden kaynaklanıyor.
– İslamcılara gelelim. İslamcıların tavır/tarz olarak genel yaklaşımı doğrudur bu gruplara göre, bunların içinde. Fakat İslamcılarda da çoğunlukla şu eksik: İslami bilgileri veya hassasiyetleri Müslüman modernistlere göre ‘daha iyi’ olmasına rağmen bu kez modernite bilgisi, modernistler kadar -çoğunluğu için söylüyorum bunu- modernistler kadar değil, modernistler kadar tanımıyorlar.
– Gelenekçiler, Müslüman modernistler ve İslamcılar gibi “hayatı tanımalıyız, batıyı tanımalıyız, ona cevap vermeliyiz” yaklaşımına genel olarak sahip değiller. Onlar direkt reddetme taraftarı, yani ‘bu İslami değil at gitsin’ taraftarıdır. İslamcılar ve Müslüman modernistler ise, onu tanımazsan İslam’ı da iyi bilmezsin gibi bir anlayışa sahiptirler. Sekülaristler ise zaten biliniyor, onlar tümden Batıcı, batı yaşam tarzını benimsemiş, içselleştirmiş ve onu Müslüman dünyasında hâkim kılmaya çalışan tipler, o da bizim konumuz olmuyor dolayısıyla. Bu iki grup önemli, Müslüman modernistler ve İslamcılar.
– Aslı esası tamamen batılı olan ve İslam’la çelişen kavramların dışında, bizim daha önce kullanmadığımız, mesela klasik dönem Müslüman alimlerin kitaplarında hiç yer almayan bazı kavramların, modern dönemde Müslüman dünyasında, Müslüman mütefekkirlerin, ulemanın kullanıldığı kavramlar, batıdan geçmesine rağmen İslamileştirilebilir. Bunun bir yöntemi olması lazım ama. Yazdığım bir yazıda demokrasi, özgürlük ve İslami hareket kavramlarını ele aldım. İlk ikisinin İslamlaştırılamayacağını, üçüncüsünün ise İslamileştirilebileceğini savundum. Ya İslami hareket zaten İslami, bunun nesini İslamileştireceksin denilebilir. Öyle değil. Çünkü bu kavram 20. yüzyıldan önce bizim ulemanın kullanabileceği bir kavram olabilemez. Çünkü bu sosyolojinin bir kavramıdır. Sosyalist hareket daha popülerken, Müslüman dünyasında İslami hassasiyete sahip olanlar da, oradan ilham alarak, bunu ideolojik bir akım olarak, biz de “İslami hareket” diyelim buna demişlerdir. Dolayısıyla öncesinde olmayan bir kavram. İslam devleti kavramı da öyledir biliyorsunuz.
– Bütün Müslümanlara, herkese farz-ı ayn olan bir görev midir denilirse onu söylemek mümkün değil. Şöyle değil: Zaten ilimde derinleşme, yetkinleşme, bir Müslüman toplumda herkesin üzerine farz-ı ayn olan bir şey değildir. Farz-ı ayn olan şudur: Bir toplumun -küresel veya yerel fark etmez- sorunlarını çözebileceği kişileri yetiştirmesi farz-ı ayn görevdir. Bu da alim yetiştirmektir. Yoksa toplumdaki herkesi alim yapayım diye uğraşırsan, ne zaman yeter, ne para yeter, ne güç yeter… Ayrıca yapılmaması gereken bir şeydir de. Çünkü olmayacak bir şeyle uğraşmak Müslümana yakışmaz. Demek ki bu neymiş, toplumsal görevle ilgili bir konuymuş. Tabii ki tabanın kalitesine bağlı olarak gelişen bir şeydir bu, alimlerin yetişmesi.
– Bu kriter açısından halihazırdaki durumu değerlendirmeye kalktığınız zaman durum çok kötü görünüyor bence. Burada ‘çok kötü’ lafını kullanıyorum. Neden? Çünkü, İslami cemaatler, İslamcı gruplarda dahi genel olarak tablo kitleye göre iyi olmakla birlikte, ilmi seviye açısından, bu çalışma sistematiğini tutturma var mı yok mu buna baktığınız zaman bayağı zayıf bir şey çıkıyor ortaya. Tepede olanlara bakıyorsunuz iyi güzel, aşağıya indiniz mi acayip derecede fark oluyor. Bunun olmaması lazım. Bu niye oluyor? Demek ki tabanı yetiştirme yönünde çok çalışmalar yapılmıyor.
– Bu bağlamda ben bir takım somut çalışmalar yapılabilir diyorum da bu çeşitlendirilebilir. Benim önerdiğim, klasik eserlerden başlamak üzere, okunması zorunlu olan, batılı ya da İslam düşüncesinde 500-1000 tane eser var. Bunları mesela her cemaat, grup, kendi tabanına zorunlu okutacak. Kaç sene sürer, 5 sene sürer, 5 sene sonra en azından bunlar içinden canavar gibi adamlar yetişir. Canavar gibi yetişmese de, adam bunu okudum ya zamanında, içinde şunu diyordu diye aklında 3-5 cümle kalsa bayağı bir seviyeyi yükseltir. Dil eğitimi olabilir mesela, Arapaçanın zorunlu olması, İngilizcenin kesin zorunlu olması, mümkünse bir başka dilin de zorunlu olması. Bunlar hep araçsal desteklerdir. Veya sportif bir aktivite mesela aynı şekilde. Bu çalışmaları yandan besleyen bir şey olarak düşünülebilir. Yani tabanın düzeyini artıracak çalışmalar yapmak önemli.
– İsteseniz de istemeseniz de, sevseniz de sevmeseniz de, dünyada, herhangi bir çağda, hakim bir paradigma oluyor. Zamanında Müslüman dünyasındaydı, ondan önce Yunandaydı, ondan önce Sümerdeydi, Çin’deydi, şimdi batıda filan denebilir. Ve, bunlar coğrafi sınırlı yerdeydi denebilir. Coğrafi demek şu açıdan doğru değil: Rakibiyle karşılaştığı zaman ona ne yapıyor? Onu yeniyor mu, ona yeniliyor mu bu önemli.
– Bu işin sonu hakim paradigma olmaya kadar gider. Onu sağlayana kadar Müslümanlar çalışmak zorunda. Şöyle bir durum da var: Çağdaş dönemde artık Modernitenin iflas ettiği konusunda -bu işlerle ilgilenenlerin çoğunun kabul ettiği bir şeydir bu- bir şüphe yok. Post-modernite var, post-modernite ile idare ediyorlar şu anda. Ne diyorlar ama onda da: Eskisi gibi bir hakikat iddiaları yok artık. En azından, baskıcı yöntemlerle bunu insanlığın diğer kesimlerine dayatmıyorlar.
– Benim gözlemime göre insanlık böyle uzun süre devam edemez. Bu tür dönemler geçicidir, ara dönemlerdir. İnsanlık bir süre sonra yine, her bir insan teki olduğu gibi toplumlar da öyle, bir arayış içerisine giriyor, bir ideoloji, bir düşünce sistemi, bir din, ne diyorsanız… Bunu istiyor bir süre sonra. Çünkü varlığını anlamlandırmak istiyor, insan böyle bir varlık. Bundan vazgeçtiği zaman kendini bırakıveriyor, eğlenceye filan veriyor, bu da fazla gitmiyor. Yani, içinde yaşadığı sistem çöküyor kendi kendine, tabiri caizse.
– Böyle bir vasatta Müslümanlar eskiye göre nasıllar? Bir yüzyıl öncesine göre iyiler bunda hiç kuşku yok. Cemaleddin Afgani’yi başlangıç noktası aldığımız zaman oraya göre haydi haydi iyiler. Onu geçtik, 2. Dünya Savaşı dönemi 1950’lere bakalım, oralara göre de iyiler, fena değiller, Mevdudi’nin Kutub’un ideolojik yazılarının çok etkili olduğu dönemleri kastediyorum. O zamanlara da baktığınız zaman, böyle, temeli oluşturacak ciddi, kaliteli ürünler olduğunu söylemek mümkün. Ama temel bir yere kadar.
– Sonrası, Düşüncenin Okullaşması bağlamında söylemeye çalıştığım türde faaliyetlerin yapılmasına bağlı. Bunlar yapıldığı zaman bina, görünür bir şekilde ortaya çıkar. Yani sistematik düşünce okullaşmaya tekabül ediyorsa, binanın temel üstündeki yapısı da ona, sistematikliğe tekabül eder. Onu görmediği zaman batılı insanın imrenip de İslam’a böyle fevc fevc girmesi mümkün değil.
– Bana göre, bütün siyasal-sosyal alan üst-yapıdır. Alt-yapı itikaddır, ameldir. Burada işini sağlam yapan adamın yukarısı da onunla uyumlu olur. Öyle baktığınızda, bu taraflarda eksiklik kalmasın da öbürüne de illa ki sıra gelecek diye düşündüğümden dolayı, bir işi doğru yapmak istiyorsak bunun kuralına uyacağız.
– Biz İslam’ı anlatırken, böyle tek boyutlu, klasik İslami kavramlarla gidemeyiz. Biz bir dünyada yaşıyoruz, batılıların da hakim olduğu bir dünya. Onlar hakim olmasa neyse, o kadar uğraşmazsın, ama adam hakim. Sen diyorsun ki, ben İslam’ı hakim kılacağım. Senin onu yenebilmen için, adamı tanıman lazım. O zaman ne oluyor? İktibas’ın kavram yazılarının yarısı batılı kavramlar olmak zorunda oluyor. Bu konuyu bu örnekle tamamlayabiliriz.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *