Anlatırken zaman zaman sesi titredi ve gözleri doldu. “Peki sebebi neydi onun kitaplarına bu kadar düşmanlık?” diyemedim. Daha neler neler demek istedim ama diyemedim. Sadece, “Onun kızı olmam yasağı bittirdi mi yani?” diyebildim.
Elif İsmailoğlu
Bundan yaklaşık yirmi sene önceydi, Kocatepe camii avlusunda, ramazan ayının başında açılan ve o ayın sonuna kadar süren kitap fuarında görevli olarak bulunuşum. İstanbul’dan çok sevdiğim bir arkadaşımın ısrarlı ricası üzerine İşaret Yayınevi’nin standında bulunacaktım.
Doğrusu kitapları çok seviyor olmak ya da kendin için kitap alışverişi yapmak gibi olmadığını tahmin edebiliyordum stantta durmanın, bu farklı bir durumdu. Ama sağolsun arkadaşım o kadar güveniyordu ki bana, yapabileceğime inandırdı beni. Sadece yanıma bir arkadaş almam gerekiyordu yardımcı olsun diye, nöbet usûlü çalışmalıydık, çünkü süre çok uzundu, sabahtan neredeyse gece yarısına kadar. Ankara’da öğrenciliğini sürdüren son derece sabırlı, zor şartlara dayanıklı, iyi yürekli, sevdiğim bir arkadaşım yaptığım teklife olumlu dönüş yaptığında bana büyük kuvvet olmuştu.
Epey uğraşlardan sonra standı kurup kitapları yerleştirmiştik. Açılışa hazırdık. O dönemler, şimdi olduğundan çok daha fazla iltifat görüyordu kitap fuarları.
Bazı siyasîlerce açılışı yapılan fuarlı günlerimiz başlamıştı sonunda. Gündüz saatlerinde camiye mukabele için gelen hanım teyzeler öğle namazını kılıp fuarı ziyaret ediyorlar ve stant stant dolaşıp güllü yasin, ölü yıkama teknikleri kitabı ve çıt çıt soruyorlardı. İlk birkaç gün, onların sorduklarının ne olduğunu bile anlayamamıştım, hatta benimle dalga geçtiklerini bile düşünmedim değildi hani. Bir gün bir dostun ziyareti esnasında bir müşteri yine “çıt çıt var mı?” diye sorunca “Hanımefendi burası tuhafiye mi ki çıt çıt olsun” deyince arkadaşım ayağa kalkıp “Bizde yok hanımefendi” deyip müşteriyi olay çıkmadan savuşturmuştu. Sonra bana dönüp gülerek, “Elif Hanım vallahi ömürsünüz, çıt çıt ne bilmiyor musunuz” deyince ben şaşkın gözlerle sadece “yooo” diyebildim. Meğer bazılarının sayıyla çektikleri zikirlerini saymak için avuç içine sıkıştırdıkları, minik bir düğmesi de olan zikirmatik denen bir aletmiş. Daha önce hiç duymadığımı söylediğimde arkadaşım da bana çok şaşırmıştı.
O dönem İşaret’in yeni çıkardığı, Muhammed Esed’in Kur’an Mesajı adlı meali standımızın en itibar gören kitabıydı. Üzeri fiyatı ile değil indirimli fiyatla fuarda satışa sunmuştuk. Yine aynı dostumuzun ziyareti esnasında, yaşı epey ileri birkaç amca meali göstererek eğilip “Kızım hediyesi noluyor bunun?” deyince “Hediyesi yok, zaten yeterince indirim yapılmış amcacım, yani hediyesi indirimi işte!” diye cevap verince amca tekrar sordu “Hediyesi ne?” diye. Arkadaşım tekrar yerinden fırlayıp “Amca hediyesi 10 lira” deyiverdi. Amca hayırlı işler dileyip çıkıp gitti. Arkadaşım yine bana dönüp “Elif hanım adamcağız ısrarla hediyesi diyor, siz indirimli fiyat bu işte, daha da hediyesi yok diyorsunuz, şaka mı yapıyorsunuz yoksa?” diye sorunca “Şakayı o yapıyor, ısrarla hediyesi deyip duruyor. Hediye ne ki?” deyince benim ziyaretçi başlıyor yine gülmeye. “Ercümend abinin dediği gibi cehaletiniz affedilir gibi değil” deyip gülmeye devam ediyor. Nihayet, “Kur’an-ı Kerim’in asla fiyatı olmaz, kaça diye de sorulmaz. Hediyesi ne diye sorulur, adabı budur.” deyince ben de yapıştırıyorum cevabı, “Ee be kardeşim, bugüne kadar hediye edilen Kur’an-ı Kerim görmedim ki ben, hep bir fiyatı var diğer kitaplar gibi. İster adına fiyatı de, istersen hediyesi de” diye. Arkadaş, ‘sen de haklısın’ demekle birlikte doğrusunun da bu olduğunu söyledi. Ben de o günden sonra gelenleri o minval üzere cevapladım. Çok şey öğrendim, çok güzel sohbetler, tanışıklıklar kurduk. Benim için hayata dair önemli bir tecrübe oldu orası asla unutamam.
İlk bir haftanın sonunda baba dostumuz Memduh amcanın “Babanın kitaplarından da koysak ya standa acaba nasıl olur?” demesiyle birlikte standı bana emanet eden arkadaşıma da danışıp izin istedik. İşaret’in sahibi İsmet Bey de onaylayınca kitaplar geldi ve ön saflarda yerini aldı.
Her gün Diyanet’in görevlileri standları ziyaret ediyorlar ve geçip bürolarına oturuyorlardı. İlk günler sorunsuz geçiyordu kontroller, ta ki babamın kitapları birden standın ön tarafında belirene kadar. Birkaç görevli vardı kontrol eden. Onlardan biri kitapları fark edince hemen geri döndü ve bu kitapları derhal kaldırmamı istedi. “Neden?” diye sorduğumda ise şu cevabı verdi: “TC varolduğu sürece Diyanet’in hiçbir kurumunda Ercümend Özkan’ın kitapları satılamaz, yasak” dedi. “Böyle bir yasak yok” demeye çalışsam da kesinlikle dinletemedim. O günden sonra bizim stant o arkadaş tarafından günde birkaç kez ziyaret edilmeye başlandı. Sabah standı açınca kitapları görünür şekilde koyuyorduk, onlar denetime çıkınca kaldırıyorduk, denetimden sonra tekrar koyuyorduk. Ne onlar bizi ziyaret etmekten yoruldu, ne ben babamın kitaplarını toplayıp dizmekten, ta ki fuar bitene kadar.
Günler günleri kovaladı ve fuarın son günleri geldi çattı. Artık son kampanyalar yapılıyor, tüm stant sahipleri, Diyanet’e ödeyecekleri yüksek stant kiralarını çıkarabilirlerse kâr sayacaklarını söylüyorlardı. Bizim stant da aynı durumdaydı tabii, üstelik İstanbul’dan gelmişti tüm kitaplar. Çok şükür hem stant kirasını, hem eleman ücretini hem de kargo parasını çıkarmayı başarmıştık. Elden verecek hiç para kalmamıştı ama zarar da etmemiştik.
Fuar görevlilerinin oturduğu büro bizim standın tam karşı çaprazındaydı. Diyanet’in üst görevlilerinden biri babamın bir akrabasıydı ve o gün o da gelmişti. Görevlilerden rapor alıyordu. Görevlilerin bizim standı gösterdiklerini fark ettim. Gözüm fuar boyunca hep oradaydı, çünkü onlar gelirken bizim yasak(!) kitapları toplamaya başlıyordum. Bir an bakışların değiştiğini ve kitapları kaldırtan adamın bize daha dikkatlice baktığını gördüm. Tam, kitapları toplamış üstlerini örtüyordum ki paltosunun eteğini toplamış, koşar adımlarla bana doğru geldiğini gördüm. İçimden “Eyvah bir de ceza yersek stant sahiplerine nasıl söylerim. Artık cepten öderiz.” diyordum ki adam bitiverdi yanımda.
“Siz Ercümend abinin kızıymışsınız, öyle mi?”
Kafam karışmıştı. Babam için “O adamın, Ercümend Özkan’ın” gibi tabirler kullanan bu adamın şimdi “Abi” demesi tuhaftı. Yanlış anlama ihtimaline karşı sorusuna soruyla cevap verdim:
– Nasıl, anlamadım?
– Ercümend abimin kızıymışsınız, doğru mu?
– Evet.
– Neden daha önce tanıtmadınız kendinizi?
– Tanıtmalı mıydım?
– Ben bilseydim daha farklı olurdu.
– Neden, onun kızı oluşum neyi değiştirecekti ki?
– Bizim tanışma hikayemiz çok başkadır, anlatayım da siz de öğrenin dedi ve başladı anlatmaya:
“Ankara İlahiyat’ta öğrenciyken heyecanlı bir grup arkadaşımızla bir edebiyat dergisi çıkarmaya başladık. İlk sayı tükenince çok mutlu olduk. Zamanı geldiğinde ikinci sayıyı da çıkardık, fakat bu birincisinde olduğu gibi hızla tükenmiyordu. Satamazsak diğer sayıyı bastırabilecek gücümüz de yoktu. Satmak için elimizden geleni yapmalıydık. Arkadaşlarla Kızılay Sakarya meydanına çıkıp satış yapmaya karar verdik ve hemen akabinde de belirlediğimiz yere gittik. Meydandaki heykelin de yüksekliğini kullanarak elimde dergiyi sallayıp satış yapmaya çalışıyordum. Ne kadardır ordaydım bilmiyordum ama epey vakit geçmişti, çok da yorulmuştum. Sonunda bir kişi gelmişti yanıma dergiyi sormak için. “Ver bakalım şu dergiden bana da. Kaç tane satabildin arkadaş?” deyip almıştı elimden bir tane. “Size ilk olacak” diyebilmiştim. Babacan bir tavrı vardı. İçini karıştırıp sonra bana döndü ve dedi ki: “Dergi çıkartmak için daha çok erken. Bardak dolup da taşmalı ki taşanlar etrafa fayda versin. Velev ki çıkarttınız, satılmadığında sonu hüsran. Bu da sizi yıldırır, üzer. Daha sonraki yıllarda içinizden bir şey yapmak gelmez. Ben İktibas Dergisi’nin sahibi Ercümend Özkan’ım. Bürom az ilerde, Tuna caddesinde. Dergimde sanat edebiyat kısmı da var, gelin orada çalışın. Gençlere hele de aklını çalıştıran gençlere ihtiyacımız var. Harçlığınızı da çıkarırsınız üstelik” dedi ve bizi büroya davet etti. Gittik, çayını içtik. Daha sonra ben orada çalışmaya başladım. Para da kazanıyordum, derginin edebiyat bölümünü de severek yapıyordum. İki sene kadar da çalıştım. Ercümend abi benim için çok kıymetli ve özeldir. Taşradan gelmişim, koca şehir ve geçinmek zor. Elimden tuttu yani. Allah ona gani gani rahmet etsin, mekanı cennet olsun inşaallah. Sonra yanından ayrıldım ve gördüğünüz gibi devlet memuruyuz işte.”
Anlatırken zaman zaman sesi titredi ve gözleri doldu. “Peki sebebi neydi onun kitaplarına bu kadar düşmanlık?” diyemedim. Daha neler neler demek istedim ama diyemedim. Sadece, “Onun kızı olmam yasağı bittirdi mi yani?” diyebildim.
Evet yasak bitmişti ama fuar da sona ermişti. Bir vefasızlık örneği miydi yaşanan yoksa vefanın ta kendisi mi hiç anlayamamıştım, hala da anlamış değilim doğrusu. Kim güçlüyse onun yanında olmak mı, çıkarlar doğrultusunda yaşamak mı, nasıl yorumlamak gerektiğini gerçekten bilemiyorum… ν
3 Comments
Nûreddîn Âdil
21 Nisan 2021, 03:16Süleyman Arslantaş Bey’e katılıyorum ancak okuyucudan istenen "adı" koymayı unutmuş, biz tamamlayalım; tek kelimeyle "Münâfık!"
REPLYNûreddîn Âdil
1 Şubat 2021, 20:17Güzel ve ibret alınacak bir anı. Ancak Vahyin penceresinden bakarak hüküm koyabilenler bundan ders çıkartır da, bu yazının başlığını ve içeriğinin adını "münâfık" olarak koyabilirler. Henüz bunu beceremeyenler ise, kurdukları sitede yorum sayfası açarlar da, yapılan yorumu bile yayınlayamazlar! Nerede Ercüment Bey, nerede onun doğruluk dürüstlük ilkesiyle yaptığı yayıncılık! Onunla beraber rahmetli mi oldu acaba?!
REPLYSüleyman Arslantaş
29 Ocak 2021, 09:53Elif !Ne kadar sade ve içten bir yazı.Sen hep yaz olmaz mı?Çok mutlu oldum,Allah samimi,yürek sancısı olanların sayısını artırsın inşaallah..
REPLY