Mustafa Bozacı: “‘Biz seferden sorumluyuz, sonuç Allah’a aittir.’ yargısı da bugün, öncesinde de olduğu gibi bizler için işin kolayına kaçma, topu taca atma yolu, sığınılacak bir mazeret haline gelmiş durumdadır.”
Başlık merhum Mevdudi’nin ‘Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim’ adlı kitabından ilhamla tercih edilmiştir. Mevdudi’nin öne çıkan eseridir, zira bir savunma dili değil, bir özgüven dili içermektedir. Bir deklarasyondur. Savunma dilini, edilgenliği değil, hak ve hakikatin ilanını içermektedir. Potansiyelin farkındalığını izhar ettirmektedir.
Bizim farklı bir açılım yaparak, meselenin, onun da elbette farkında olduğunu düşündüğümüz bir öncesine, ilk basamağına, asıl önemli kısmına, tekraren dikkat çekmek, ‘Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim’ beyanına, davetine, çağrısına omuz vermek, katkı sağlamaktır, kendi vüs’atimizce, kalemimiz kelamımızla, naçizane… Diyeceksiniz ki, ‘Bu sadece kalemle kelamla mı oluyor?’; elbette değil, hal dili kaal dilinden, söz eylemden bağımsız düşünülemez, düşünülmemeli diye düşünüyoruz biz de! Burada, bilgi ile fikri, bilgi ile davranışı, söz ile ameli de birbirinin birer gereği, bileşeni, bir bütünün ayrılmaz parçaları olarak gördüğümüzü de söylemeliyiz. Bakınız şunu da eklemekte fayda var; ‘atan, karşılar’ şeklinde, söz, elbette boşluğa söylenmiyor, hele ki ‘yazı’ havaya üflenmiyor, özellikle satırlara, kâğıda aktarıldığı düşünüldüğünde (Yeter ki hevadan çıkmasın, helvadan puta dönmesin!), bu mana da bu da bir cesamet, görünürlük ve aidiyet/taraf izharı açısından bir duruş ve tavır da içermekte değil midir?
Bu iki ifade, beyan esasen birbirinin mütemmimi, lazımı melzumu tarzında birbirinden ayrı düşünülemeyecek, madalyonun iki yüzü gibi etki ve çekime sahip özelliktedirler. Yalnız şu farkı söyleyebiliriz; biri yakın hedef iken, diğeri uzak hedeftir. Buradaki ‘uzak’ ifadesini lütfen, nicelik olarak değil de ‘sonralık’ anlamında alınız. Biri ‘kişisel’ bir hedef iken, diğeri ‘toplumsal sorumluluk’ olarak herkesi ilzam eden bir husustur, hedeftir. Biri bizim bizzat hesap vereceğimiz, tamamen kendi sorumluluğumuzda olan bir husus iken, diğeri ise dolaylı olarak, ama o hususun (bireysel sorumluluğun) da içinde olacağı bir kapsamdaki genel sorumluluk alanıyla ilgilidir. ‘Ben, biz ve öteki’ dolayımında, birbirlerinden ilişki ve irtibatı koparılmaması gereken hususları işaret etmektedir, iki bakış açısı da! Mesele, öncelikler ve sonralıklar, ehem mühim, sıralama meselesidir sadece, yoksa ayrı düşünmek olası değildir, bu iki kuramı…
‘Toplumsal Değişim’ olgusunda öne çıkan iki tez var malumunuz, birisi ‘aşağıdan yukarıya doğru’, diğeri ‘yukarıdan aşağıya doğru’ süreçleri salık veren… Oysa biz yıllar önce bir deneme ile bu iki tezi birbirinden kopartmadan gerekli analizler neticesinde, bir sentez oluşturmaya çalışarak ‘Bir Tercihimi Güncelliyorum’ başlığıyla paylaşmıştık. Kısaca bu iki tezin senkronizasyonundan bahsetmiştik. Eşgüdümünden, ikisini de ihmal etmeden, dışta bırakmadan ve hafife almazlık etmeden… Elbette bu durumun izaha ve tartışmaya açık olduğu reddolunamaz. İki yöntemin de avantaj, dezavantajları vardır. Elde somut veriler olmadığından bunları kıyas etmek de çok kolay değil! Mekkî ortamlar birinciye, Medenî ortamlar ikinciye örnek alınabilse de bunların birbirine değen, ilişkili oldukları süreçleri de unutmamak gerekir. Kime ait olduğunu çıkaramadığım; ‘Mekke’de cehennemi hak etmek, Moskova’da cenneti kazanmak mümkündür! (A. Dilipak’tan okumuşluğum var!) ifadesi doğru bir yargıyı içermesi hasebiyle kıstas olarak alınabilir. Her ne olursa olsun mesele dönüp dolaşıp bize, kişinin kendisine, yapıp ettiklerine, yapmayıp ihmal ettiklerine, ne hal ve niyette olduğuna, istikametine, müktesebatına ve amellerine dönüp ulaşmaktadır. Mekke’de zorluk, darlık, yokluk içinde, can ve mallarla imtihanın ateşli günlerinde insanlardan bir kısmı (dileyenler; niyet ve amel bütünlüğü gösterenler) hidayete tabi olmuş ve kurtulmuşlar, buna rağmen Medine’nin daha rahat ortamlarında, elçinin önderliğinde bir iktidar/sistem/devlet gözetiminde iken ise yine kendi tercihleri neticesinde hidayetten nasiplenememişlerdi… Hidayet Allah’tan, kulun dilemesi ve tercihini, istikametini o hidayetten yana belirlemesinin neticesi olarak.
Düşünseniz onca örneği anlatılıyor resullerin kıssalarından; onlar istemez miydi, herkes iman etsin, itaat etsin, tüm dünya kurtulsun, hidayete tabi olsun diye… Ama çoğu ailesinin tamamını dahi ‘iman ailesine’ katamamış, kurtaramamış… Bir avuç inanan dışında çoğu, çoğunluğa ulaşamamış, aksine sürülmüş, dışlanmış ve taşlanmış, hatta içlerinden öldürülenler olmuş! Vakıa bu! Biz ise onların olduramadığını olduracak, döndüremediğini döndürecek bir güç vehmediyoruz kendimizde! ‘Hayali bile cihana değer’ ama gel gör ki hakikat öyle değil! Bu iddia bir ideal olarak, davanın kendisinde olan potansiyel ve yaratıcının güç ve kudreti düşünüldüğünde yadırganıp yargılanamaz belki, ama biz aciz kullar işin içine girdiğimizde pek de ümitvâr olacak bir hal ve gidişat yok ortada… Buna sebep, gelin önce kendimize gelelim, kendimizi bir değiştirelim, Nuh’un gemisine alınabilecek niteliklere haiz olalım, sonra bakarız âleme nizamat verip veremeyeceğimize bakarız! Bakınız bu olacaksa eğer, yine Allah’ın inayeti ve kulların dilemesi ile olacaktır! Fevc fevc dine girilecek günler olmuştur, olacaktır… Ama öncesinde ve sonrasında olması gereken ‘Rabimizi daima hamd ile tesbih etmek, istiğfar etmek’, hidayete tabi olmak, istikameti yitirmemektir. Kendimizi ve ehlimizi nar’dan korumaktır. Sadece zalimlere erişmekle kalmayan fitnelerden sakınmaktır! Salgın hastalıklarımızdan, salgın zaaflarımızdan, salgın cürümlerimizden kurtulmaktır! Ellerimizle ördüğümüz duvarlardan, kendi ayaklarımıza dolanan tuzaklardan, ihmal ve gafletlerimizden sıyrılıp asıl sınırlara riayet etmemiz gerekiyor; hem de acilen… Bu ‘Ruhbanlık icat edip kendileri hakkını vermeyenler’ gibi olmadan, olanlara sadakatle olabilecek kolaylıkta bir şey aslında; bakmayı, işitmeyi, fehmetmeyi bilsek… Karakolda doğru söyleyip mahkemelerde şaşmadan…
Kendini değiştirebilmek, öyle kolay bir iş midir; bu gerçekten çok zor ve kararlılık gerektiren, azim işlerdendir. ‘Bir şeye olan sevgi ve bağlılık insanı kör ve sağır yapabilir!’ (Hadis) ve ‘İnsanların önyargılarını parçalamak, atomu parçalamaktan daha zordur!’ (Einstein) yargıları bu hakikate işaret ediyor. Boş bir bardağı doldurmak kolay, ama farklı sıvı/mailerle doldurulmuş, derişik hale gelmiş bir bardağı nasıl seyrelteceksiniz? Neyle seyrelteceksiniz? Sahibi buna razı mı? Yoksa bunun ‘iğne sendromu’ gibi bir ameliyesi mi olacak? Ekleneceklerin sıhhati, boşaltılacakların batıllığı nasıl tesbit edilecek? İşte mesele yine dönüp dolaşıp eldeki tek ve asıl, şeksiz ve şüphesiz, kaynağı itibarıyla aşkın ve bağlayıcı mesaja, nur ve şifa, hidayet kaynağı ilahi buyruklara gelip dayanıyor. Bu avantajın kendi aramızda, kendi ellerimizle/algılarımızla bir dezavantaja dönüştürüldüğünü de görmemiz gerekiyor tabiki. Lakin her ne olursa olsun çare de onda, çözüm de… Ona dönmek ve sarılmaktan başka çaremiz yok! Bizdeki yanılgı ve yanlışları İslam’ın hakikatleriyle bir an önce değiştirmeli, bundan yüksünmemeliyiz. Yoksa iflah olmayacağız! Bırakınız yeryüzünü ifsattan kurtarmak, ekinin ve neslin helâkini önlemek, 5E denilen emniyetleri (can, mal, akıl, nesil ve din) güvenceye almak, süreç ve sonuçlarından sorumlu olacağımızı ve bunlardan da hesaba çekileceğimizi bilmemiz/hatırlamamız gerekiyor.
Sınanmadığımız olay ve olguların mağruru da olamayacağımız gibi peşinen mahkûmu, mağduru da olamayız! Bizler kendi eğitim öğretim sistemimizden geçmedik, kendi kurumsal yapılarımızın himayesinde değiliz, kendi müktesebatımızı (Onun sıhhati, getirisi götürüsü ayrı tartışma konusudur.) içselleştirmiş, ilan edip talimini yapıp yaptırabilmiş değiliz, kediden, kuştan yüzmesinin, balıktan uçmasının istendiği zamanlardayız. Yeryüzü ekini ve nesli helak edenlerin, kula kulluk dayatan, kulluğunu unutmuş, ilahlık ve rablik taslayan müstekbirlerin, soysuz ve yolsuzların, sömürgecilerin ve izdüşümlerinin, işbirlikçilerinin tahakkümü altındadır. Böyle bir vasatta bizlerin elbette yapması ve yapmaması gereken çokça şey vardır, ama kalkıp bütün yükü ve suçu müslümanlara, hele aziz İslam’a yüklemeye kalkışmak büyük bir aymazlık, gaflet, dalalet ve hatta hıyanettir! Müslümanların hali zülmelali bir bahsi diğerdir! ‘Kaç Müslümanlardan sığın İslam’a’ sözü bir darb-ı mesel olarak dikkate alınabilir belki, fakat buradan müslüman olmayanlara ne pay ne de paye çıkar! Tamam, bıraksınlar müslümanların çelişkilerini, ikircikliklerini, tutarsızlıklarını, hadsizliklerini, unutmalarını, yanılmalarını, istikamet yitirmelerini; gelsinler, İslam orada, aynıyla vaki, şeksiz şüphesiz ana kaynağıyla ortada duruyor, O’na sığınsınlar, biz de doğru örnekliklerini baş tacı edelim, insanlık sahil-i selamete ulaşsın! İnsanlığa çare diye sundukları, helvadan istedikleri/acıktıkları zaman yedikleri putçuklar benzeri hangi söylemleri, ideolojileri, yargıları, kurum ve tutumları insanlığa huzur getirmiş, güven vermiştir! Müslümanlara söyleyecek sözleri mi var onların yapageldikleri zulüm ve cürümler sebebiyle… Bu durum, bizi haklı çıkarmasa bile tüm yükü de üstlenmemizi gerektirecek bir durum değildir yani! Hani ‘hırsız ve ev sahibinin suç oranları’ mukayesesi gibi…
Başkalarına emredip söyleyip kendimizi unutmadan, yapmayacağımız şeyleri söyleme gafletine düşmeden, aslolan, her zaman ‘nitelik/kalite/donanım/liyakat’ olduğunu bilerek, emrolunduğumuz gibi dosdoğru olarak, doğrularla yardımlaşma ve dayanışma içinde, yakîn gelene/vade bitene kadar dini Allah’a has kılarak, yalnız O’na sığınıp ancak O’ndan yardım isteyerek, O’nun yolunda bir ömür sürmek ve tüm azmimiz, kararlılığımız ve imkânlarımızla O’nun rızası için cehd edebilmektir. ‘Sizden hayra davet eden, iyiyi/iyiliği emreden/amel edinen, kötüden/kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun…’ emri de meselenin bireysellikten öte toplumsal bir sorumluluk, bir organizasyon, kurumsal bir işleyiş, devlete/egemenliğe bakan yönünün olduğunu salık vermektedir.
İnkâr edenler tağutun/azgın zorbaların, yeryüzü ilahlığına kalkışan müstekbirlerin uğrunda/yoluna harcamakta ve yardımlaşmaktadırlar, bizler de Allah’ın yolunda harcamaz ve yardımlaşmazsak yeryüzünde büyük fitneler çıkacaktır/çıkmaktadır da… Sonra bu zulümlerin ateşi bizlere de dokunur/dokunmaktadır da… Sonra kimseyi suçlayacak bir haklılığımız, mazeretimiz de olamaz!
Bugün, ‘Allah’ım bizi kâfirler için fitne kılma!’ diye dua ve niyazda bulunmaları, böylesi hal ve tavırlardan uzak durması istenen müslümanlar, her şey bir tarafa, ‘kendileri için, kendi aralarında’ fitne konusu olmuş, fitneye düşmüş durumdadırlar. Bu hal ve şartlar altında işimizin çok zor olduğu aşikârdır… Rabbimizin ‘kolay olanı kolaylayacağız’ teminatı ortada dururken üstelik… O teminat baki de bizde beka sorunu var, ‘viran olası hanede evlad-ü iyal var’! Başka meşguliyetler bizi caydırıyor, çeldiriciler kafamızı karıştırıyor! Keşke ‘mamur olası hanede/sine de iman var, mükellefiyet var, ötede hesap var’ bilincine erebilsek!
Şimdi; müslümanım diyenlerin yaşadıkları coğrafyalara bakınca, gördüğümüz resim, bahse konu hedefle tam bir tezat teşkil ediyor. Bu yerlerin ve ahalisinin hal-i zül melalleri, ‘kendi himmete muhtaç dede’ misali bırakın dünya insanlarına çare sunmayı, ışık saçmayı, sığınılacak liman olmayı, kendi meskûnlarının dahi oralardan bir an evvel, her türlü bedeli ödemeyi göze alarak, o değiştirilmesi ön görülen ülkelere kaçmak istemesi, sığınması nasıl bir haleti ruhiye ve tutumdur? Bu bir paradoks değil midir? ‘Ölen de müslüman, öldüren de!’ sözü bu topraklarda şahit olunan bir vakıa değil mi? Kan, gözyaşı, acı, yokluk bu toprakların sanki makûs talihi(!) olmuş! Bu noktada, diyeceksiniz/demelisiniz ki; bu olup bitenler sadece buraların mukimlerine yüklenebilecek aymazlık, cürüm değildir. Ev sahibiyle, hırsız arasındaki suç paylaşımı gibi bir durumla karşı karşıyayız. Burada ev sahibinin ihmaller ve kusurlar silsilesini, hazır bulunuşunu, sömürüye müsaitliğini unutmadan, bundan az olmamak üzere hırsızın cürm-ü meşhudunu, kötü niyet ve tecavüzünü, iflah olmaz aç gözlülüğünü, bu davranışlarında kendinde öncelik ve patronaj/rablik görmesi ve mahremiyet, masuniyet, hak hukuk gözetmemesini, ektikleri fitne ve fesat tohumlarının bir nevi sonuçlarını devşirdiklerini, ‘tek dişi kalmış canavar’ olarak kuzu postu giymiş kurt gibi vahşetten, kan ve gözyaşından beslendiğini altını kalınca çizip işaretleyerek düşünmemiz, idrak etmemiz gerekiyor! Bu, Firavun’un Hz. Musa’ya ‘Sen nankörsün!’ demesi üzerine, onun verdiği fasih, beliğ cevapta da görülebilir; ‘Bu başıma kaktığın, İsrailoğullarını köleleştirmen sebebiyledir’!
Bakmayın siz onların ‘m’siz me/deniyetlerine (E. Yüksel’den), zira o zaman geriye ‘denaet/alçaklık/düşkünlük’ kalıyor sadece… O refah, kalkınma, cazibe merkezi gibi sundukları, ‘eder’e bağladıkları şeyler hep bu topraklardan, tüm dünyadan çaldıkları, sömürdükleri ‘değerler’den kaynaklanmaktadır. Modern cahiliye… Düşünsenize, ‘bomba’ ile demokrasi ihraç ediyor, masrafını yine oranın ahalisine yüklüyor, yetmedi bir de atıklarını oralara geri gönderiyor, üstelik deneylerini oralarda yapıyor ve kobaylarını da oralardan seçiyorlar! Kalkıp bir de; kendi terörlerini, terörizmden beslenen yapılarını gizleyerek istediklerini, özellikle İslam’ı ve müslümanları terörist ilan ediyorlar! Birilerinin buna teşne olması, fırsat sunması, işbirliği/taşeronluk yapması, az bir bedele kişiliğini ve kimliğini satması asla ve kat’a onları haklı kılmamaktadır. ‘Ilımlı İslam’ gibi ucubeler üreterek sözüm ona sureti haktan görünüyor, kaleyi içten vurmanın kolaycılığını da ihmal etmiyorlar!
Meselenin bam teli ise bizce; bizim de aynı aymazlıklarla malul olduğumuz, o öteki diyerek, değiştirmeye, sırat-ı müstakime yönlendirmeye niyet ettiğimiz kesimlerin (çoğunluğun), yeknesak, tek tip olarak görülmesi ve böylesi bir algı içinde enerji yitimine, karamsarlığa düşmemizdir. O da şudur: Karşımızda o çoğunluğun iplerini ellerinde tutan, güden, güdüleyen, bir müreffeh, müstekbir, müstağni, seçkin ve şımarık, Allah’ın kullarını kendilerine kul edinen zalim ve zorba taife var. Seçkin/elitler; askeri, siyasi ve bürokratik, ekonomik mele ve mütref, firavun ve nemrutların tahakkümünde… Cahiliye de sürüyor en koyu haliyle, firavunluk ve nemrutluk da… İşte bu azınlığın mahkûmu çoğunluk, o güdülerden sıyrılıp, kendilerine ‘normal’ diye dayatılan açının az da olsa dışına çıkıp bakabilseler, farkı fark edecek, işin içindeki bit yeniğini görecekler ve (Musa’nın mucizeleri akabinde, firavunun tehditlerine rağmen sihirbazların teslimiyeti gibi…) dalaletten hidayete, zülumattan nura yönelebileceklerdir, ihtimalen de olsa!
Bu azgın taife, ekonomiyi, sanayiyi (öz. askerî, ilaç, teknoloji ve gıda), basın yayını işe koşarak hakikatlerin önüne set örüyor, illüzyonla kitleleri manipüle ediyor, yeryüzünde ördükleri ağlarla istedikleri gibi at koşturuyorlar! Oyunu istedikleri gibi, istedikleri yerlerde kurup kurgulayarak, hakemi de kendileri atıyor, kuralları da kendileri koyuyor, istediklerinde de cayıp oyunu bozuyor, dereyi geçerken at değiştirebiliyorlar! Bu yargı elbette güdülenleri, güdülenenleri masum kılmıyor, neticede Allah akıl fikir vermiş, afakta ve enfüste olduğu gibi vahyiyle de kullarını hidayet etmiş, kılavuzlamıştır. Bakmasını görmesini, işitmesini bilenlere, kalpleri kararmış olmayanlara…
Bakınız bu idealin nasıllığı, niceliği de ayrı değerlendirme konusu… Nasıl olacak, neler getirecek, neler götürecek, sınırlar sorumluluklar nasıl olacak, ne teklif edecek vs. ayrı analiz ve izah konuları olarak şimdilik bir kenarda dursun…
Şimdi böylesi vasatta, İslam’ın hangi değeri, sağaltıcı ziya ve şifası insanlarla buluşturulabilmiş ki, peşinen İslam mahkûm edilebilsin! Tekrar demelisiniz/diyeceksiniz ki; ‘O değerlerle daha henüz müslümanım diyenler yüzleşip buluşamadılar, ona sığınıp imanlarını tahkikleştirerek/yeniden iman ederek dini yalnız Allah’a has kılamadılar ki, onlardan ne bekliyorsunuz?’, işte aynen öyle…
Bakınız yeni tarz bir bayramla yüzleştik; ‘Nerede o eski bayramlar!’ deyip duruyorken… Anakronizm bir tarafa da ‘gelen gideni aratıyormuş’ desek yeridir! Gerçi değişen onca şeyle beraber ilgiler, algılar da değişiyor. İnsan nelere alışmıyor ki! Bayram dediğimiz de ‘beklenene, özlenene’ ulaşmak, şükrü eda edebilmenin neticesi, sarp yokuşu göze alıp tırmandıktan, aştıktan sonraki düzlük, vadi, vaha değil midir, bir nevi? Sonuç bir tarafa da bize düşen süreçlerin hakkını vererek, hakkıyla vazifeyi ikmal etmenin neticesi olarak, itminan duygusu, affa ve rızaya mazhariyet olgusu değil midir? Ne verdik, ne istiyoruz? Hak ediş süreçlerinden hangisinin hakkını vererek gereğince ifa ettik ki! ‘Vusulsüzlüğümüz, usulsüzlüğümüzdendir!’ hakikati keşke kulaklarımıza küpe olabilse… Keşke ‘keşke’ demesek! Kaç bin yıllık tarih ‘yarım kıssa’ vermiş, başka ne bekliyoruz ki?
Biz, Allah’a ve hablullaha sımsıkı sarılır, topluca hareket edersek, O (cc) da bizlere yardım edecek, nusretiyle zaferi nasip edecektir. Kendini değiştirmeyenler, özne olamazlar, tarihi de, tarihin seyrini de, olanı da, olmakta ve olacak olanı da değiştiremezler; kendileri değişimin, başkalaşmanın nesnesi, konusu olabilirler ancak!
‘Biz seferden sorumluyuz, sonuç Allah’a aittir.’ yargısı da bugün, öncesinde de olduğu gibi bizler için işin kolayına kaçma, topu taca atma yolu, sığınılacak bir mazeret haline gelmiş durumdadır. Kimse yapıp ettiklerimizin, ihmallerimizin, yanılgılarımızın, yanlış süreçlere girip girmediğimizin, yanlış yapmakta olabileceğimizin sorgulamasına yanaşmıyor, muhasebeden kaçıyor, kaçınıyoruz! ‘Kur’an’ın ‘kendilerini doğru yolda zanneden; gaflet, dalalet, hıyanet ve hatta iflas içinde bulunanlardan bahsetmesi de bizi ayıktırmıyor, kendimize getirmiyor! Bu ahval ve şerait altında oturup kalkıp işi Allah’a havale etmekle yetiniyoruz! Yerimizden hak ve hakikat uğrunda, hakiki bir temsiliyetle yekindiğimiz yok! Birbirimizle çekişip durduğumuzdan ‘rüzgârımız/gücümüz’ yitip gitmiş… Aynı şeyleri yapıp dururken farklı sonuçlar bekliyoruz! Atalet içinde elimizi uzatarak suyun bize geleceğini, susuzluğumuzun geçeceğini vehmediyoruz! (Bu arada M. Akif’in ‘Vaiz Kürsüde’ şiirini ısrarla salık veririm.) Bizler formülün bileşenlerini doğru tesbit edip yerli yerine yerleştirerek, doğru süreçleri işletirsek, doğrulukla, doğrularla beraber, doğru yol üzerinde kalarak, doğru bilgi ve azıklarla, doğru yol ve yöntemleri uygularsak Rabbimiz ne diye bizlere zaferi bu dünyada da nasip etmesin ki? İşte o zaman dünyayı değiştirmekten bahsedebiliriz… Yeter ki biz, önce kendimize, sonra da ‘Biz’e gelelim!
Hepimizin sosyal hayatın içinde farklı bir yeri ve konumu var. Farklı roller üstleniyoruz. Amir memur, işçi patron, ana baba, çoluk çocuk, torun torba, konu komşu, bazen de ‘öteki’ oluyoruz! Olduruyoruz! Bu rollerin birkaçını bir bünyede buluşturabiliyoruz. O rollerin hakkını vermeye çalışıyoruz. Ama asıl sıkıntı bunları ifa ederken, maske ve peruk takmadan, makyaj yapmadan, işimize geldiğinde ‘deve’, işimize geldiğinde ‘kuş’, olmadı ‘deve kuşu’ tezatlıklarına düşmeden, ne şiş yansın ne kebap ikircikliğine kapılmadan, ‘aşağı tükür sakal’, ‘yukarı tükür bıyık’, ‘ileriye tükürmek ayıp ve yasak(!)’ çelişkilerini yaşamadan, bir bütünlük ve tutarlılık içinde, özü sözü bir, haliyle kaali uyumlu bir ömür sürdürebilmektir. Düşünsenize bir kimlik ve kişiliği ki ‘haram ama yasal!’ ikilemine kapılıp kalsın, bu cendereye sıkışsın! Nasıl olacak? Allah bir sinede iki kalp yaratmamışsa, bunu nasıl izah edeceğiz? Sonra bu kimlik ve kişilikten nasıl bir hayırlı akıbet, örneklik bekleyeceğiz?
Resul bize biz insanlara şahitler olacaksak; terkibin bir tarafında bugüne yansıyan bir aksama olduğu aşikâr değil midir? Bizler yanlış bir yansıtma yapıyorsak, ayna olarak farklı görüntüler aksettiriyorsak, bu sadece ‘sonucun nasip olmamasıyla’ izah edilebilir bir durum olmasa gerektir! Doğru olan, yanlışı yitiğin asıl yerinde, kaynağında aramak değil midir? O da ‘resulün örnekliğinden doğru ışığı, yol yordamı, sahih siret ve sünneti alamamak’ olabilir mi? Onun da öncesinde ve daha önemli olarak, asıl yanlışın, resulün de tabi olduğu ‘Kur’anın nuruna, ziya ve şifasına, ahkâmına, sınırlarına…’ hakkıyla riayet edememek olduğunu tesbit ve kabul etmemiz gerekiyor. Ayrıca bu durumu, aramızda kıstas, norm, ölçü, şablon kabul etmemiz gerekmez mi?
‘Sizden bir topluluk bulunsun…’ emri, işletilecek sürecin, kişisel liyakatin akabinde ikinci ve sosyal aşamaya geçişte, bunun muhafazası ve yayılmasında olmazsa olmaz kabilinden en önemli adımdır. Kişisel kurtuluş öykümüzü de ‘topluluk’ umdesinden ayrı ve ilişkisizmiş gibi düşünemeyiz. Bunlar etle kemik gibi birbirini besleyen, sebep ve sonuçları olan olgulardır. ‘toplumsal değişimde iki tarz/yöntem’ diye yukarıda değindiğimizin özetle muradı da, açılımı da budur.
Gelin önce kendimize yardım edelim, sonra da birbirimize… Bir binanın kenetlenmiş tuğlaları gibi… Bundan sonra âleme nizamat vermekten bahsetmeye yer ve gerek olur ancak! Olursa ne âlâ; olmazsa, en azından kendi mazeretimizi haklı gerekçelere dayandırmış oluruz…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *