Gece gündüz, yaz kış, yedi/yirmi dört! Sağdan soldan, önden arkadan, hatta yukarıdan aşağıdan, şeytanı aratır bir şeytanlıkla, insanlığı azaltıp şeytanlığı çoğaltarak üstelik…
Gündem Erozyonu
Mustafa Bozacı
‘Gündem enflasyonu’ mu demeliydik yoksa bilmiyorum. Bildiğim bir şey var ki o da gündemin peşinde günlerimiz, zamanlarımız, duygu ve tutkularımız, bilgi ve bilincimiz, birlikteliklerimiz ve aidiyetlerimiz, düşüncelerimiz, tavır ve renklerimiz, tepkilerimiz hem yönlendiriliyor hem de heder ediliyor.
Gündemsiz insan olur mu? Olmaz, olmamalı! Bu, rüzgarın önündeki yaprak gibi hedefsiz, amaçsız kalmaktır, insan doğa ve fıtratına aykırı bir durumdur. Araçsallaşmak, nesneleşmek, kendine ve misyonuna yabancılaşmaktır.
Bu bir tarafa, inanın takibi mümkün değil, akıp geçen gündemlerin…. Biri bitmeden diğeri, öbürü anlaşılamadan bir başkası… Sanalı, banalı… Üretileni, tüketileni… Yerlisi, yabancısı… Sopalısı, havuçlusu… Öveni, söveni… Biteviye, bitmek tükenmek bilmeden, dur durak anlamadan, oluruna olmazına bakılmadan, sırası olup olmadığı düşünülmeden, ilgili ilgisiz, sürüsünce…
Güdülemek ve gütmek, yönlendirip bir istikamete hapsetmek, çıkmazlık, çaresizlik sendromu aşılayarak aşılamayacak duvarlar örmek, at gözlüğü taktırıp sabitlemek, renksizlik ve tepkisizliğe mahkum etmek, ‘tek yekun içinde yazıp çizmek’, algıları dumura uğratıp zihnimizi mefluç etmek, istendik bakış ve duruş, yöneliş dışındakileri karalamak, karartmak ve ötekileştirmek, ‘sözün gücünü değil, gücün sözünü’ dayatmak, Allah’ın kullarını ifsad edip kula kullluğu, kendilerine köleliği tek yol kılmak için…
Her taraftan, her renkte, her boyutta, her miktar ve dozaj aşımıyla, her vesileyi kullanarak, her imkana/yola baş vurarak, ‘korkulu rüya görmektense uyanık kalarak’, tekrarlanarak, tekrar tekrar ısıtılıp servis edilerek, senaryoda zaman ve mekana göre, dokulara göre uyarlamalar yaparak, kuralları belirleyip gerektiğinde bozarak, kaybetme ihtimalini sıfırlayarak, ‘kazan kazan’ politikasıyla, dereyi geçerken de olsa sıkça at değiştirmeyi işe koşarak, hakemi mutlaka kendilerinden kılarak, bir taşla birçok kuş vurup üstelik derenin balığına dahi musallat olarak… Gece gündüz, yaz kış, yedi/yirmi dört! Sağdan soldan, önden arkadan, hatta yukarıdan aşağıdan, şeytanı aratır bir şeytanlıkla, insanlığı azaltıp şeytanlığı çoğaltarak üstelik… Çeldiricisi bol, albenili, boyalı makyajlı, jon jonlu, neonlu yaldızlı… Şeytan en azından aşağıdan ve yukarıdan sirayet edemiyordu; bu arada aşağısını çabamız, sa’yü gayretimiz, yukarıyı Allah’ın insana uzattığı kurtuluş ipi, reçetesi, kılavuzu, yol haritası olarak okuyabiliriz. Şimdinin şeytan ve şeytanlıkları el atmadıkları alan, ifsad etmedikleri ekin ve nesil, talan etmedikleri değer, çarpıtmadıkları hakikat algısı, çalmadıkları imkan, boşa çıkarmadıkları iddia –handiyse- bırakmadılar!
Bunların hiçbiri masum da değil, plansız programsız, hedefsiz de değil! Önümüze sürülen, gözlerimizin içine kadar sokulan, kulaklarımızı çınlatan tüm bu gündem unsurları birer araç, aparat olarak kullanılıyor. Birilerinin elinde bazen bir maşa, bazen bir sopa, bazen de bir havuç işlevi görüyor. Ta ki istenen, beklenen hasıl olana kadar. Her türlü yol ve yöntemi kullanmaları olası, her kişi ve kurumu, basını, medyanın sanalını, camlısını, canlısını cansızını… Biri olmadı, öbürünü; biri yetmedi, bir kaçı… Batı kendi batıl algı ve üfürüklerini, doğunun (coğrafi terimlere takılmadan) müsait oluşunu, çapsızlığını, kendi değerlerine sahip çıkmaması olgusuyla birleştirerek emperyal ve sömürü düzenini tek yol olarak yerine göre yalanla, yerine göre bombayla (sopa-havuç), üstelik ‘tarihin sonu’ tezi doğrultusunda tüm dünyaya yaymaktadır. Taciz, tahfif ve tahkire devam etmektedir. ‘Gücün sözü’ ile dünyaya düzen yalanıyla kaos getiriyor, ifsad ve kargaşa yayıyor, kan ve göz yaşı ekiyorlar. Lakin bu bile korkulu rüya görmelerini engelleyememektedir bu emperyalist, sömürgeci, ‘tek dişi kalmış canavar’ların… Zira ‘rüzgar ekenlerin fırtına biçecekleri’ bir darb-ı meseldir. O sebeple uyanık kalıp uyanıklık yapmayı elden ayaktan bırakmamaktadırlar. Zira her türlü manipülasyona rağmen ‘İslam’ insani olana dair potansiyeli ile ayan beyan ayakta durmaktadır. Buradaki ‘ayan beyan’ ifadesinin izaha, tartışmalara açık olduğu ve maalesef kendi gündemlerimize bakan yönüyle ‘yumuşak karnımız’ mesabesinde olduğunu da kabul etmemiz gerekiyor. Bu avantaj olması gereken veri, yeri geliyor dejavantajımız gibi bir durum ortaya çıkıyor; kendi ellerimizle ortaya çıkarılıyor!
Pekiyi, ya kendi gündemlerimiz… Onları belirleyip, sadık kalabilmek, gereğince duygu, düşünce ve tavır sergileyebilmek çok mu kolay? Hayır! Bu, belki dış gündemlere dair yaşanılan gel-gitlerden daha zor bir durum! Zira bu olsa, yapılabilse; diğeri olmaz, en azından bu kadar kolay olmaz! Ortada ne öyle bir beklenti, ne bir çaba, ne etkinlik, ne de yetkinlik yok! Olsa; öteki’ diye yaftalama kolaycılığına düştüğümüz, şeytan diye küfür edip vicdan rahatlattığımız, esasında ‘doğru örnekliklerin muhatabı’ çoğunluğun (azınlığın güdümündeki çoğunluğun) ekmeğine yağ sürecek, işini kolaylaştıracak, yerli (gönüllü, gönülsüz) teşeronluğunu yapacak, onların elinde ‘aparat’, maşa olacak edilgen, eklektik, reaksiyoner durumlara düşmezdik. Bölük pörçük, darma duman olmuşuz! Önceliklerimiz değişmiş, algılar dumura uğramış, istikameti yitirmişiz! Hakikat ve hikmet; Hak getire…
Nerede babayiğitler, er kişiler, kendini bu bombardımandan korusun, salim kalsın! Hele tek başına, bu mümkün mü? Kolay mı? Her kişinin işi mi? Evet, kabul; biraz karamsar bir tablo oldu, acısından ama gerçek olarak! Lakin, hani bir ifade var ya; ‘Zor diye bir şey yok, imkansız biraz zaman alır!’ diye, aynen öyle! Doğru soruları sorabilir, ‘ne olgusunun’ ve ‘niçin sualinin’ ayırdında olup nitelikli bir ‘hazır bulunuş’ içinde olarak, her cevabı zoka gibi yutmadan, kişilerden ve olaylardan çok olgulara odaklanırsak, büyük resmi ıskalamazsak, meselenin getirisini götürüsünü, bileşenlerini hesaba katarsak, formülü, elemanlarını doğru yerlerine yerleştirir ve adımlarını/basamaklarını/süreci/çözüm yolunu doğru uygularsak doğru sonuçlara ulaşmak pekala mümkündür. Meseleye doğru bir yerde durarak, doğru bakış açısıyla bakarak, ağacı önceleyip ormanı gözden kaçırmadan, yine ormana odaklanıp ağacı ıskalamadan, aklı akla ekleyip öncekilerden doğru dersleri biriktirmiş olarak özgün bir karakter, kişilik gösterebiliriz.
Öyle basit, öyle yapay, öyle ucuz gündemler peşinde koş(turul)uyor, dolap beygiri gibi dön(dürül)üp duruyoruz ki hem gücümüzü, hem enerji ve sinerjimizi, hem değerlerimizi (mahremiyet ve masuniyetini), hem kendimizi, hem de birbirimizi tüketiyoruz! Bir saniye durup düşünüp ‘Ya Hu, ne oluyoruz, ne bu hal, bu ne menem iştir, bu gidiş nereye?’ diyemiyoruz. Gereksiz yüklerimizden, ayaklarımızdaki prangalardan, zihinlerimizdeki tortulardan, mefluç halden, sözden halden anlamaz umarsızlıktan, melekelerimizi, irkilme yetimizi işlemez (ama işletilebilir!) hale gelmiş kanıksamışlığımızdan, şartlı reflekslerimizden ve ‘öğre(t/n)ilmiş çaresizliğimizden kurtulup bir türlü önümüze bakamıyor, özümüze, kendi değerlerimize dönemiyoruz! O zaman, ah vah etmeye, sızlanmaya, mazeret üretmeye gerek yok! Suçu şeytana atmaya da!
Bu iki hal, yani hem içten, hem dıştan gelen bu mikrobik atmosfer, birbirinin lazımı melzumu, mütemmimi, sebebi sonucu olarak ‘yumurta tavuk ikilemi gibi’ işlev görmektedir. Al birini, vur ötekine!
Adamlar, eloğlu hamura istediği kadar su veriyor, damarlara istediğini ve istediği kadar dozajı zerkediyor! Pişmiş aşa su katmaktan, dahası süte su karıştırmaktan (bu bizde de asıl sorundur!), dezenformeyi enforme adı ve tadında sunmaktan (ifsad edici olduklarını bile bile islah ediciler diye geçinmekten), ayarlarla, ölçülerle oynamaktan, oyunu istedikleri gibi kurup kural değiştirmekten, ensemizde boza pişirmekten geri durmuyorlar, durmayacaklar. Sinekten yağ çıkarabiliyorlar! Ekonomik seyre futbol arası ile nefes kanalı açmakta, demokrasi ihracına bomba sosu vermekte, kendi terör ve teörist faaliyetlerine ‘İslami terör!’ yaftası ile kılıf bulmakta, katliamlarına ‘humanizm’ methiyeleri, her türlü israf ve fuhşiyatlarına ‘özgürlük’ çığlıkları, yalan ve talanlarına ‘maslahat’ meşruiyet kulpu takmakta ve dayatmakta çok mahirler. Bu üfürükçülüklerine içerden dışarıdan meşruiyet taşıyacak, alternatif onlarca mekanizmayı da çok iyi biliyor, olmadı üretiyorlar. Genel olarak da içeride/n olsun, dışarıda/n olsun! ‘Yerellik, evrensellik, ulusal refleksler, üniter yapılar, ırkçılığın milliyetçilikle bulamaç karışımı, vatan, millet (Rabia sembolünün evrimine bakılabilir!), güvenlik, sınırlar, ayrılıkçılık/güdümlü gruplar, ekonomik seviye (gelir dağılımı, modern kölelelik, açlık), refah ve medeniyet/kalkınma, gelir artırımı, sermaye, politikaların her türü, vatandaşlık, göç, iltica/mülteci, silahlanma (özellikle kimyasal ve biyolojik, F35 mi, S400 mü), enerji meselesi (tekeller, alternatiflere ambargo, kısıtlama), sağlık (özellikle ilaç sanayii), gıda (hibritten gdo’ya), eğitim-öğretim (mesela 12 yıllık zorunlu eğitim, üniversite enflasyonu), sinema/sanat unsurları (sübliminal mesaj, 25. kare), turizm/turist, sanal ve türevli medya, basın-yayın, işçi-işveren (sendikalar, STK’lar), kadın hakları (İstanbul Sözleşmesi mesela), üreme/nüfus, nüfuz, ideoloji ve dinler… hasılı işle koşulmayan, manipüle edilmeyen, kurguya dayanmayan hiçbir alan yok, kalmadı… ‘İnsan’ın kendisi dahil…
Küçük birkaç örnek; mesela Kasım Süleymani, Suriye meselesi ve öncesinde ‘Ortadoğu’daki gelişmeler, corona vakıası… Tekil olarak ele alınan herhangi birinde dahi bırakın dünya kamuoyunu, içeride, bizde dahi ne ortak bir akıl, ne genel geçer bir ders çıkarma, arkadaki büyük resme bakabilme, en azından ‘Bu işten kimler kârlı çıkıyor?’ şeklinde bir sorgulama, birbirimize düşüp sövmekten, ötekileştirmekten kurtulup bu çorabı başımıza örenlere hesap sorma bilincinden, safları sıklaştırma zorunluluğumuzdan ne yazık ki bahsedemiyoruz! En basitinden bize masum gelen bir spor organizasyonunun bile toplumda nasıl kamplaşmalar meydana getirdiği, sosyal olaylarda, gündemlerde hemen cankurtaran rolüyle devreye sokulduğu bir vakıadır. Bir sesle evlere hapsolduk! Bir sesle camilerde cemaatle (‘Cemaat’ olgusu malum süreçten sonra zaten cüzzamlı hale geltirilmişti!) namaz yasaklandı! ‘Cumasız cumalar’ deyimi reel oldu! Meşhur kalabalıklarımızdan dahi ‘çıt’ yok! Demek ki neymiş; aklı başa almak, emanet vermemek, her sesi/çağrıyı hayrımıza zannetmemek gerekiyormuş!
Birileri bir yere, yöne bak diyorlar, hurra oraya yöneliyoruz! Yok, bu tarafa, olmadı şu tarafa koşun diyorlar o tarafa meylediyoruz! Kuru yaprak gibi! Bir omurga, bir ağırlık, bir sabite kalmamış! Bunları söylemek iç acıtıcı, biliyoruz, sözü kendimize söylüyoruz, iğne çuvaldız metaforunu unutmuş değiliz, kendimizi bırakıp başkalarına ders vermeye çalışmıyoruz!. Biz ‘Bize’ sesleniyoruz… Kendi gücümüzün, Allah’ın inayet ve yardımının, değerlerimizin farkına varalım, farkı fark ettirelim, ‘hak edişi’ unutmayalım, ‘fiili duayı/tevbeyi/Hakk’a yönelmeyi’ ihmal etmeyelim diyoruz.
Demek istediğimiz; başımızı devekuşu gibi kuma görüp olup bitenle ilgilenmeyelim, nemelazımcılık yapalım, bir sözümüz, bir tavrımız olmasın demek değildir. Öyle keyfe keder, dostlar alışverişte görsün kabilinden bir ucuzculuk, etki ve çekim gücü olmayan zorlama ve yapay gündemler, ilave soru ve sorunlar oluşturmak peşinde koşalım demiyoruz. Her zokayı yutmayalım, zokalardan emin kalalım, uyanık olalım (uyanık geçinmek değil!) diyoruz! Sahici gündemlere ve sahih yönelişlere, salih amellere ihtiyacımız var. Önce kendi kelimize merhem olacak, hayata renk ve ışık taşıyacak (karanlıkları aydınlığa, zulümatı nura, dalaleti hidayete çevirecek), can suyu olacak, rotayı, istikameti yitirmiş insanlığın umudu olacak sağlam/muhkem sığınaklar, limanlar oluşturacak etkin ve yetkin, sahih ve salih çabalar gerekiyor.
‘Dizi arası reklam’ kabilinden gel-geç, saman alevi gibi cılız, titrek ve ürkek bir sesle, yaz/yap boz ikircikliğinde, tutarsızlığında değil, sağlam ve birbirine kenetlenmiş tuğlalar gibi direngen bir duruşla, o gündemin başından sonuna, tüm süreçlerini ve aşamalarını gereklerini gereğince ifa ederek, önünde ve ardında durarak, bileşenlerini hesaba katarak, dostları, dostluğu önceleyerek, Hakk’ın rızasını ve O’na vereceğimiz hesabı her şeyden önce kılıp önemli bilerek, dünyanın geçiciliğini ve ahiretin kalıcılığını unutmadan sabır, azim ve kararlılıkla hareket etmek gerekmektedir. Her yer ve mekanda, her zaman ve yine yedi/yirmi dört! Bu hayatı kendimize dar ve zindan etmek, dinin keyfi örülmüş duvarları, cenderesi arasına sıkıştırmak demek değildir, asla! Bu dinin dünyaya dönük, onu olabildiğince cennetin prototipi kılacak, insana bir ihya, inşa, imar alanı, ibaha çerçevesi sunduğunun da pekala farkındayız!..
Herkes kendi sa’yini karşılığını görecek, ektiğini biçecek! ‘Ne halde iseniz öyle yönetilirsiniz!’ fehvası, dinin akledenlere mükellefiyet sunması ve ‘Ne halde yaşarsanız, o hal üzere dirilirsiniz’ mottosuyla beraber düşünüldüğünde çok işimiz var, çok! Çoktan daha çok!
Güdülenenler güdülürler… Çok güdülenenler daha çok güdülürler!
2 Comments
Mahmut
28 Nisan 2020, 01:27Ya gardaş sen bu yazıyı bir günde yazmış olamazsın .Okurken rep müzik dinliyormuş hissine kapıldım.Eline diline (zihnine;ritmi bozmasın diye bunu kullanmadım) sağlık.Evet asıl sorun da bu müslümanlar davranışlarıyla örnek bir kişilik ortaya koyamıyor.Söylemleri tavırlarıyla çelişiyor.Böyle olunca İslamiyet sanki ütopya bir dinmiş gibi algı oluşuyor .
REPLYmbozac@Mahmut
29 Nisan 2020, 12:27doğru söylüyorsunuz…
REPLY