Bu meselede de, kendini İslam’a nispet eden ülkeler, düşüncesini kaybeden bir adam olarak sahne almışlardır. İslam düşüncesi, burada da seküler düşünceye karşı yerini terketmiştir…
Gündemi Sarsan Olaylar
(İktibas Dergisi, 2020 mart sayısı yorumu)
Türkiye’de tartışılan birçok mesele esas tartışılması gereken mecradan çıkarılarak politik bir malzemeye dönüştürülmekte ve enformasyona tâbi tutularak enformatik bir kirlilik içinde değerini ve hakikat payını yitirmektedir. Son dönemlerde gündemde yerini alan FETÖ’nün siyasi ayağı tartışmaları da buna örnektir. Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un açıklamaları ile başlayan “FETÖ’nün siyasi ayağı” tartışması partilerin karşılıklı yaptığı açıklamalarla sürüp gitmektedir. Tartışmanın esasında nasıl başladığını hatırlayacak olursak Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un 28 Ocak’ta katıldığı bir televizyon programında FETÖ’nün siyasi ayağına ilişkin açıklamaları oldu. 26 Haziran 2009’da TBMM’de kabul edilen ve askerlerin özel yetkili mahkemelerde yargılanmasının yolunu açan düzenlemeyi, FETÖ’nün siyasi ayağının araştırılması için örnek gösteren Başbuğ’un bu açıklamaları AKP tarafından yargıya taşındı. Erdoğan’ın talimatı ile söz konusu yasal düzenlemede imzası bulunan altı AKP milletvekili, Başbuğ hakkında hakaret iddiasıyla suç duyurusunda bulundu.
CHP genel başkanı Kılıçdaroğlu grup toplantısında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı “siyasi ayak” olarak nitelendirmesiyle tartışma yeni bir boyut kazanırken, MHP Genel Başkanı Bahçeli de, siyasi ayağı, Yurtta Sulh Konseyi olarak işaret eederek, eğer “15 Temmuz başarılı olsaydı ülkeyi kimler yönetecekti? Mesela, Kılıçdaroğlu böyle bir durumda görev alacak mıydı” diye sordu? Diğer yandan, birçok siyasetçi de, FETÖ’nün siyasi ayağının ortaya çıkarılması gerektiğini söylemeye devam ediyor. Hatta Devlet Bahçeli, eğer kendilerine yetki verilecek olursa bu siyasi ayağı da açığa çıkaracakları vaadinde bulundu. Bahçeli’nin bu açıklamalarından hemen birkaç gün sonra CHP, FETÖ’nün siyasi ayağının araştırılması için Meclis araştırma önergesi verdiyse de bu önerge AKP ve MHP oylarıyla reddedildi.
Devlet kademesi içinde her siyasi parti “ben FETÖ’nün siyasi ayağı değilim” diyerek kendini aklama telaşına kapılmış durumda. Oysa bu yapı yaklaşık olarak 1979’dan bu yana memlekette kök salmaya başlamış ve 1990’lı yıllardan itibaren, Sovyetlerin Glastnost ilanıyla birlikte Türki cumhuriyetlerde ABD’nin ileri karakolu mesabesinde sürekli artan yoğunlukta okullar açarak en popüler yıllarını yaşamıştır. 1979’dan bu yana FETÖ’nün görüşmediği ya da nüfuz edemediği neredeyse tek bir siyasi lider kalmamıştır. 2002-2011 yılları arasında AKP ve Gülen grubu arasındaki yakınlık herkesçe malumdur. “Askeri vesayetle mücadele” günlerinde Erdoğan, Ergenekon’un savcısı olduğunu iddia etmiş, genelkurmay başkanı Başbuğ dahil nerdeyse tüm komuta kademesi de hapise gönderilmişti. 15 Temmuz sonrasında bu davaların bir kumpas davası olduğu kabul edilirken, bu davalara bakan savcılar FETÖ’cülükten ya tutuklanmış ya da yurt dışına kaçmışlar; Ergenekon/Balyoz davasından içeri girenler ise beraat etmişlerdi.
O dönemlerde, 24.03.2011 tarihinde, arşivlere geçmiş bir Meclis konuşmasında, hükümet üyelerinden biri tarafından söylenen sözler hala hafızalardadır: “Fethullah Gülen bu ülkenin yetiştirdiği değerli bir kıymettir. Seversiniz sevmezsiniz ama değerli bir insandır, bilge bir insandır. Bu ülkenin milli ve manevi değerlerine bağlı nesiller yetiştirmesi için hizmetini yapıyor. Her şeyi de açık, devletin denetimi, gözetimi altında açık, her şey gözünün önünde olan (biridir). Yapılan hizmetlere bakıldığında siz buna, hakkında herhangi bir savcının iddiası, mahkumiyet kararı olmayan birine çete diye itham ederseniz ona karşı büyük bir haksızlık yaparsınız kendi de burada yok.”
15 Temmuz darbe girişiminden sonra ise cemaatle ipler tamamen koparılarak Gülen yapılanması FETÖ terör örgütü olarak kabul edilmesine karşın, bu örgütü bu ülkede bu kadar popüler hale getiren ayaklar hiç konuşulmadı ya da konuşulmasına müsaade edilmedi. Elbette FETÖ’nün siyasi ayağı konuşulacaksa 1979’dan bu yana hangi siyasi parti ve siyasi şahsiyetler, bu işe finansal yardım yapanlar, bürokrasi içinde bunlara kol kanat gerenler, kısacası bu cemaate yol vermiş, onların yolunu açmış ne kadar kesim varsa onların hepsi bu işten sorumlu tutulmalıdır.
Meselenin özü şudur ki, FETÖ yapılanması bizim açımızdan bir dini yapılanma hiçbir zaman olmamıştır. Bu yapının düşüncelerinin sahih İslam anlayışı ile bağdaşmadığını, İslami olmadığını yıllar boyu anlatmaya çalıştık. Bu yapılanma, daha çok seküler bir hayat tarzının, ABD ve batının arzu ettiği ılıman İslam anlayışının bir temsilcisi olarak zuhur etmiştir. Eğitim faaliyeti adı altında gittiği bütün ülkelerde açtığı okulları -Rus Dışişleri Bakanlığının bir yetkilisinin ifade ettiği gibi- CIA’nın adeta çiftliği vazifesini görmüştür. Dolayısı ile FETÖ’nün siyasi ayağının sadece Türkiye ile sınırlı kalmayacağı, ekonomiden siyasete, istihbarattan bürokrasiye varana kadar nerdeyse her yere girdiği bilinmektedir. Sonuçta siyasi ayağın ortaya çıkarılma meselesi yalnızca siyaseten söylenmiş bir söz gibi görünmekle birlikte, gerçekleşmesi ise pek mümkün görünmeyen bir söz mesabesindedir.
FİLİSTİN MESELESİ
Ocak ayının sonu itibariyle “Yüzyılın anlaşması” olarak ilan edilen yeni “Ortadoğu” projesi ABD başkanı Trump ile İsrail başbakanı Netenyahu tarafından imzalandı. Bu anlaşma planını Trump’ın damadı Yahudi asıllı Jared Kushner hazırladı. Böyle bir anlaşmanın Trump’ın sıkıştığı anda ortaya konulması da ayrı bir tartışma konusu olmalı. Mesela Trump, 2017 yılında Ulusal Güvenlik Danışmanı Flynn’ın davası görülürken, İsrail’in başkentinin Kudüs’e taşınması kararını almıştı. Kendisine karşı 2018 yılında açılan davada avukatının itirafçı olduğu sırada Golan Tepelerini İsrail sınırı olarak tanıdı. Başkanlıktan azledilmesine dair davaları olduğu sırada ise yüzyılın anlaşması olarak sunulan bu sözde anlaşma devreye sokuldu. Öyle görülüyor ki Amerika’da iç siyaset krize girdiğinde genel olarak Yahudi lobilerini memnun edecek kararlar devreye sokuluyor ki bu kriz, gerekli lobilerin desteğini alarak her iki tarafı da memnun edecek şekilde son bulabilsin. Ayrıca İsrail Başbakanı Netenyahu’nun da aynı şekilde iç siyasette sıkıntılarının olduğu bir dönemde bu sözde anlaşma metni ortaya sürülmüştür. Netenyahu’nun hakkında açılan rüşvet davasının aleyhinde sonuçlanması, iktidarda olmasına karşın, iki kez tekrarlanan seçimlerden hükümeti kuracak bir çoğunluk çıkaramaması neticesinde bu adım gelecek seçime bir yatırım olarak da düşünülebilir. Kaldı ki bu sözde anlaşma, ABD basınında dahi eleştiri konusu olmaktan kurtulamamıştır. ABD basını bunu, bir tür anlaşma olarak değil, Filistin’in teslim şartları olarak tartışmıştır. Ayrıca, Trump ve Netenyahu’nun kendi geleceklerini kurtarma telaşı olarak da yorumlamaktadır.
Bu sözde anlaşma metni kuşkusuz İsrail’in güvenliği açısından önemli ve Kudüs’ü tamamen İsrail’e bırakacak şekilde dizayn edilmiş durumdadır. Bu metin, Filistin’in her ne kadar devlet olma durumunu dile getirse de egemen ve yaşayabilir bir devlet olarak varlığını sürdürmesine imkan tanımamakta. Filistin çeşitli bölgelere parçalanıyor ve her bir parça birbirinden kopuk bir vaziyette konuşlandırılıyor. Buna, parçala-yönet stratejisinin hayat bulması da diyebiliriz. Ayrıca Gazze’den Ramallah’a bağlanacak otoyol projesi de yine İsrail’in güvenliğinde olacak. Gazze uzun vadede parçalara bölünerek o bölgenin endüstri ve tarım alanı olarak kullanılması sağlanacak. Yine Gazze’de tespit edilen enerji kaynakları İsrail’in mülkü haline getirilecek. Bu sözde anlaşma; bırakın 1967 yılındaki yapılan işgal sınırlarını, 1948 yılındaki işgal sınırlarının da ötesinde, yapılan işgalleri meşrulaştıran bir teklif olarak masada duruyor. Kudüs tamamen İsrail’de kalmak üzere yalnızca Doğu Kudüs denilen eski şehrin dışında Şuafat denilen yer Filistin’in başkenti olarak tanınmakta. Ayrıca Netenyahu’nun “Batı Şeriasız bir İsrail düşünülemez” sözü gereği Batı Şeria nerdeyse tamamen işgal ediliyor. Yine bu sözde anlaşmaya göre, İsrail devleti oluşum aşamasından bu güne kadar yaklaşık üç milyon Filistinli göçmenin ülkelerine dönüş yolunu tamamen kapatıyor. İşgal edilmiş olan bölgelerin tamamı Yahudi yerleşim alanı olarak kabul ediliyor.
Bu metin bir ‘barış planı’ olarak sunuluyor ki bu da çok komik duruyor. Zira ortada bir barış varsa çatışan iki grubun bir araya gelerek anlaşıp onayladığı bir anlaşma olmalıdır. Oysa bu anlaşma ABD ve İsrail arasında kurgulanmış ve Filistin’e söz hakkı dahi tanımayan, ve hiçbir meşru bir zemine oturmayan, bir kağıda yazılan karalamalardan ibarettir. Ayrıca ne ABD ne de İsrail bu zamana kadar yapmış oldukları hiçbir anlaşmaya da uymamışlardır. Yaptıkları anlaşmaları da her daim kendi lehlerine olacak şekilde revize etmişlerdir. Bu sözde anlaşmada ise, Filistinlilere sus payı olarak para ve ekonomik refah rüşvet olarak verilirken, Filistinlilere “Ya bu anlaşmayı kabul edersiniz ya da başınıza geleceğe razı olursunuz” kabilinden aba altından sopa da gösterilmiştir.
Bu sözde anlaşma başta Türkiye olmak üzere İran ve bir takım “İslami” ülkelerce de kabul edimezken bazı “İslami” ülkelerce de desteklendi: Bahreyn, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır tarafından. Burası önemliydi çünkü daha önce sunulan anlaşmalara İsrail ve ABD, İslam dünyasından bir destek bulamamıştı. Şimdi ise bazı Araplar, İran’a karşı Filistin’in ve Lübnan Hizbullah’ının yanında yer almaktansa İsrail’in yanında yer almayı kendilerine daha çok yakıştırmaktadırlar. Aslında bu sorun yeni bir sorun değil malum olduğu üzere. Filistin’de bir siyonist yahudi devleti kurulma fikri oluştuğundan bugüne bu sorun sürekli olarak devam etmektedir. Filistin meselesine Edward Said’in de ifade ettiği gibi ilk ihanet edenlerden biri Yaser Arafat’tır. Oslo anlaşmasıyla birlikte 1967 işgalindeki İsrail’in sınırlarını tanımış olmakla bu ihanete çanak tutmuştur. O anlaşmayla Filistin toprakları A, B, C olarak üç parçaya ayrılarak bugünkü sürecin önü açılmıştır. Bugün bu “Yüzyılın Anlaşması”nı felaket olarak nitelendirenler İsrail’in işgalini tanıyarak İsrail’i devlet olarak kabul etmişlerdir. Beraberinde bir sürü ticari ve askeri anlaşmalar yaparak ilişkileri geliştirmişlerdir. Perde arkasında oynanan oyun ile perde önünde oynanan oyun farklıdır. Yine burada toprağından zorla sürülmüş dünyanın değişik yerlerinde sürgün yaşayan Filistinliler düşünülmemiştir. Onlar ancak bir politika aracı olmaktan öteye geçememişlerdir.
Bu meselede de, kendini İslam’a nispet eden ülkeler, düşüncesini kaybeden bir adam olarak sahne almışlardır. İslam düşüncesi, burada da seküler düşünceye karşı yerini terketmiş ve uluslararası dengeler, çıkarlar vs. devreye girmiştir. Halbuki Müslümanların öncelikle, Allah’ı hayatın tek hakimi ve otoritesi kabul ederek, modernizmin dayattığı bu ulusalcılık fikrinden kurtulması gerekmektedir. Aksi takdirde devlet adamlarına, sınırlara, çıkarlara tapar bir vaziyette düşünerek yaşamaya mahkum kalacaklardır. İşte bu yüzden şirkten arınmalı ve her şeyi kendi yaratılış fıtratınca tanımaya gayret ederek yaratıcının verdiği kodlarla hayatı inşa etmeliyiz. İşte bu vakit kendi kodlarımıza dönerek şirkin saçtığı fitneden korunabilir ve bütün bu dayatmalara direnecek gücü kendimizde bulabiliriz.
CORONA VİRÜS VAKIASI
Çin’in Vuhan kentinde ortaya çıkan virüs tüm dünyanın dilinde ve haberlerin başköşesini işgal etmiş durumdadır. Dünyada yaklaşık 85 bin insana bulaştığı bildirilen virüsten bugüne kadar iki bin üç yüz kadar insanın öldüğü iddia ediliyor. Yani hastalığa bulaşanların yüzde üçü kadar insan ölmüş durumda. İnsanların hastalıktan dolayı ölümlerini küçümsemek doğru değil elbette ama normal bir gripten bile çok daha fazla insan ölebiliyor. Merak ettiğimiz konu, bu corona virüs neden gündemimizi bu kadar işgal ediyor? Birileri bizim bu virüsü gündem etmemizi istediğinden mi acaba? Zira bu konuda hafızamızı yoklarsak bir ara kadın cinayetlerini bolca seyrederdik ekranlarda. Malum İstanbul Sözleşmesi’nin toplumda makes bulması bu haberlerle sağlanmıştı. Yeni Dünya düzeninde Çin ve ABD’nin ticaret savaşında tarafların birbirine gol atmaya bu kadar hevesli olduğu bir ortamda böylesi haberlerin sürekli olarak gündem edilmesi manidardır. Örneğin corona virüs açığa çıktığından Şubat ayı başına kadar Çin borsası 393 milyar dolar kaybetmiş durumdadır. Ayrıca Çin’e yapılan seferlerin birçoğu iptal edilmiş, Çin’den hayvansal gıda ihracı da nerdeyse durmuş durumdadır. Kısacası bu hadise şimdiden Çin’e yüz milyarlarca dolara malolmuş durumdadır. Bu virüs öncesinde yaklaşık yüzde altılık bir büyüme bekleyen Çin, bu hedeften bir puan geriye düşmüş durumdadır. Üstelik bu kriz öncesinde ABD ile yapılan yıllık iki yüz milyar dolarlık ABD menşeili ürün alım garantisi de aksayacağa benzemektedir ki bunun da oluşturacağı ek bir maliyet olacaktır. Bütün bu parçaları birleştirdiğimizde bu virüsün bu kadar gündem edilmesinin ardında ABD-Çin ticaret savaşı yattığını görülmektedir. Örneğin Orta Afrika’da yeniden hortlayan ebola virüsü ve Hindistan’da can almaya devam eden nipah virüsü ve daha birçok virüs dünyada canlar almaya devam etmektedir ancak bunlar dünya gündemini asla meşgul etmemektedir.
Meseleye ayrıca insani bir boyuttan da bakabilmeliyiz. Böylesi salgınların dünya gündeminde sürekli tutulması her ne kadar uluslararası ticaret savaşı açısından bir malzeme olarak görülse de bu salgınların oluşumuna insanların yaptığı katkıyı da tartışmamız gerekmektedir. İnsanların para kazanmak uğruna doğayı tahrip etmesi, havayı ve suyu kirletmesinin bir karşılığı olarak bu virüslerin ortaya çıkması da normaldir. Eriyen buzullarda tespit edilen ve daha önce hiç görülmemiş bakterilerin sular yoluyla tekrardan insan hayatına dahil olduğunu ve bu erimelerle daha birçok bakteri ve virüsün insan yaşamına dahil olacağını söyleyen bilim adamları mevcuttur. Doğal olarak insan ne yapıyorsa kendi eliyle kendine kötülük yapmaktadır. Allah, “başınıza gelen her musibet kendi ellerinizle yaptıklarınız yüzündendir” ayetiyle insanın yapıp etmelerine bir çeki düzen vermesini ve vahyin yolunu takip ederek ıslah edici olmasını öğütlemektedir.
Asıl tartışılması gereken, gücü elinde tutanların hırsları sonucu yokoluşa doğru giden bir dünyadır. Öyle bir fitneden sakınılması gerekiyor ki bu fitne yalnız fitneyi çıkaranları sarıp kuşatmakla kalmayıp bütün insanlığı hatta hayvanatı ve doğayı kuşatan bir felakettir. Bu felaketler bazen virüslerle olur bazen savaşlarla. Suriye’de ve dünyanın birçok bölgesinde füzeyle, misket bombalarıyla, roketle, uçak savarlarla bedenleri parçalanarak, yakılarak öldürülen insanların corona virüs kadar bile haber değerleri yoktur. Çünkü onlar dünya ticaretinin egemenliği hususunda, İpek Yolu’nun hakimiyeti kimde olacak kavgasında ve enerji nakil hatlarının kimin denetiminde olacağı konusunda kısacası ‘egemen kim olmalı’ savaşında paylarına yalnızca ölüm düşmüş bedenlerdir. Konuşulmaya, üzerinde tartışılmaya değer varlıklar olmayıp yalnızca istatistiksel basit bir rakamdan ibarettirler!
Müslümanca bir düşünüş, bir meseleyi olabildiğince mezhepçi bir bakıştan azade, ulusalcılık fikrinden arınmış ve hakikate en yakın bir şekilde düşünebilmekten geçer. Niyet elbette bağcıyı dövmekten ziyade üzüm yiyebilmektir. Ama üzümü yerken üzümün helal olup olmadığı bizim birincil gündemimiz olmalıdır. Gerek Suriye, gerek Filistin gerekse diğer tüm konularda Allah’ın görün dediği yerden meseleyi yakalayarak söz söyleyebilmektir. Üzülerek müşahede etmekteyiz ki birçok İslami cemaat ve camia mezhepçilikten ve ulusalcılık fikrinden arınamamış bir durumda, nerede durması gerektiğini unutarak yalpa yapmaktadır. Oysa İslam, Müslümanların yalnızca Allah’ın dini üzere sabit kalmasını emretmektedir. Seküler modern devlet yapıları en başta Allah’ı yasaların ve kanunların temel dayanağı olmaktan “kapı dışarı” ettikleri halde kimileri, bu yapılara karşı sempati duyabilmektedir. Bazen onları destekleyen işler, bazen açıktan onların desteklenmesi gerektiğini söyleyenler ve bazen de onlardan bir şeyler talep edenler olarak ortada durmaktadırlar. Ne yazık ki geçmişte sisteme karşı bağımsızlıklarıyla övünen bazılarının şimdilerde sisteme göbekten bağlandığını müşahede etmekteyiz. Bağımsız ve özgün düşünebilmek müslümanın şiarı olmalıdır. Suriye meselesinde de gördüğümüz şey bazı Müslümanların biraz ulusalcı biraz mezhepçi biraz da oportünist hareket ettiğidir. Oysa Müslüman ulusalcılık ve mezhepçilik hastalığından uzak olmalıdır. Bunun tedavisi ise Allah’ın kitabına dayanarak bağımsız ve özgün bir dil inşa etmesiyle mümkündür. Müslümanları yeniden kardeş kılacak tek dil de budur.
İKTİBAS
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *