İslam dünyası toplumlarına halen hakim olan, geleneksel hamaset/romantizm/nostalji dili, muhafazakar dil/söylem, İslami bilinci hep geciktiriyor, hep erteliyor…
Modern zamanlar boyunca, sürekli ve sistematik bir biçimde dışlanan, aşağılanan, hem ideolojik anlamda, hem de entelektüel anlamda terörize edilen, yargılanan, otorite ve meşruiyeti tanınmayan, İslami dünya görüşü ve değer sisteminin, bugün, tarihsel bir bunalımla karşı karşıya bulunduğunu, bu bunalım sebebiyle, İslami düşünce/kültür/ilahiyat hayatının büyük bir altüst oluş yaşadığını, bu altüst oluş sebebiyle de, zihinsel/düşünsel-ruhsal kontrolü kaybettiğini üzülerek itiraf etmek zorundayız. Bir sorunla karşı karşıya geldiğimizde, bu sorunu reddetmek yerine, kabul ederek, itiraf ederek, bir çözüm arayışına başlayabiliriz.
Gerçek sorunlara, gerçek cevaplar verme bilincine, birikimine, yeteneğine ve iradesine sahip olmayan toplumlar ve kültürler, bugün, İslam toplumlarında yaşandığı üzere, avutucu/yanıltıcı/aldatıcı yanılsamalara başvurur, bu yanılsamaların hayati sorunlara cevap teşkil edebileceğine inanmaya başlarlar. Yanılsamalarla yüzleşmek, bunları aşmak için, İslami otorite ve meşruiyetin yeniden tesisi, Müslümanların böyle bir inşa’nın mümkün olabileceğini somut olarak kanıtlayabilecek, çok yönlü, çok boyutlu, çok derinlikli, çok ufuklu bir mücadeleyi göze almaları gerekir. Bu tür bir mücadelede, kanıtların-tartışmaların boşlukta kalmaması için, entelektüel-akademik-felsefi kadroların birlikte çalışarak, kavramsal-kurumsal-kuramsal-pratik İslami çerçeveyi biçimlendirmeleri hayati önemi olan bir konudur.
Somut ikna edici cevaplar için, etkili-nitelikli sorulara ihtiyacımız olduğu açıktır. Bunun için, Müslümanlar olarak, dayatılmış çözümlerle hayatlarımızı sürdürmek mi istiyoruz, yoksa, İslami çözüm arıyor muyuz, nerede, nasıl arıyoruz gibi soruları cevaplandırabilmeliyiz. Dayatılmış çözümlerle hayatlarımızı sürdürmek, ortada, çözümlenmesi gereken bir sorun olmadığını söylemek anlamı taşır.
İslami anlamda, özgürlük ve bağımsızlık arayışı; İslami otorite-meşruiyet sorunu gibi, varoluşsal-ontolojik bir sorunumuz bulunduğunu kabul ettiğimizde başlayabilir, başlatılabilir. İslami otorite-meşruiyet sorununu, varoluşsal bir sorun olarak görmeyenler, özgürlük-bağımsızlık ihtiyacı duymayanlar, kader mahkûmları olarak, kıyamete kadar sömürgeci gerçekliğe katlanmaya devam ederler.
İslami varoluşun, özgürlüğün, bağımsızlığın farkında ve bilincinde olmayanlar, kendi kendilerini nesneleştirerek, şeyleştirerek, sorumluluk ve risk almaktan imtina ederek, sürüklenerek ve savrularak yaşamayı seçmiş olurlar. Günümüzde, her toplumda, pragmatizm belirleyici bir nitelik haline geldiği için, anlam ve amaç bilinci göreli hale geliyor. Araçsal dünya sistemi, özellikle İslam ülkelerinde insan hayatını bütünüyle değersizleştiriyor. İslamın kişisel vicdan meselesi haline getirilmiş olması sebebiyle, kitleler, kamusal sorumluluk, kamusal ahlak-dayanışma kaygısına/dikkatine yabancılaşıyor.
İslam ülkelerinde, politik iktidarlar, dini cemaatler, aziz ve mükerrem İslam’ı, çok kaba, çok çirkin bir biçimde sömürgeleştirerek, kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde konumlandırdıkları için, İslamın kamusal değer-işlev ve otoritesi etkisini kaybediyor. İslam, kimi sembolik etkinliklerden ibaret bir çerçeveye hapsediliyor. Çıkar-iktidar ve statü arayışı-mücadelesi ile bütünleşen Müslümanların, bugün, özel hayatlarında bile, İslami anlamlara/ölçülere/inceliklere yer bulmaları neredeyse, imkansız hale geliyor. Belirleyici İslami nitelikleri kaybeden varoluş tarzlarının, zihin ve ruh dünyalarının, hiç bir alanda sorumluluk almaksızın hayatlarını sürdürebildikleri bugün somut olarak gözlemlenebiliyor. İstikmetten/doğrultudan yoksun hayatlar, iktidar/çıkar/statü uğruna yaşanan hayatlara dönüşüyor. Günümüz insanı, ahlaki anlamda, entelektüel anlamda değerli amaçlardan, maddi anlamda değerli amaçlara yöneliyor. Bu nedenledir ki; hakikati hep bir şekilde erteleyebiliyoruz. İslam’ı gerçek içeriğiyle değil, şu anda yaşadığımız, araçsallaştırdığımız biçimiyle yaşıyoruz.
Hakikati hep ertelediğimiz, savsakladığımız ve umursamadığımız için, zayıflara/güçsüzlere/masum ve mazlumlara daha çok kötülük eden bir tarih ve uygarlık karşısında teslimiyetçilik dışında başka bir hikayesi olmayan toplumlara dönüşüyoruz. Emperyalizmin, sömürgeciliğin farklı bağlamlarda etkili bir biçimde sürdürülebildiği bir zamanda bilinçsizliğimiz ve hamaset/romantizm malûl’ü olduğumuz için, uygarlık ve aydınlanma masallarına inanabiliyoruz.
İdeolojik ve araçsal akıl/akılcılık aracılığıyla dokunulmazlık kazandırılan, uygarlık ve aydınlanma masalları adına, bugün, İslam ülkeleri, halkları ve kültürleri barbarca yıkıma/soykırıma tabi tutuluyor, bu ülkelerin, halkların ve kültürlerin iradeleri/bağımsızlıkları yok ediliyor.
İslamın ilk yüzyıllarında akıl; kalbi/vicdanı/düşünmeyi/fikretmeyi/akıl yürütmeyi ve sorgulamalar yapmayı içeriyordu. Bu akıl yoluyla İslam ve Müslümanlar, dünya ölçeğinde insanlık ölçeğinde etkili oldular, evrensel zihinler yetiştirdiler. İslam dünyası toplumları/kültürleri akla ve bilgiye yabancılaşarak, İslam’ı, aklı ve bilgi’yi tahfif eden bir ahlak halinde tecrübe etmeye başladıkları tarihten itibaren, ideolojik ve araçsal aklın belirlediği tarihe maruz kalmaya başladılar, bu nedenle de, yüzyıllardır evrensel bir zihin yetiştiremediler. Bugün, toplumlarımız, kültürlerimiz, ilahiyat hayatımız, sözünü ettiğimiz bu tarihin ve uygarlığın dayattığı referans çerçevesi içerisinde, melez bir kültürel çerçeve içerisinde düşünmeye çalışıyor, bu nedenle de, kültürel ve entelektüel özgünlük üretemiyor.
İslam dünyası toplumlarına halen hakim olan, geleneksel hamaset/romantizm/nostalji dili, muhafazakar dil/söylem, İslami bilinci hep geciktiriyor, hep erteliyor. Toplumlarımız ve kültürlerimiz, eleştirel bir çözümleme yapmadan, hiç bir alanda, yeni bir başlangıç yapamaz, yeni bir yapılandırma gerçekleştiremez. Radikal belirsizliklerle malûl bulunan evrensel İslam ailesi, bugün, derin bir anlam tutulması ile karşı karşıya bulunuyor. Anlam tutulması sebebiyle derinliklerimiz ve içtenliklerimizi kaybediyor, yüzeylere ve sloganlara tutunmaya çalışıyoruz. Hiç bir şey yapmadan, hiç bir özgün çerçeve üretmeden, sorumluluk ve risk almadan, her şeyi hep daha sonraya bırakarak, yalnızca beklemek, beklemeye devam etmek, hiçliğe doğru savrulmakla sonuçlanabilir.
Hiçliğe savrulmaktan kurtulabilmek için, büyük meselelere, büyük ufuklara, büyük hesaplaşmalara giden yolları açabilecek zihinsel bir yolculuğa hazırlanmak gerekir. Bu tür bir yolculukla, yeni bir başlangıçla, yeni bir dil ve duyarlıkla, yeni bir bilinçle evrensel zihinlere ulaşılabilir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *