“21. yy.’ın şiddeti bambaşka bir hâl aldı, bizzat ben tarafından yine ben’e uygulandı. Fail ve katil arasındaki bariz fark kayboldu, insan kendi kendinin hem katili hem kurbanı oldu.”
Şiddetin Topolojik Dönüşümü
Ahmet Ferhat Öksüz
“Öteki, bendir…”
F. Nietzsche
“Kaybolmayan şeyler vardır. Onlardan biri de şiddettir.” der Byung-Chul Han, Şiddetin Topolojisi adlı kitabının giriş cümlesinde. Evet, bazı şeyler hiç kaybolmaz, şiddet gibi. Değişir, gelişir, kabuk değiştirir ama hiç kaybolmaz. Hep ama hep vardır, var olmaya kadirdir. Şiddet kavramı, tarih boyunca çeşitli şekillerde kendini göstermiş, biçimsel olarak şekil değiştirse de özsel olarak hep var olmuştur. Çoğu zaman kabul edilmese de şiddet, hayatın acı ve su götürmez bir gerçeği olagelmiştir.
İnsanlığın ilk/arkaik dönemlerinde şiddet kendini makrofiziksel olarak yani görünür olanda/alanda gösterir. Şiddet dışsaldır, dışa dönüktür. “Ego – Alter, İç – Dış, Dost – Düşman” gibi karşıtlıklar üzerinden vücut bulur. Şiddetin makrofiziksel pratiği olumsuzdur ve kendini kanlı bir biçimde ortaya çıkarır. İlk Çağ Yunan uygarlıklarında ya da diğer arkaik uygarlıklarda şiddet bir gösteri halinde, sanki bir kurban ayini yapılırcasına vuk’u bulur. Şiddet burada bir kaba kuvvete dayamıştır kendini, hiçbir gizliliği yoktur, açık-seçiktir. Bütün bunlar şiddetin hükümdar elindeki “kelle alıcı gücü”nün tezahürüdür, bu şiddetin türü dekapitasyondur. İlk Çağ Yunan uygarlığı şiddeti “gerekli” ve hatta “kaçınılmaz” olarak görür. Şiddet bu toplumlarda alabildiğine kutsanır ve hatta antik çağ Yunan tanrılarının bir cezalandırma aracına dönüşür. Bu toplum bir kan toplumu olarak varlığını sürdürür. Herhangi bir toplumsal çatışma veya uyuşmazlık direkt şiddet uygulanarak çözülmeye çalışılır. Burada vuk’u bulan şiddet “öteki”nden kaynaklanan şiddettir ve iç’e yani ben’e bir ağırlık verir. Ben ise bu şiddetin yönünü yine şiddet kullanarak dış’a yönlendirir ve üstündeki ağırlık şiddetini hafifletir. Bu tür bir şiddet psikolojik, içselleştirilmiş bir şiddet türünden tamamen farklı ve arkaik kalmıştır.
İlk dönemlerde şiddetin toplumsal bir pratiği vardır ve hatta şiddet toplumun bir parçasıdır, kesinlikle yadırganmaz. Hatta bu yönüyle iktidarlar için bir “hegemonya” aracıdır ve vazgeçilmezdir. İktidar, şiddet ve bunun dolaylı bir sonucu olarak öldürme fiiliyle kendi hegemonyasını, gücünü herkese aleni bir şekilde ilan eder ve hatta bunu seyirlik bir hale getirir. Antik Yunan toplumlarındaki “arenalar”, eli kanlı gladyatörlerin ölümüne dövüştükleri bir stadyumdan başka bir şey değildir. Şiddet aleni, açık-seçik ve en sıcak bir şekilde burada kendini gösterir. Bir diğer şekilde arenalarda gerçekleştirilen infazlar da buna bir örnek teşkil eder. Suçlular arenalarda yırtıcı hayvanlara parçalatılır, hem de canlı canlı! İşte ortaya konan bu tür şiddet örnekleriyle hükmedici erk/iktidar gücünü, şaşasını ortaya dökmüş olur ve bunu yaparken hiçbir şeyi gizlemez bilâkis ayan beyan ortaya döker hatta sergiler. Çünkü bunun o toplumda bir sergi değeri vardır. İktidar belki de bu yolla meşruiyetini muhkem hale getirir, onaylattırır. Çünkü şiddet bu tip arkaik toplumlarda, belki ilginçtir, değerlidir, önemsenir.
Oysa ilk modern iktidarlar döneminde şiddet giderek gizliliğe kapanır, bir tür özelleşme evresine girer. Artık şiddet kamuoyu önünde değil bilakis kapalı mekanlarda vücut bulur. Öldürücü, vahşet dolu iktidar gücü artık kendini şiddetin gösterileştirilmesinde değil, tam tersi gizlenmesinde gösterir. Şiddet kendine has bir topolojik dönüşüm sağlar, evrilir, gücünü gösterimde değil gizlilikten alır. Artık şiddet kendini ulu orta şehir meydanlarında gururla teşhir etmez, bunun yerine şehrin uzak bir kıyısında, bir toplama kampı yahut bir gaz odasında gerçekleştirir ama bir farkla; büyük bir utançla. Fakat bu utancı onu yok etmez, farklı bir kıyafetle devam etmesini sağlar. Yani evirir, değiştirir. Ama yine de şiddet en nihayetinde şiddet olarak yoluna devam eder. Bir nevi dikkat çekmek istemez. Ardında bir iz/simge bırakma niyetinde değildir. Dilsizdir, sözsüzdür. Anlamını, gücünü, meşruiyetini gizliliğinden alır. İkinci Dünya Harbi’ndeki toplama kampları, gaz odaları, insan imha eden fırınlar bu şiddetin pratikleridir. Şiddet hala olumsuzdur ve öteki’nden kaynaklıdır. Hala bir virallik taşır, immünolojiktir yani bağışıklık kabul eder. Bu klâsik şiddet biçimi hala içkinliğinde bir öteki’yi barındırır. Dost – düşman, iyi – kötü, fail – kurban net bir şekilde bellidir, ayan beyan ortadadır.
İlk Çağ toplumlarında kendini kanlı ve saldırgan bir biçimde ortaya koyan şiddet bu noktadan itibaren topolojik bir evrim geçirerek artık kendini viral bir biçimde yani bulaşarak gösterir. Görünürden görünmeze/mahrem olana, toplumsal alandan/olandan derinin altına, kılcal alana çekilir. Bir nevi enfekte hale evrilir. Şiddet bu şekilde kendini bir nevi lâmekâna ulaştırır, görünmez olur ama bitmez, her halükarda devam eder. Şiddet buradan itibaren artık toplum tarafından içselleştirilmiştir. Toplum şiddeti içselleştirerek doğallaştırır, bir nevi bir alışkanlık haline getirir, bu alışkanlık içten içe bir vurdumduymazlığın, otomatizmin dolaylı olarak sonucudur. Bu alışkanlıklar silsilesi kendini algıda ve davranışlarda gösterir. Her şey disipline edilmiş bir şiddet içinde kendine yaşama alanı bulur. Şiddet; kaba kuvvetten disipliner kuvvete evrilmiş, kelle uçurucu dekapitasyon şiddeti yerini kendini disipline etmiş bir deformasyon şiddetine bırakmıştır. Bu disipline olmuş toplum, Foucault’un panaptikon toplumudur. Yani hapishaneler, tımarhaneler, toplama kamplarıyla vs. bezenmiş bir disipliner toplum.
Foucault’un ikidar tezi bir mikrofiziksel şiddet kuramıdır. Ona göre 17. yy.’a kadar varlığını sürdüren şiddet “hükümdarın iktidarı”ndan kaynaklıdır ve kanlıdır/kelle uçurucudur. Kelle alıcı iktidar/arkaik hükümdar gücü, tebasını ölümle tehdit etmekten, onu kılıçtan geçirmekten gelir yani makrofizikseldir. Ancak 17. yy.’dan sonra ortaya çıkan disiplin toplumu bir mikrofiziksel şiddet doğurur. Artık iktidar kelle uçurmak, işkence yapmak yerine toplumu bir emirler – yasaklar sistemine adapte eder. Artık şiddet sadece yüzeysel/dışsal alanda kalmaz, bedenin ve hatta ruhun en mahrem yerlerine kadar nüfuz etme şansı bulur. Kişileri/özneleri birer disiplin mekanizması etrafında ölçer, biçer, derecelendirir. Nüfus’u kendi hegemonyasına alır; bu andan itibaren iktidar kendini “biyoiktidar” olarak kavramsallaştırır. Üreme, sağlık, yaşam süreci, doğum ve ölüm gibi konular artık biyoiktidar dairesi içerisinde istatistiksel olarak araştırma konusu olur, çıkar.
Arkaik toplumların şiddeti olan dekapitasyon yani kelle alıcı şiddet ile Foucault’un ortaya koyduğu disiplin toplumlarının şiddeti deformasyon yani derinin altına nüfuz eden, düzenleyen, ölçen, biçen şiddet birer olumsuzluk şiddetidir ve hala ortada bir öteki vardır. Şiddet dış etkenlidir, öteki’nden tevarüs ettiği nettir. Oysa 21. yy.’ı tanımlayan şiddet bu iki şiddet türünden de çok daha farklı ve yıkıcıdır. Her ne kadar şiddetin derecesi olumsuzdan olumluya kaydıysa da bu şiddeti yok etmiyor bilakis daha sinsi ve yıkıcı kılmaya kadir hale eviriyor. Chul Han “Şiddet kılıktan kılığa giren bir oyuncu.” derken, işte tam da bundan bahsediyor. Şiddet kendine sürekli daha sinsi ve karşı konulamaz, kolay kolay farkına varılamaz bir alan açmaya devam ediyor. 21. yy.’ın şiddeti bu hali itibariyle çok daha karmaşık bir hâl alıyor ve de şiddet, hız kesmeden tarihin ana caddesinde yol almaya devam edebiliyor.
Panaptikon toplumunun öznesi itaatkâr bir öznedir. Oysa 21. yy.’ın öznesi bundan çok farklıdır. Bir kere bu özne modeli; “yapmak zorunda olmak” gibi emrivaki bir fiili üzerinden siler atar ve yerine de “yes, we can!” der, yani “evet, her şeyi yapabilirim!” İşte tüm her şey de bu noktadan itibaren işlemeye başlar. Şiddet artık başkasından, öteki’nden, dış’tan kaynaklı değildir bilâkis öznenin kendisinden, ben’den kaynaklıdır. 21. yy.’ın başarı ve performans öznesi şiddeti bu noktadan itibaren bizzat kendine uygular yani kendiyle savaş ilan eder. Ayrıca artık bu öznenin varoluşu panaptikon toplumlarında olduğu gibi emirler ve yasaklarla değil bilakis özgürlükle, girişimle tanımlanır. Bu durum öteki’nin şiddetini sona erdirirken daha yıkıcı olan ben’in şiddetini devreye koyar. İnsan, artık kendi kendini sömürmeye başlar ve bu sömürü insanın yanarak kendini bitirip tüketmesine kadar gider, burnout!
Başarı ve performans öznesi kendinin hem gardiyanıdır hem esiri! Bütün savaşı, sömürüsü bizzat kendine içkindir. Ve bu durum paradoksal olarak özgürlük kavramının ifradıyla gerçekleşir. Arkaik ya da panaptikon dönemde özgürlük ile esaret arasında karşılıklı uzun uzadıya bir mesafe vardır, sınırlar nettir. Oysa 21. yy.’da bu mesafe kapanmış, sınır yok olmuş hatta ve hatta esaret ve özgürlük kavramları birbiriyle örtüşür hale gelmiştir. Kısaca bu yüzyılın insanı özgürlük kavramıyla aslında kendini daha da büyük bir esarete mahkum eder. Her şey işte bu paradoksal şiddetten beslenir, olumluluk şiddetinden ve olumluluk şiddeti de olumsuzluk şiddetine göre daha yıkıcı ve mesafe tanımazdır. Bu yüzyılın öznesinin narsistliği de işte bu mesafesizlikten kaynaklanır. Sennet “Narsist, kendiyle mesafesizdir. Her şeyde kendini tecrübe etmek ister.” der.
Küreselliğin artması bu durumun başlıca sebeplerinden biridir. Küresellikle beraber dünya ölçeğinde egemen olan bir kavram daha sisteme içkinlendi, o da şeffaflık kavramı. Şeffaflık ile beraber her tür mesafe ortadan kalktı, uzamı belirsiz olan bir sınırsızlık ortaya çıktı. Şeffaflık, aşırı olumlu bir toplum modelinin bir sonucudur ve bu toplum sürekli olarak olumsuzu tüketir. Şeffaflık sonucu ortaya aşırı enformasyon/kominikasyon/enformasyon ve doğal olarak aşırı görünürlük gibi durumlar çıktı. Bu durum kutsalı da değersizleştirir, her şey profanlaşır yani inançtan kopar. Bu durum sonucu her şey bir bakıma müstehcenleşir, çıplaklaşır. Her şey dış’a döner, çıplak ve müstehcen hale gelir ve bu hal ortaya sergilenmiş bir beden olarak çıkar. Çünkü soyunmuş, çıplak bir bedenin sergi değeri vardır, bunun sonucu olarak da her şey metalaşır, asıl manasından koparılır. Sosyal medya alanlarında insanların kendini sergilemesi, bu durumun yani şeffaflığın doğal ve dolaylı olarak bir sonucudur. İnsanlar bir beğeni almak uğruna bütün özelini ifşa eder hatta bedenini bile değiştirir. Bugün fitness salonlarının, estetik merkezlerinin bu kadar rağbet görmesi boşuna değildir, hepsi bu durumun doğal birer sonucudur. Kısaca şeffaflıkla beraber her şey pornografik bir hâl alır, semantik değerini yitirir ve metalaşır. Her şey önü alınamaz bir şekilde aynı’laşır, öteki ortadan kaldırılarak tabi. Sartre “cehennem, ötekidir.” diyordu oysa artık “cehennem, aynısıdır.” Bizler bugün bir “aynılıklar cehenneminde/diktasında” yaşıyoruz. Şeffaflık ayrıca aşırı enformasyon salgılar bu da daha çok haberleşmeye yol açmaz bilakis haber değerini düşürür, haber akışını büyük bir çöplüğe dönüştürür. Haber artık bir şey vermekten çok büyük bir belirsizliğe yol açar. Bu da zihni bulandırmaya kadar gider. Twitter, Facebook gibi sosyal medya alanları büyük birer enformatik çöplüktür. Bugün yaptıkları tek şey zihni bulandırmaktır, büyük ve sonu gelmez bir belirsizliğe yol açmaktır. İletişimin entropisi artmış ve aşırı haberleşmeden dolayı büyük bir çöplüğe dönmüştür. Serres’in ifadesiyle bu durum bir “hayvansal atık” durumu oluşturur ve pis kokulu bir çöplüğün dışavurumudur. Ancak durum bundan bile berbattır. Chul Han’ın ifadesiyle “postkartezyen çöp kartezyen çöp gibi kokmaz. Bilakis daha güzel olana dikkat çeker, reklama bürünür.” Kartezyen çöplük tıpkı hayvansal atık gibi bir bölge sahiplenmesine atfeder. Ancak postkartezyen çöp de bu gibi bir vaziyet yoktur, çünkü ortada sınır yoktur, dünya bir küresel çöplüktür zaten. Olumluluğun çöpü dışlamaz bilakis içerir, dikkat çekmeye çalışır. Bunu bir metaforla anlatmaya çalışırsak bugün insanlar dikkat çekmeye çalışmak için kirletiyor yani bir bakıma tweet atıyor. Ayrıca o kadar çok haber salınıyor ki hepsini okumaya zaman bile kalmıyor. Bu durum da bilgilendirmekten çok bulandırıyor, büyük bir çöplük yaratıyor. Haber, semantik değerini yitirip gidiyor. Ayrıca bugün Facebook, İnstagram, Google, Twitter, vs. sosyal medya alanları gizli servislerin bir nevi dijital panaptikonlarıdır ve işin vahim yönü insanlar kendilerini gönüllü olarak bunlar vasıtasıyla sergiler ve kendi özel alanlarını herkese ifşa ederler. Sistem insanlara “özgürsünüz” propagandası yaparak, kendi kendilerini ifşa etmeye kadar götürür yani insanlar kendi özellerini gönüllü olarak ifşa ederler.
Kısaca başarı ve performans toplumunda öteki’nin yok edilmesi, aynı’lığın aşırı bir şekilde ifradına, çoğalmasına yol açar. Bu da sistemin enfarktüsüne yani dolup tıkanmasına yol açar. Bunun sonucu olarak insanın kendi içkinliğinde psikolojik bozukluklar ortaya çıkar; ADS ve ADSH gibi psikolojik hastalıklar bunun birer sonucudur. İmmünolojik eşik çoktan geçildiği için ve bunun yanında aşırı bir aynı’lık peydah olduğu için sistem bu duruma bir bağışıklık oluşturamıyor. Sistemin bu tıkanıklığı sömüren ile sömürülen arasındaki bariz farkı ortadan kaldırıyor. İnsanlar aşırı bir şekilde çalışarak eninde sonunda kendini tüketip bitiriyor, burnout yani yanma bu şekilde vuk’u buluyor. Kısaca insan, kendinin hem katili hem kurbanı olup çıkıyor. Yeni şiddet biçimi bu paradoksal doku çerçevesinde sürüp gidiyor.
Sonuç olarak şiddetin topolojik dönüşümü bu üç evreden oluşuyor denebilir; modernite öncesi, arkaik hükümdarlık döneminde şiddet dışsaldı, görünür bir şekildeydi, türü dekapitasyondu yani kelle uçurucuydu, alabildiğine kanlıydı. Foucault’un tarifini yaptığı disiplin toplumunda şiddet kendini gizledi ancak hala bir olumsuzluk hali taşıyordu, türü deformasyondu. Ancak 21. yy.’ın şiddeti bambaşka bir hâl aldı, bizzat ben tarafından yine ben’e uygulandı. Fail ve katil arasındaki bariz fark kayboldu, insan kendi kendinin hem katili hem kurbanı oldu. Özgürlük ile esaret kavramları birbiri içine girdi, mesafesizleşti. Esaret ve şiddet, özgürlük kılıfında kendini dışavurdu. Buna da olumluluk şiddeti diyoruz ki bu şiddetin tahribi olumsuzluk şiddetinin tahribinden daha yıkıcı bir şekilde kendini gösterdi. Bu yıkıcı tahribin patolojik sonucu ise depresyon olarak kendini tanımladı.
Sonuç olarak tarih boyunca başkasına şiddet uygulayan insan eni sonu kendi kendine şiddet uygulamaya başladı, ta ki kendini bitirip tüketene kadar. Düşünün ki insan kendi kendini güdümlü bir mermiye hedef kılsın, işte depresyon şiddeti budur!
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *