“İslam ümmeti olarak sorunu, fevri, gündelik olayların etkisiyle yorumlamaktan sakınıp, hikmet nazarıyla, hayatın bütününü kapsayan, bütüncül ve tutarlı izahlar yapmak durumundayız.”
Türk toplumu nereye gitmektedir?
Türk toplumu, nereye gitmesi isteniyorsa, oraya doğru gitmektedir. Bu şu anlama gelmektedir: Türk toplumu elan kendi başına, kendi gideceği yönü ve gitmesi gereken yolu belirleme gücüne bilgi ve zihniyet anlamında sahip değildir. İşin aslı şu ki, toplumun yön ve yol gibi bir derdi yoktur. Önünde açılan yola bakıyor, zevklerine ve cebine uyuyorsa, o yola dalıyor. Gittiği yolun nereye çıktığına, niçin o yola gitmesi istendiğine dair sorular sormuyor. Çünkü yol ve yön belirlemek, güçlü insanların işidir. Yön tayin etmek, entelektüel olarak donanımlı olmayı ve bu işe el koyabilecek bir iradeyi gerektiriyor.
Türk toplumu homojen bir toplum değildir. Türk toplumunun millet olma özelliğini yitirmesi zaten 19. yy.’ın sonlarına doğru bu coğrafyada yaşanan kıyasıya mücadelenin ana temasını oluşturuyordu. Türkiye’de, gidilen yol ve yönü sorgulayacak bir toplum kesimi bulunmamaktadır. Toplumun birbirinden farklı kesimleri birbirine muhalif gibi duruyorsa da, yol ve yön hususunda genel bir uzlaşma içindedirler; yok birbirlerinden farkları.
Ülkede, gidilen yol ve yöne itiraz edecek siyasi bir irade zaten söz konusu değildir. Ülkeyi yöneten siyasi erkin, başkalarının hayat tarzlarıyla kendi ülkesinin hayat tarzını iyice bilip-tanıyıp, sırf kendininki hak, ötekiler batıl olduğu için reddedebilecek bir zihinsel ve iradi güce sahip olması gerekir. Oysa iktidarlara, kurulu düzenin genlerini sorgulamadan, mevcut haliyle benimseyip, ‘kazasız-belasız’ yürütmesi temel şartı ile iktidar teslim edilmektedir. Bu ülkede iktidara gelen siyasi kadroların işin başında hak ve batıl kavramlarına dair -eğer var idiyse- o ana kadar tüm bildiklerini unutmaları istenmektedir. ‘Ötekileştirmek’ vaazı üzerinden kendilerine yeterince zihin karışıklığı pompalanmaktadır.
Türkiye’de 20. yy.’ın ilk çeyreğinde gerçekleştirilen düzen değişikliği, İslam tarihinin en önemli olaylarından biridir. Bu düzen değişikliği, Osmanlı’nın devamıyız söylemleriyle karartılmakta, bilinçler üzerine kezzap suyu dökülmektedir. Oysa yeni kurulan düzen, bin yıllık İslamlaşma sürecine karşı yıkıcı bir hamledir.
Bu yeni hamle, Türkiye adı verilen ve İslam coğrafyasının siyasal liderliğini yapan bir ülkeyi, kendi ağından kopartıp, putperest batı medeniyetinin ağına yerleştirme projesidir. Batı medeniyeti böylece en güçlü rakibini yenmişti ve şimdi sıra, yendiği rakibinin evinde kendisini üretmesine gelmişti. Küresel iletişim ve propaganda vasıtalarının da maharetleriyle, tere yağından kıl çeker gibi(!), incelikli ve ustalıklı bir biçimde İslam aleminin bu en merkezi yerinde yeni düzen, Müslüman Türkün kurduğu yeni bir sistem ya da bir sistem yenilenmesiymiş gibi sunuldu. Operasyon çok başarılıydı. Tabi ki bedeller ödendi ama bu hiçbir şeyi değiştirmedi çünkü işin sonunun nereye varacağı pek de fark edilmemekteydi.
Türkiye’de bu büyük operasyonun iki yüz yıla yakın bir geçmişi vardır. Bu aynı zamanda bütün İslam milletinin hikayesidir. Eğer Mekke merkezli bir sorun konuşuluyorsa, bilinmelidir ki bu mesele Anadolu ile doğrudan alakalıdır. Müslümanların bir Kudüs meselesi varsa, Afganistan, Irak, Suriye, Arakan v.b. sorunları varsa bütün bunların Anadolu ile birebir alakası vardır.
Türkiye’de, bahsettiğimiz inhitat (yıkım) süreci içerisinde adım adım yeni düzenin değerleri ikame edildi. Bu ikame empoze etmekten, zecri tedbirlere varıncaya kadar, ‘eşyanın tabiatı’ neyi gerektiriyorsa ona göre, hemen her metottan yararlanıldı. Yeni değerlerin benimsetilmesi, öncekilerin hurdaya çıkartılması sadece empoze ile yapılamazdı. Yerine göre sopa da kullanılarak, tam bir şeytanlaştırma işlemi gerekiyordu ve öyle oldu.
Türk toplumu artık batılı terimlerle tanımlanıyor, modern bir toplumun karakteristikleri ile anılıyordu. Artık ümmet, millet, İslam, Allah, ezan, mektep, cami, cemaat, namaz, medrese gibi terimler ‘itina ile’ kırpılıyor, yerine, ulus, ırk, kavim, din, Türk dini, tanrı, okul, ritüel, uygarlık, ilerleme, özgürlük gibi terimler iliştiriliyordu. Hele de bir kavram var ki, bunun Müslümanların konuşma dilinden tamamen silinmesi gerekiyordu. En ‘baba’ İslamcılar bile artık bu kelimeyi telaffuz etmemektedirler. Bu, ‘darul İslam’ kelimesidir. Darul İslam: İslam Yurdu, İslam’ın evi. İslam milletine yurt olmuş mübarek belde. Müslümanların vatanları ‘dâr’ (ev/yurt) olarak tesmiye edilmiş, orası İslam’a ait olduğu için de ‘İslam Yurdu’ olarak isimlendirilmiştir. Çünkü orada İslam yaşar ve insanlar hayatlarını İslam’a göre yaşarlar. Orada İslam azizdir. Her şey değerini İslam’dan alır, her şey İslam’a göre ölçülür-biçilir. İslam her şeye damgasını vurmuştur. Darul İslam’da, put edinilmiş başkanların değil, Allah’ın buyrukları geçerlidir. Darul İslam yeryüzündeki bütün müminlere aittir. Orası, kafirler için korku, müminler için emniyet ve güven, bütün yeryüzü için hakkın makarrıdır. Darul İslam, İslam tebliğinin merkez üssüdür.
Darul İslam teriminin yürürlükten kaldırılmış olması bizim bütün -siyasal- öz geçmişimizi özetlemektedir. Nasıl bir belaya maruz kaldığımızı fehmetmek için bu düğümü çözmek bile yeterlidir. Peki, Türkiye darul İslam olmaktan çıkmışsa, o halde yeni adı nedir? Türkiye artık demokrasinin ve sekülerliğin yurdudur. İslam yasaklıdır. İslam kandil gecelerinde, iki bayram ve Cuma günlerinde sırtı bize dönük olarak, bir elif miktarı gösterime sunulur. İslam ancak, inançlardan bir inanç, tapınma biçimlerinden bir biçim olarak, inanç özgürlüğünün, çağdaş insan haklarının mevzularından biridir bu ülkede. Bunu şöyle de izah edebiliriz: Muhammed (sav)’e Hira mağarasında Alak suresi nazil olduğunda Mekke’nin siyasi-akidevî statüsü ne idiyse, bugün bu ülkeninki de odur.
Aziz okuyucularımız!
Ülkemizde İslam resmi olarak mer’iyyetten kaldırılınca yani insan hayatına, toplumsal hayata İslam’ın şekil vermesinin her ne suretle olursa olsun önüne geçilmesine dönük sinsi oyunlar oynanınca, artık İslam’ın yerine neyin ikame edildiğinin pek bir kıymeti kalmamıştı, hala da öyledir. İslam bana hükmeden din olmaktan engellenince, yerine -el çabukluğu marifetiyle- nasıl bir ‘din’in getirildiğinin önemi yoktur. Bir ülkede hayat ırmağı, Allah’ın buyurduğu tarzda akmayınca, orada eğitimin, ekonominin, ahlakın, insanlar arası ilişkilerin, toplumsal tesanüdün, ilmî faaliyetlerin, huzur ve sükunun, ailenin, kadın-erkek ilişkilerinin v.d. insan fıtratına uygun nitelikte neşvü nema bulması imkânı kalmamış demektir. İslam’a meydan okuyan bir sistemden bütün bu alanlarda yeryüzüne bir hayır gelmesini beklemek bir zulümdür.
Türkiye’de aile sorunu devasa boyuttadır. İslamî aile çürümektedir. Bu hususta İstanbul Sözleşmesi adında, Avrupa Birliği’nin dayattığı, yaptırımlar içeren bir metin Müslümanların öfkesini celbetmektedir. Kadem gibi feminist içerikli dernekler keza, sorunun baş aktörü gibi görülmektedir. Kanaatimizce burada yine eksik bir bakış açısı bulunmaktadır. Şöyle ki: Sorun bir sözleşme metnine veya bir kadın derneğine irca edilemeyecek kadar derinlerde ve çaplıdır. Sorunun derinliği ve çapı, bir nevi ‘delil karartma’ yöntemiyle idraklerden gizlenmekte, küresel şebekeler bizi, kendi istedikleri, işaretlenmiş noktalara baktırmaktadırlar. Türkiye en az iki asra yakın bir süredir böyle bir sürecin içerisine iteklenmektedir. Bu sürecin böyle bir noktaya geleceği gün gibi aşikardı ama darul İslam’dan laik-demokratik vatana dönüştürülen ülkenin Moriskolaştırılmış insanları bu süreci görmek-bilmek istemediler. Fakat biz istememekle, sorunlar alicenaplık yapıp, bizi terk edecek değillerdi.
Kadın cinayetlerinde adeta bir, ‘hangisi daha vahşi olacak’ yarışı yapılmaktadır. Kadın-erkek ilişkilerinde hiçbir felsefeye dayanmayan, tam bir çılgınlık hali yaşanmaktadır. İffet, edep, saygı, utanma, mahremiyet gibi değerler üzerine adeta beton dökülmüş vaziyette. Bu günlere, sırf bir sözleşmenin ya da bir derneğin hınzırlıklarıyla gelinmiş olamaz; bu sürecin daha ciddi ve köklü izahları olmalıdır.
Şunu anlatmaya çalışıyoruz: Darul İslam, sıkı çalışılmış bir projenin gereği olarak, Allah’ın yasakladığı her türlü menhiyyatın işlendiği, küfrün ve şirkin riyaset makamında oturduğu, beyninde nâkûsun (çanların) inlediği, göğsünde sarhoş bedenlerin tepindiği bir viraneye dönüşsün istenmektedir. Bundan sonraki aşamada ülkeyi güzel günlerin beklediğine dair iyimser bir gelecekten bahsetmek pek mümkün görünmemektedir. Toplum cinsellik, cinayet, hız ve haz, tüketim çılgınlığı, ayartılmış/düşmanlaştırılmış kadın-erkek ilişkileri ve terör gibi büyük fitneler arasında kesilip doğranmış durumdadır. Kadın cinayetleri, bu ifsadın doğurduğu patlamalar gibi durmaktadır.
Burada şu hususun altını çizmek gerekmektedir: Bütün enerjimizi, ülkeyi yöneten parti, onun lideri ve hükümeti suçlayarak tüketmekteyiz. Oysa bu bakış açısı şaşıdır. Çünkü bu hükümet hükümetlerden biri, parti, ülkeyi yönetmiş ve yönetmeye aday partilerden biridir. Bu hükümet değil de bir başkası olursa, şerler def edilecek, hayırlar celp edilecek denilemez. Mevcut parti ve lideri olmasa da İslamsızlaştırma süreci devam edecekti. Darul İslam’ın İslam dışı bir vatana dönüştürülmesi sürecinde mevcut parti ve liderinin payı asla göz ardı edilemez. Lakin oyunun çapı daha büyüktür. Büyük oyunu bütüncül olarak görmek gerekir. Meselenin boyutları mevcut hükümetin fevkindedir. Mevcut hükümet, ülkenin İslam yurdu olmadığını fark ettirmeyeceğine, İslamsız sisteme İslam makyajı yapacağına dair beklentilere teminatlar verdiği için iktidar yapılmıştır ve aynı gerekçe ile de iktidarda kalmaya devam etmektedir. Bilinmelidir ki, bundan sonra gelecek her iktidar da, benzer teminatları taahhüt edecektir.
Bu meselede bir ‘suçlu’ arayacak olursak, karşımıza şöyle bir rapor gelmektedir: Bir millet topyekûn dünya görüşünü terk etmiş, kıblesini değiştirmiş, gönlü kendi milletinden başka milletlere kaymıştır. Buna din değiştirmek demek daha gerçekçi bir ifadedir. Bu anlamda sorumluluk ümmetin bütününe, yani hepimize, özellikle de ilim ehline aittir. Kur’an bizlere, şu anda hayatta olmayan geçmişlerimiz için “onlar bir ümmetti, geldi geçti; onların kazandıkları onlara, sizin kazandığınız da size aittir” diyerek, bizim üzerimizdeki gerçek sorumluluğu hatırlatmaktadır.
Müslümanlar olarak içinde yaşadığımız toplumda her gün yeni bir melanetle karşılaşmaktan yakınmamızın pek bir anlamı yoktur. Çünkü bunların hiçbirisi beklenmeyen sonuçlar değildir. Allah’ın ilah ve rab edinilmediği toplumda bugünkü melanetlerden daha fazlası da beklenir. Allah’ı rab ve ilah tanımayan bir toplumun ne aile kurumu, ne kadın-erkek ilişkisi, ne eğitimi, ne gençliğinin edep ve terbiyesinin, Müslümanların gönüllerine su serpecek nitelikte olması beklenemez.
İslam ümmeti olarak sorunu, fevri, gündelik olayların etkisiyle yorumlamaktan sakınıp, hikmet nazarıyla, hayatın bütününü kapsayan, bütüncül ve tutarlı izahlar yapmak durumundayız. Bilginin gücünü henüz keşfetmiş değiliz. Bilgiye fonlar ayırmalı, çocuklarımızı, en az yüz yıllık geleceğimizi göz önüne alarak, ilim ve tefekküre yönlendirmeliyiz. Malımızla, canımızla ve bütün imkanlarımızla -vüs’atimiz oranında- vereceğimiz mücahede ve mücadele, toplumun İslamlaşması için olmalıdır. Darul İslam’ı yeniden kurmalıyız. Biz Allah yolunda mücahede ve mücadele edersek, Allah bizlere yardım edecek, ufkumuzu genişletecek, basiretimizi açacaktır. Bütün mesele, şikayetçi olduğumuz şirk, küfür ve tuğyana karşı saf tutmak ve İslam’ın dostu (velîsi) olduğumuzu açıkça ortaya koymaktır.
Her birimiz yaşadığımız hayattan hiç tat almıyoruz çünkü imanımız uğrunda dişe dokunur bir mücadelemiz yoktur. Hayattan emekli olmuş gibiyiz. Sığıntı psikolojisiyle hareket ediyoruz. Gerçek bir tevhid mücadelesi başlattığımız gün bütün bu sıkıntılarımız yerini kalp huzuru ve itminana bırakacaktır. Çünkü önemli olan mücadele vermektir. Sonucu tayin eden Allah’tır.
Unutmamalıyız ki müslim ve mümin olmak doğru yolda olmak demektir. Rabbimiz bizi şöyle tanımlamaktadır: “Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer müminlerseniz, en üstün olan sizsiniz!”
İKTİBAS
1 Comment
Muvahhid.
6 Ekim 2019, 22:13Yine dört başı mamur bir yazı olmuş, elinize sağlık.
REPLY