Mevlid, doğum zamanı demek ve Mevlid gecesi de Rebiul-evvel ayının 11. ve 12. günleri arasındaki gecedir. Bu yıl farklı olarak 14 Şubat gününe “sevgililer günü” denk düşmüş. Tabi böyle olunca gözler hemen Diyanet İşleri Başkanı’nın yapacağı konuşmaya çevrilmiş. Nilgün Balkaç’ın “Herkes çok merak ediyor, 14 Şubat tarihi Sevgililer Günü ve aynı zamanda bu yıl Mevlit
Mevlid, doğum zamanı demek ve Mevlid gecesi de Rebiul-evvel ayının 11. ve 12. günleri arasındaki gecedir. Bu yıl farklı olarak 14 Şubat gününe “sevgililer günü” denk düşmüş. Tabi böyle olunca gözler hemen Diyanet İşleri Başkanı’nın yapacağı konuşmaya çevrilmiş.
Nilgün Balkaç’ın “Herkes çok merak ediyor, 14 Şubat tarihi Sevgililer Günü ve aynı zamanda bu yıl Mevlit Kandili. Farklı çözümler bulunmaya çalışılıyor, Sevgililer Günü’nün önceden kutlanması gibi. Sizin bu konudaki yorumunuzu alabilir miyiz?” şeklindeki sorusuna Prof. Görmez şu yanıtı vermiş:
“Ne güzel bir tesadüf veya tevafuk. Çünkü biz kendi kültürümüzde ve medeniyetimizde sevgili Peygamberimize ‘Sevgililer Sevgilisi’ adını veriyoruz. Hem de bütün sevgilerin kaynağı yaratıcımıza olan sevgimizi de gösterir, böyle bakıyoruz. Bizim kültürümüzde Peygamberimize çok farklı bir sevgimiz var.
Dolayısıyla bu iki günün bu sene tesadüf etmesini bir güzellik olarak görüyorum. Biz hem hep birlikte ‘Sevgililer Sevgilisi’nin doğum gününü kutlarız, mevlidi çok daha canlı yaşarız hem de ‘Sevgililer Sevgilisi’nden aldığımız sevgiyi kendi sevgililerimize de en güzel şekilde ifade etmiş oluruz.” (Ntv ve www.ntvmsnbc.com 07/02/2011)
Nilgün Balkaç’ın yüreğine su serpmiş anlaşılan. Madem Diyanet İşleri Başkanı bu soruya cevap vermemiş. Ben hemen cevap vereyim. Sevgililer gününü Müslümanlar kutlayamazlar. Müslümanların geleneğinde böylesi şeyler yoktur. Hele ki İslam’da Allah’ın hudutlarını çiğneyerek nikâh olmadan birbirlerine sevgili deyip yapa geldikleri yasak şeyleri meşrulaştırmak hiç yoktur. Anlaşılan Diyanet İşleri Başkanı işi anlamazlığa vermiş. Tıpkı sevgililer günü gibi, bu Peygamber bile olsa bir kimsenin doğum gününü de kutlamak İslam’da yoktur. İkisi de Hıristiyan kültürü içerisinde yer alıyor.
“Sevgililer Günü’nün başlangıç tarihi eski Roma İmparatorluğu zamanına uzanıyor. Eski Roma’da 14 Şubat günü bütün Roma halkı için önemli bir gündü. Çünkü bu günde Roma tanrı ve tanrıçalarının kraliçesi olan Juno’ya duyulan saygıdan ötürü tatil yapılırdı. Juno ayrıca Roma halkı tarafından kadınlık ve evlilik tanrıçası olarak da biliniyordu. Bu günü takip eden 15 Şubat gününde ise Lupercalia Bayramı başlıyordu.
Bu bayram, halkın genç nüfusu için büyük önem taşıyordu. Bunun nedeni ise yaşantıları kesin kurallar ile sınırlandırılmış, bunun doğal sonucu olarak bir birliktelik yaşama şansı olmayan bu gençler, sadece bu bayram süresince bile olsa birbirlerinin partneri oluyorlardı.
Hangi genç bayanın hangi genç erkek ile bir çift oluşturacağı eski bir gelenek olan ve Lupercalia Bayramı’nın arife günü yapılan bir çekiliş ile belli oluyordu. Romalı genç kızlar, isimlerini küçük kâğıt parçalarının üzerine yazıp bir kavanoza koyuyorlardı. Erkekler ise kavanozdan bu kâğıtları çekerek üzerinde hangi kızın ismi yazıyorsa o kızla bayram eğlenceleri boyunca beraber oluyorlardı. Bu birliktelikler birbirine aşık olan çiftler için bayram süresinin dışına taşıp genellikle evlilikle sonlanıyordu.
İmparator 2. Claudius, Roma’yı kendi katı kuralları ile zalimce yöneten bir hükümdardı. Onun için en büyük problem, ordusunda savaşacak asker bulamamaktı. Ona göre bu durumun tek sebebi Romalı erkeklerin aşklarını ve ailelerini bırakmak istememeleriydi. İşte bu yüzden, Roma’daki tüm nişan ve evlilikleri kaldırdı.
Aziz Valentine de Claudius’un hükümdarlığı zamanında Roma’da yaşayan bir papazdı. Kendisi gibi papaz olan Aziz Marius ile birlikte Claudius’un yasağına rağmen gizlice çiftleri evlendirmeye devam etti. Ancak İmparator bu durumu bir süre sonra öğrendi. Aziz Valentine, insanları evlendirmeye devam ettiği için tutuklandı ve yaptıklarının cezası olarak sopa ile dövülerek öldürüldü. Milattan sonra 270 yılının 14 Şubat’ında Hıristiyan şehitliğine gömüldü.
Aynı zamanlarda Roma’daki putperestler, şubat ayı içinde kutlanan Lupercalia Bayramı’nı kendi putperest tanrıları için kutluyorlardı. Bayram öncesi yapılan geleneksel çekilişi ise seremoniye bağlı kalarak kendileri için uygulamaya başladılar.
Hıristiyan Kilisesi’nin ilk kurulduğu yıllarda hizmet veren papazlar, bu törenlerin, özellikle de evlenmemiş gençlerin putperestler ile birlikte anılmasından rahatsız oldukları için bir çözüm buldular. Bu gençlerin isimlerinin azizlerle birlikte anılmasını istedikleri için Lupercalia Bayramı’nın başladığı günü Aziz Valentine Günü olarak kutlamaya başladılar. O gün bugündür her yılın 14 Şubat’ı “Sevgililer Günü” olarak kutlanmaya devam ediyor.” (Sevgililer Günü blog sayfası)
Yani anlayacağınız sevgililer günü diye bir şey ne İslam’ın nede bizim kültürümüzün onaylayacağı bir şey değildir. Fakat bu yönde oluşturulmaya çalışılan büyük gayretler söz konusudur. Toplumda gönüllülük esası gayrimeşru ilişkiler meşrulaştırılmaya çalışılıyor.
Mevlid kandili ile ilgili ise şöyle bir kitapları karıştırdığınızda karşınızda birçok hurafe çıktığını görebiliyorsunuz. Bu konuda da iş çığrından epey çıkmış gibi görünüyor. Peygamberimizi (S) sevdiğimizi belirten sözler söylemenin kişiyi cennete götüren bir amel olduğu ile ilgili birçok zayıf, uydurma hadislere rastlayabiliyorsunuz.
Bu gecede okunan bir de Süleyman Çelebi’nin yazdığı Mevlid-i Şerif var. Bu kitaptaki sözler belli bir makamla okunuyor. Bu kitabın yazımı ile ilgilide ilginç notlar var.
“Mevlid-i Şerif’in müellifi Sultan Birinci Murâd Hanın vezirlerinden Ahmed Paşanın oğlu, Şeyh Mahmûd Efendinin torunu Süleyman Çelebi’dir. Mevlid-i Şerif’in bulunduğu “Vasilet’ün-Necat” adlı eseri 60 yaşında yazdığı rivayet edilir. Eserini yazmasının sebebi olarak gösterilen hâdise hakkında; Künh-ül-Ahbâr, Güldeste, Tezkire-i Latîfî ve başka kaynaklarda geniş bilgi vardır. Süleyman Çelebi’nin vefatı için düşürülen tarih, “Râhat-ı ervâh”tır. Mezarı, Bursa’da Çekirge yolu üzerindedir. İyi bir tahsil gören Süleyman Çelebi, Bursa’daki Ulu Caminin baş imamlığına getirildi. Bu camideki imamlığı sırasında, bir gün İranlı bir vaiz, vâz ve nasihat ederken, Bakara suresinin iki yüz seksen beşinci âyet-i kerîmesinin; “Biz Allahü Teâlâ’nın Peygamberlerinden hiç birinin arasını ayırt etmeyiz (hepsine inanırız). Duyduk ve itaat ettik.” meal-i şerifini tefsir ederken de; “Hazret-i Muhammed ile hazret-i İsa arasında hiçbir farklılık, üstünlük yoktur.” diye, kendi kafasına, bozuk inanışına göre tefsîr etti. Cemâat arasında bulunan bir kimse dayanamayıp, ayağa kalktı ve; “Ey câhil! Kendi kafana göre nasıl tefsir edebilirsin? Sen bu ilimde çok gerilerdesin. Hiç peygamberler (aleyhimüsselâm) arasında üstünlük farkı olmaz olur mu? Elbette peygamberimiz Muhammed (aleyhisselâm), bütün peygamberlerden daha üstündür. Burada fark yoktur demek, nübüvvet ve risâlet yönünden fark yoktur demektir. Üstünlükler, mertebeler yönünden değildir. Burada; “Birinin peygamberliğini kabul edip, diğerini kabul etmeyerek aralarında bir ayrılık gütmeyiz. Her birini kendi derecelerine göre peygamber olarak kabul ederiz” buyrulmaktadır. Bundan, derece ve faziletleri aynıdır anlamı çıkmaz. Bunun ispatı ise, yine Bakara suresinin iki yüz elli üçüncü ayet-i kerimesidir. Burada mealen; “Bu (surede sözü geçen) peygamberlerin bir kısmını, kendilerine verilen özelliklerle diğerlerinden üstün kıldık.” buyrulmaktadır. Görüldüğü gibi, bu iki ayet-i kerime, bizim âlimlerimizin tefsir ettiği gibi birbirlerini doğrulamaktadır. Hâlbuki senin bozuk düşüncene göre birbirlerini tekzip etmektedir ki, hâşâ bu olamaz!” gibi pek çok sözler söyledi, pek çok deliller getirdi. Neticede İranlı vaiz, yanlış düşündüğünü kabul etti. Bütün bunlara şâhid olan Ulu Cami baş imamı Süleyman Çelebi, bu hâdiseden dolayı çok duygulanmış ve meşhur Mevlid-i Şerifini yazmıştır. Mevlid-i Şerif’inde, hep Ehl-i sünnet itikadını anlatmıştır.” (Amerika Müslümanlar Birliği, internet sayfası)
Burada da görüldüğü gibi ayet bile bu kimseleri tüm Peygamberlerin Allah katında bir olduğuna inandıramamış. Peygamberimizi (S) yücelten nağmeler okunarak büyük bir iş yaptıkları konusunda kendilerini şartlandırmışlar. İslam tamda törensel bir seremoniye dönüştürülmüş. Bu gecelere katılanlarımız bilir, Peygamber efendimiz (S) övülüp onun mucizeleri, nasıl faziletli birisi olduğu anlatıldıktan sonra O’ndan bol bol şefaat de istenir. Biz Müslümanlara şefaat etmesi için dualarda bulunulur. Bu konuda bende birkaç ayet belirteceğim ama bu Peygamberimizi (S) çok seven! ama onun getirdiği İslami düzeni yeniden kurmak için hiçbir çaba sarf etmeyen bağlıları bu ayetlere de yanlış anlıyorsunuz diyeceklerdir. Ben yinede ayetleri vereyim ki yaptıkları şeylerin gerçekten boş şeyler olduğunu belki anlayanları çıkar.
“Yoksa Allah’tan başka şefaat ediciler mi edindiler? De ki: “Ya onlar, hiçbir şeye malik değillerse ve akıl da erdiremiyorlarsa?” (Zümer Suresi, 43)
De ki: “Şefaatin tümü Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz.” (Zümer Suresi, 44)
“Göklerde nice melekler vardır ki, onların şefaatleri hiçbir şeyle yarar sağlamaz; ancak Allah’ın dileyip razı olduğu kimseye izin verdikten sonra başka.” (Necm Suresi, 26)
Namazlarında sürekli Fatiha suresinde “yalnız senden yardım dileriz” diyen cemaat İslam’dan çok sonraları çıkan Mevlitte Peygamberimize (S) ithafen söyledikleri “Sen gittin derdimizi dinleyen yok, yardım edenimiz yok “sözlerinin nasılda yanlış bir söz olduğunun farkında değiller.
Zaten şöyle bir çevremize baktığımızda bu insanların normal zamanda yapmadığı ibadetleri bu tarz gecelerde yaptıklarını görüyoruz. Oruç tutmak çok zor olmasına rağmen orucunu tutmaya çalışır, normalde namaz kılmayanlar bu gecelerde camileri doldurarak namazlarını kılmaya çalışırlar. Fakat her ne hikmet ise toplumumuzda öylesine derin bir dini kamuoyu! vardır ki bir türlü bu tarz gecelerde Kur’an’ı kendi dillerinde okumaları gerektiğini düşünemezler. İş o noktaya geliyor ki Bu gecelerde Kur’an’ı anlamı ile okuyup Allah’ın sözlerini hayatımıza aktarmamız gerekirken bu işin yerini birde mevlid-i şerif denilen bir şey almış. Kur’an kendi ifadesi ile ‘’ insanlara yol gösterici, doğru yola iletici, eğri ile doğruyu birbirinden ayırt edici olarak indirilmiştir.(Bakara–185) Yani yol gösterici olan Kur’an’dır. Peki kendi dillerinde Kur’an’ı okumayan, bu tarz gecelerde sürekli anlamadıkları bir dilde hatim! İndiren dini törenleştirip hayatlarından çıkaran bu kişiler nasıl doğru yolu bulacaklar ve nasıl Kur’an’ın belirlediği doğru ile yanlışı birbirinde ayırt edeceklerdir ki? İşte burada müthiş bir çelişki ile karşı karşıya kalıyoruz. Zaten bu çelişkili durumumuz kutlamaya başladığımız mübarek gün ve gecelerden itibaren başlıyor.
Halbuki halk arasında bilinen, bir bütün olarak üç ayların tamamı ayrıca kandil geceleri, Ramazan ayı, Kadir Gecesi, Cuma günü gibi mübarekliği ayet ve hadislere dayandırılan gecelerden sadece “Kadir Gecesi’” ve “İsra” Kur’an’da bahsedilmektedir. Fakat ne Kur’an’da ne de Peygamberimizin (S.A.V) hayatında halkın genelinin anladığı şekilde bir gece ya da kutsal gün anlayış biçimi bulunmamaktadır. Halk arasında Peygamberimizin (S) tavsiye ettiğinin söylendiği bir gece olan “Berat Gecesi”nin nasıl vuku bulduğuna göz attığımızda bu konuda söylenmek istenilen şey daha iyi anlaşılacaktır.
“Berat Gecesi”nin varlığına dayandırılan ayetler Duhan Suresinin ayetleridir. Yüce Allah, Kur’ân’da şöyle buyurmaktadır: “1. Hâ-mîm, 2. Düşün özünde açık olan ve her hakikati bütün açıklığıyla ortaya seren bu ilahî kelamı! 3. Biz onu kutlu bir gecede indirdik: zaten Biz, (insanı) her zaman uyarmaktayız. 4. O (gece)de, bütün (iyi ve kötü) şeyler arasındaki farklılık, hikmetle ortaya konmuştur, 5. Katımızdan bir emir gereği: çünkü Biz (doğru yola ileten mesajlarımızı) her zaman göndermekteyiz…”
Bu ayette geçen “gece” kelimesi ile, Tirmizî’nin Sünen’inde, “Yüce Allah Şaban ayının ortasındaki gecede dünya semasına iner. Kelb Oğulları koyunlarının tüyleri sayısından daha çok insanı affeder…” şeklinde ve diğer kitaplarda geçen rivayetlerdeki “gece” kelimesi, birbirleriyle örtüştürülerek(!) “berat” gecesi diye isimlendirilen bir gece ihdas edilmiştir.
Özellikle halkın elinde dolaşan (maalesef çoğu tasavvuf kaynaklı) klasik kitaplarımızda geçen şu hadis de Duhan suresindeki mezkûr ayetlerle, bilhassa dördüncü ayetteki “O (gece)de, farklılık ortaya konmuştur” ifadesiyle örtüştürülür: “Şaban ayının 15. gecesinde, Allahu Teala gelecek sene o geceye kadar bir senelik işleri tedbir, takdir ve tayin eder. O yıl içinde ölecek olanların isimleri yaşayanlar defterinden, ölüler defterine geçirilir, o sene hacca gidecek olanlar yazılır, doğacak ve ölecek olanlarla bütün canlıların yaşaması için gerekli ihtiyaç maddeleri o gece tespit ve takdir olunur. Herkesin amel ve işleri Allahu Teala’nın huzuruna bu gece çıkarılır…”
İslamî ilimlerle az çok uğraşan herkes, “Hadis Usulü” ilmindeki şu kaideyi hatırlarlar: “İlk dönem İslam alimleri/muhaddisler, ahkam ifade eden konulardaki hadisleri almakta/kabul etmekte gösterdikleri titizlikleri, diğer hadisler özellikle de fezâil (faziletler) ile ilgili hadislerde göstermemişlerdir.” Bu yüzden “faziletli amel” veya “faziletli …” şeklindeki ifadelerin yer aldığı hadislerin çoğunun “zayıf veya uydurma” olabileceğine işaret etmişler ve bu hususa bizim dikkatlerimizi çekmişlerdir.
Yukarıdakiler göz önüne alınınca, şu anda Müslümanlar arasında rağbette bulunan “mübarek günler ve geceler” konulu kitaplarda yer alan hadislerin, neredeyse tamamının, zayıf, uydurma ve esaslı hadis kitaplarında yer almayan veya yer alsa da zayıflığına işaret edilen hadisler oldukları gözlenebilir. Tabii böyle mübarek(!) bir gece düşünülünce, o gecenin ihyası için şu kadar rekâtlı ve şöyle dualarla meşgul namaz vb. ibadetler de beraberinde zikredilerek Hz. Peygamber (S)’e isnat ettirilecektir.
Durumun aşağıda temas edeceğimiz mantığı belli olmakla beraber, yukarıda zikredilen ayetin Berat gecesiyle ilgisinin olmadığını da belirtmek gerekmektedir. Yine böyle bir gecenin, Hz. Peygamber (S) ve sahabesi tarafından ihya edilmesi/kutlanması gibi bir geleneğin olmadığı da herkes tarafından bilinmektedir. Zaten herhangi bir şer’î dayanağı bulunmadığından halk arasında yaygın hale getirilmiş olan ve bazı mübarek gecelere mahsus olduğu zannedilen namazları, cemaatle kılmak bidat olduğu için de, mekruhtur.
Yine önemle belirtilmesi gereken bir başka husus da, bu konularda zikredilen ve Allah’ın kullarını ibadete yönlendirmeyi hedeflediği düşünülen bu hadislerin(!), teker teker incelendiği zaman, çoğunun Kur’ân’a ters ve kendi aralarında da çelişkili oldukları müşahede edilebilir. Sadece birini örnek verecek olursak: “…Allah bu gecede kendisine şirk koşmayan herkesi mağfiret eder, ancak, büyücü, falcı ve devamlı şarap içenler, riya ve zinada ısrar edenler bu af ve mağfiretin dışında kalırlar. Ancak tevbe ederlerse hariç.”
Sonuç, bu hale “din” demek gibi bir cüreti bile kabullenmekten kaçınmamız gerekirken, “insanları ibadete teşvik etmek gayesiyle” belli günleri kendisi istemeksizin “Allah’a has” kılmaktır. Bunun mazereti ne olabilir? O’nun noksanını mı tamamlamaya çalışıyoruz?
Böyle bir anlayış, “her gün rezil, … gecesinde âbid” olan kulların sayısını artırmamış mıdır?
Her gün yaşanması ve hayata geçirilmesi istenen dinî zihniyetin, belli gün ve gecelere tahsis edilmesi, bunun sonucu değil midir? Mesela, ülkemizdeki birçok şehirde “kandil münasebetiyle kapalı” bar, pavyon, kumarhane vs. bu anlayışın uzantısı değilse nedir?
İnsanların zaten dinden ve ibadetten uzak olduğunu, hiç olmazsa kandiller vesilesiyle cami ve ibadete yöneldiklerini, bu yüzden bunların bidat da olsa yapılmasını ve yaşamasını” istemenin mantığı ile hareket edenler, “dini belli günlere tahsis eden ve sadece o günleri öne çıkaran ve o günler vesilesiyle kurtuluşa ereceğini zanneden “Hıristiyan” mantıklı anlayışı öne çıkarmış olmuyorlar mı?
– “Böyle bir geceyi ihya etmek suretiyle, bir yıl ihya edilmiş olunur” anlayışı da, insanların “köşe dönme” mantığına destek olmuyor mu? Bakın etrafınıza, bunun misallerini ve kendi nefsinizde de icraatını müşahede etmiyor musunuz?
– “Fazla mal göz çıkarmaz, fazla ibadetten ne zarar gelir” demek de çözüm değildir. Çünkü dinin sahibi ve bildireni olarak Allah, tatbikatçısı olarak da Peygamberi, kullara böyle bir mükellefiyeti yüklemediği gibi, daima zikir ve tefekkür halinde olmasını ve böylece de “müslüman zihinli” şahsiyetlerin oluşmasını arzulayan hedefleri de sapmış olmaz mı? Çünkü “daima” yerini “bazı gün ve gecelere” bırakmıştır. Sonuç açıktır: Bidatlere boğulmuş, sapmış ve tahrif edilmiş bir din. Bu, bidatleri savunmaktan başka bir şey de değildir.
Heyhat, bazı özel gün ve gecelerin insanlar üzerindeki psiko-sosyal fayda ve tesirlerinin yazılması beklenen(!) bu tarz bir yazının sonucu nereye vardı… Bu yüzden birileri, “bir tek kandillerimiz kalmıştı, onu da elimizden çıkarmaya çalışıyorlar” demesinler. Ben dini zorlaştırmak ve kolaylaştırmak gibi bir hedef de gütmüyorum. Çünkü dinin bizzat kendisi kolaydır ve ben, size -kanaatimce- daha doğru ve asıl olanı tavsiye ediyorum, üstelik benim diyeceğim belki de daha zor olanı: “Devamlı Adam Gibi Müslüman Olmak.” Aslında zor görünse de mümine kolay gelen budur: “Bazı geceler ve günlerde değil, daima müslüman olmak ve daima müslümanca düşünmektir.’’ (Dr. M. Hanefi PALABIYIK)
Dr. M. Hanefi Palabıyık’ın yayınlanan bu makalesinde bahsedilen konular umarım bu gün ve gecelere bakışımızı doğru yöne kanalize edecektir.
Sözün özü bizleri Allah katında değerli yada değersiz kılacak şey Kur’an’da geçen emir ve yasaklara gösterdiğimiz olumlu ya da olumsuz tavırlarımızdır. O halde bizlerin en öncelikli yapması gereken şey Kur’an’ı kendi dilimizde okuyup hayatımızda yaşamaya çalışmaktır. Tüm bunları yapmaya ikna olmamız Kur’an’ın nasıl bir kitap olarak gördüğümüzle alakalı bir meseledir.
“O kitap (Kur’an); onda asla şüphe yoktur. O, muttakiler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.” (Bakara, 2)
“Bunlar, kendi içinde apaçık ve tutarlı olan ve gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koyan ilahî kelâmın mesajlarıdır.” (Şuara, 2)
“Elif-Lâm-Râ. Bunlar, doğruyu/gerçeği apaçık gösteren, kendisi de açık olan kitabın mesajlarıdır.” (Yusuf, 1)
Bugün insanların Kur’an ile buluşmasında, vahiy ile nefislerini arındırmasında ve hayatlarını Allah’ın ayetleri ile yönlendirmesindeki en önemli engellerin başında “Kur’an’ın herkes tarafından anlaşılamayacak bir kitap olduğu” önyargısı gelmektedir, bu listenin devamı da vardır. Kişilerin Allah’ın vahyi ile doğrudan muhatap olmasının önüne bir sürü şart koyulmuş: Çok iyi bir Arapça bilgisi; tefsir usulü, hadis ve hadis usulü, fıkıh usulü, nüzul sebepleri, muhkem/müteşabih, nasih/mensuh ayetler bilgisi, İslam tarihi, İslam düşünürlerin klasik eserleri, cahiliyye şiiri, Arap edebiyatı, Arap ve Ortadoğu tarihi, siyaset, ekonomi, fenbilimleri… Tüm bu alanlarda detaylı bilgiye vakıf olmadan Kur’an’ın sıhhatli bir şekilde anlaşılamayacağı kesin ifadelerle ileri sürülerek, adeta insanlar Kur’an’dan uzaklaştırılmaktadır.
Kur’an’ın anlaşılmayacağı, anlayabilmek için ciltler dolusu kitap okumak gerektiği şeklinde ileri sürülen görüşleri; “Biz onları anlayasınız diye indirdik” (12/ Yusuf,2); şeklindeki ayetler reddetmektedir.
“Akledesiniz diye indirdik” (Zuhruf,3);
“Güçlük çekesin diye indirmedik” (Tâhâ 2);
“Öğüt alasınız diye kolaylaştırdık” (Kamer,17, 22, 32, 40)
“İşte bu yüzden bizler; Kur’an ile arınmak ve arıtmak; nefsimizi, hayatımızı, yakın çevremizi, dost ve düşmanlarımızı Kur’an’ın mesajlarıyla tanıştırmak zorundayız. Kur’an’ın anlaşılmasının ve yaşanmasının önündeki iç ve dış engelleri ortadan kaldırmak, insanları yeniden ve daha doğru usullerle Kur’an ile buluşturmak gerekiyor. İnsanların Kur’an’ı anlayamayacağını, onu anlamak için “onlarca ilim öğrenmek, binlerce sayfalık bir külliyatı su gibi içmek ve a’dan z’ye herşeyi harfi harfine bilmek gerekir” diyenlere inat Kur’an’la tanıştırmalı, buluşturmalıyız. Yine ve yeniden… Bıkmadan, usanmadan. Samimi bir niyetle ve anlamak maksadıyla tekrar tekrar okudukça daha iyi, daha çok anlayacağız. Çünkü bunu bize Rabbimiz söylüyor. O Kur’an “apaçık” ve “anlaşılır” derken, onu “kolaylaştırdığını” söylerken, “anlamak için” gönderdiğini bildirirken, üzerinde “düşünmemizi” isterken ve hayatımızda vahyin şahitliği yapma sorumluluğunu yüklerken, Kur’an’ı “anlaşılmaz ya da anlaşılması çok zor” görenler, Allah’ın ayetleriyle düştüğü çelişkiyi kabul etmek yerine “ama” diyerek başladıkları cümleleri sıraladıklarında neyi/neden koruduklarını düşünmektedirler?’’ (TOKAD)
Umulur ki neredeyse Kur’an’dan fazla okunmaya çalışılan ve içerisinde Kur’an’a tamamen çelişen sözler bulunan Mevlid-i Şerif gibi şeylerin önemsemekten vaz geçeriz. Hıristiyan kültürüne ait olan bu tarz kutlamaları sırf Allah’ın dinini tahrif edip laiklere hoş görünmek isteyen aldatıcılarımız böyle istiyor diye yapıyor olmayız.
Bu tarz bir yanılgı içerisinde olan yada bunu bir şekilde saklama gerekçesi olanlar, hidayet yolunu gizleyenler için Rabbimiz çok kötü bir sonu müjdelemektedir. Umulur ki bu duruma düşmekten korkulur.
“İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz hidayet yolunu gizleyenlere hem Allah hem de bütün lanet ediciler lanet eder.” (Bakara, 159)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *