İbn İshak şöyle anlatıyor: “… Bir gün Peygamberimiz Kâbe’yi tavaf ederken Velid bin Muğire, Umeyye bin Halef ve As bin Vail ile karşılaştı. Bunlar kabileleri arasında dişli kimselerdi. Dediler ki: “Ya Muhammed gel biz senin taptığına tapalım, sen de bizim taptıklarımıza tap. Böylece seninle ortak bir noktada buluşalım. Eğer senin taptığın bizimkinden hayırlıysa ondan nasibimizi
İbn İshak şöyle anlatıyor: “… Bir gün Peygamberimiz Kâbe’yi tavaf ederken Velid bin Muğire, Umeyye bin Halef ve As bin Vail ile karşılaştı. Bunlar kabileleri arasında dişli kimselerdi. Dediler ki: “Ya Muhammed gel biz senin taptığına tapalım, sen de bizim taptıklarımıza tap. Böylece seninle ortak bir noktada buluşalım. Eğer senin taptığın bizimkinden hayırlıysa ondan nasibimizi alırız. Yok, eğer bizim taptıklarımız seninkinden hayırlıysa o zaman sen bizimkinden nasibini almış olursun.” Bunun üzerine Yüce Allah Rasulullah’ın cevap vermesi için şu ayetleri indirdi:
De ki: Ey kâfirler. Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapmazsınız. Ben sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Sizler de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana. (Kafirun–1–6)
Görüldüğü üzere müşrikler Peygamberimize (S) bazı tekliflerle gelmişler. Fakat teklif ettikleri şeyi Allah’ın elçisinin kabul etmesi mümkün değil çünkü böyle bir yetki kendisine bile verilmemiş. Üstelik Yüce Rabbimiz elçisini daha öncede sıkı sıkıya uyarmış;
“Öyleyse yalanlayanlara itaat etme. Onlar istediler ki, sen onlara yumuşak davranasın / müdahene edesin de onlar da sana yumuşak davransınlar. Şunların hiç birine itaat etme: Yemin edip duran aşağılık, herkesi kınayan, söz getirip götüren, hayra engel olan, saldırgan, günahkâr, kaba, sonra da soysuz, alçak, mal ve oğullar sahibi olduğu için, kendine ayetlerimiz okunduğu zaman “eskilerin masalları” dedi. Biz yakında onun burnuna damga vuracağız.” (Kalem, 68/8-15)
Ayette geçen “Müdahene” kavramının anlamı; “Yağ çekmek, ovmak, okşamak, müşriklerin taptıklarına, alçak garazlarına, haksızlıklarına ilişmemek, yalancılıklarına göz yummak, lüzumsuz yere yumuşak davranmaktır”. Bu kişilere karşı mücadele etmemiz ve onlardan ayrışmamız emredilmekteyken onlarla aynı havayı soluyabileceğimizi söylemek Kur’an’ın emirlerine karşı gelmekten başka bir şey değildir. Allah’ın “soysuz ve alçak” olarak nitelendirdiği kimselerle ortak noktalarımız olamaz. Eğer böyle bir şeye yelteniyorsak bu onlara kendi adımıza vereceğimiz tavizler sebebiyle oluşabilir. Bu durumda yaptığımız şeyleri hiçbir zaman Müslüman olarak yapmış olmayacağız. Çünkü biz, Kur’an’da bizlere bildirilen bilgilere sahibiz ve tüm bu işbirlikçiliği hata sonucu yapmış olamayız. Eğer doğru yol bize gösterildikten sonra hala bu tür davranışlardan uzaklaşmıyorsak üzerimizde münafık alametleri var demektir. Doğru yol bizlere gösterilmişken davamıza arka dönmemizin kendimizce haklı gördüğümüz yanları olacaktır tabii. Ama şüphesiz, Allah her şeyin doğrusunu bilmektedir. Gerekli cezayı da o verecektir.
Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, ona arka dönenleri, şeytan sapıklığa sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir.
Bunun sebebi; onların, Allah’ın indirdiğini kerih görenlere “Bazı hususlarda size itaat edeceğiz ” demeleridir. Oysa Allah, onların gizlediklerini biliyor.
Ya melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak?
Bu, Allah’ı gazaplandıran şeye uymaları ve O’nun rızasından hoşnut olmamalarından ötürüdür. Allah da onların işlerini boşa çıkarmıştır. (Muhammed–25–26–27–28)
Her ne sebeple olursa olsun böyle bir uzlaşma içerisine girmişsek bunun gerçek nedenini ve içimizde sakladığımız gizli duyguları Allah eksiksiz olarak bilmektedir ve hesap vermek bizim için kaçınılmazdır. Bu nedenle ayette de belirtildiği gibi müşriklere tıpkı münafıkların söyledikleri gibi “bazı hususlarda size itaat edeceğiz” sözünü vermeyelim. Ya da bunu onaylayan davranışlar içerisinde bulunmayalım. Çünkü onlar;
“Kendilerinin kâfir oldukları gibi, sizin de kâfir olmanızı arzu ederler ki, onlarla bir (eşit) olasınız” (Nisa, 4/89).
“Andolsun ki biz, her kavme “Allah’a ibadet edin ve tağuta kulluk etmekten kaçının ” diye (tebliğ yapması için) bir peygamber gönderdik” (en-Nahl, 16/36)
Rabbimizin de dediği gibi biz onlarla eşit değil onlardan üstünüz. Bu nedenledir ki, hakkımızı arayacağımız mercii Allah’tan başkası değildir. Üstelik meydanlara inip onlarla eşit haklara sahip olmayı talep etmek ve bunu onların kavramlarını kullanarak yapmak onur kırıcı bir durumdur. Hak istenmez alınır ve herhangi bir hak talep edilecekse müşrikler kendi yaşamları adına bu hakları bizden talep edecek bir durumda olmalıdırlar. Kaldı ki, böyle bir durumda söz konusu haklar bizim verebileceğimiz haklar değildir. Aksine bunlar, Rabbimizin onlar için uygun gördüğü haklar olacaktır. Dolayısıyla meydanlara inip “Ortak akılla çıktık yola, demokrasi yolunda vermeyeceğiz mola, egemenlik ne yargının ne de darbelerindir, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sloganları atmak ve bu huşu ile seçim sandıklarına koşmak bir Müslüman için utanç verici bir durumdur. Bu noktada dünyaya dair kazanımlar adına Kur’an’ın ayetlerini görmezden gelmek bir müslümanın göstereceği tavır olmamalıdır.
Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin Allah’a ait olduğunu bilmiyor musunuz? Allah’tan başka hiçbir dostunuz ve destekçiniz de yoktur. (Bakara–107)
Bu ayet bazı müminlerin yanıltıcı yahudi propagandasına aldanmaları, onların aldatıcı gerekçeleri ile kafalarının karışması ve bunun sonucu olarak Peygamber efendimize yönelik güven duygusu ve kesin inançla bağdaşmayan sorular sormaya kalkışmalarını konu edinmektedir. Ayet kesin bir ifade ile Allah’ın müminler için tek dost ve destekçi olduğunu, gökyüzünün ve yeryüzünün egemenliğinin kesin olarak O’na ait olduğunu vurguluyor. Yani günümüzde Müslümanların, laiklerin yanıltıcı propagandalarına aldanarak, onların aldatıcı gerekçeleri ile kafalarının karışması sonucu meydanlarda demokrasi talebinde bulunmaları ve egemenliğin kayıtsız şartsız bir şekilde millete verilmesini teklif etmeleri koskoca bir yanılgıdan ibarettir. Bu yanılgı içindeki Müslümanlara şunu sormak lazım; neden
Yalnız Allah’ın hükmüne çağrıldığınız zaman kabul etmiyorsunuz. Fakat (bununla birlikte, şirk unsuru olan) başka hükümler söz konusu olunca kabul ediyorsunuz. Oysa, hüküm yalnız her şeye gücü yeten Allah’a aittir.» (Mü’min-12)
Umarım bunca açık uyarı ile karşılaştıktan sonra bu tarz taleplerin birer kandırmacadan ibaret olduğu anlaşılmıştır. Bu tür taleplere aldanmayalım, bizlerin tek dostu ve yardımcısı Allah’tır. Unutulmamalıdır ki,
…Egemenlik sadece Allah’ın tekelindedir. O yalnız kendisine kulluk sunmanızı emretmiştir. Dosdoğru din, işte budur. Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmezler.” (Yusuf–40)
Evet, dosdoğru din de işte budur! Allah yalnızca kendisine kulluk sunmamızı istiyor. Bu nedenle müşriklerle ilişkilerimizde herhangi bir beşeri ideolojiyi Allah’a isnad etmemek durumundayız. Yine unutulmamalıdır ki, müşrikler onların kavram ve yaşantılarını kabul etmediğimiz sürece bizlere karşı hiçbir şekilde dostluk beslemeyecekler. Onların dostlukları ve bizlere bu dünya hayatı için sundukları sahte kazanımlar adına, ayetlerle bizlere iletilen emirleri görmezden gelerek, birtakım suni kavramları meşrulaştırmak, bizi öteki dünyada büyük bir azapla karşı kaşıya bırakacaktır. Şu durumda müşriklerin dostluklarını ve bizlere sunacakları eşit statüyü(!) talep etmekten vazgeçmeliyiz. Zira bu, bizlere bırakılmış bir seçim değildir. Allah, müşriklerin hoşnutluğunu kazanmak adına kendisine asılsız şeylerin isnat edilmesini azap ile cezalandıracaktır;
“Bir başka şeyi bize isnad etmen için, sana vahyettiğimizden seni ayırmaya çabalıyorlar. İşte o zaman seni candan dost edineceklerdi. Sana sebat vermeseydik, andolsun ki, az da olsa onlara meyledecektin. O takdirde sana, hayatın da ölümün de kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı hiç bir yardımcı da bulamazdın’ (İsra, 17/73–751.)
Bu, kesinlikle riayet edilmesi gereken bir ilkedir. Lakin hakikatin açık seçik bir biçimde müşriklere açıklanması ve “bu hakikate tabi olmanız gerekiyor” denilmesi halinde dahi söz konusu zihniyet bu hakikatin doğruluğunu kabul etmeyecektir. Kendilerini “Müslüman” olarak adlandıran birçok kesim de bu hakikatin yaşanılmasına karşı çıkacaktır. Ayetleri metin üzerine tahrif edemeyeceğimiz için muhtemelen hakikati görmezden gelmemiz önerilecektir. Zira müşrikler, kendilerini uyaran Peygambere (S) bu teklifi yapıyorlardı. Fakat İsra suresindeki kesin emirden sonra Peygamber (S) bu tekliflere şu şekilde cevap vermiştir;
“Onlara ayetlerimiz açık açık okununca, bizimle karşılaşmayı ummayanlar (ahireti inkâr edenler): “Bundan başka bir Kur’an getir, ya da bunu değiştir” dediler. De ki: “Onu kendi irademle değiştiremem. Ben, ancak bana vahyedilene tâbi oluyorum. Şayet ben, Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından korkarım.” (Yunus–15)
Günümüz itibariyle Müslümanlar, Kur’an’ın bu net hükümleri ile müşriklere tebliğde bulunmuyorlar. Üstelik müşriklerin teklifleri değerlendirilirken Kur’an’a bakma ihtiyacı dahi duymuyorlar. Hal böyle iken, Kur’an’ın yaşantımızı yönlendiren bir etkiye sahip olması mümkün değildir. Zira hiç kimse beşeri ideolojilere bağlılığını ifade ederken tıpkı Peygamberleri (S) gibi;
“Onu kendi irademle değiştiremem. Ben, ancak bana vahyedilene tâbi oluyorum. Şayet ben, Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından korkarım” (Yunus–15) demiyor.
Hâlbuki yapılması gereken şey, müşriklerden ayrışıp hak taleplerini bir kenara bırakarak Allah bu dini üstün kılana dek veya her birimiz bu uğurda ölene kadar mücadele vermektir. Zira müşrikler Peygamberimizin amcası Ebu Talib’e gelerek Rasulullah’ı şikayet ettiklerinde, Ebu Talib müşriklerin uzlaşma taleplerini Peygamberimiz’e ilettiğinde şu meşhur cevabı vermiştir:
“Amcacığım, vallahi bu işten vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar yine de vazgeçmem. Allah bu dini üstün kılana dek veya ben bu uğurda ölene kadar bir an bile mücadeleden geri kalmam…”
Geçmişte Müslüman kardeşlerimiz referandum sürecinde Yüce rabbimizin apaçık tüm bu uyarılarına Peygamberimizin apaçık sünnetine rağmen seçim sandıkları ile barışık bir tutum sergilediler. Umarım bu davranışları kardeşlerimizde alışkanlığa dönüşmemiştir. Şunu hiçbir zaman unutmayalım ki bir olan Allah, tek başına diri, otoriter ve maliktir. Bu olgu Müslümanların zihinlerinde ve idraklerindeki bütün şirk çeşitlerini söküp atmalıdır. Bizler Kur’an esaslarını değil de batılı devletlerin hevalarından uydurdukları yasaları kendilerine örnek almış böylesi sistemlerin seçimlerine müdahil olamayız.
Çünkü; “Hüküm yalnız Allah’ındır. O kendisinden başkasına kulluk etmememizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur. Ama insanların çoğu bilmiyorlar.” (12/Yusuf-40)
Müslümanların sistemin değişmesi adına oy kullanmaları da çok yanıltıcı bir tutumdur. Burada amaç eğer oy kullanarak kendimize göre İslamcı gördüğümüz partilerin sistemi değiştirmesi ise bu çok safça bir anlayıştır. Şundan emin olabilirsiniz ki oy kullanmak eğer sistemi değiştirebilse idi yasadışı ilan edilirdi zaten.
Öyle ise tüm bu konuda atılacak ilk adım, cahiliyyeden beri olduğumuzu fiilen ortaya koymaktır. Düşünce, söylem ve eylem bağlamında tamamen ayrışmak… Bu, ortak noktalarda buluşmaya asla müsaade etmeyen bir ayrışmadır. Yardımlaşmayı imkânsız kılan bir farklılıktır. Ne zaman ki, cahiliyye taraftarları bütünü ile cahiliyyeden İslam’a geçerler, bu durum da ancak o zaman son bulur. Orta yolda buluşmak yok… Ortak çözüm aramak yok… Cahiliyye istediği kadar İslam kılığına bürünsün, istediği kadar İslam’ın adını kullansın. Eğer bunu yapmaz isek hiçbir zaman “Allah a ibadet ediyoruz“ diye Firavun, Haman, Karun ve Bel’am’a ibadet etmekten; “Tevhid’e bağlıyız” diyerek Şirk’e bağlı olmaktan; “mü’miniz” diyerek kafir olmaktan; “Kabe’yi tavaf ediyoruz” zannıyla Firavun’un ringinde köşe kapmaca oynamaktan; “Namaz kılıyoruz” zannıyla yatıp kalkmaktan; “Oruç tutuyoruz” zannıyla aç ve susuz kalmaktan ; “İnanıyoruz” zannıyla inkar etmekten; “Resul’e inanıyoruz, onu rehber tanıyoruz” zannıyla Ebu Cehil’i peygamberleştirmekten; “Kur’an’a inanıyoruz ve yolumuz Kur’an yoludur” zannıyla bir takım insanların heva ve heveslerinin peşinden gitmekten hiçbir zaman kurtulamayız.” (Din Nedir/Salih Gürdal)
Öyleyse Rabbimiz bizleri doğru yola ilettikten sonra topuklarımız üzerine gerisin geri dönmeyelim. Bizleri doğru yola çağıran kardeşlerimizin “bizimle gelin” serzenişlerine kulak verelim. Kardeşlerimizin bu çağrılarına karşın şeytanın ayartmasına kapılıp dünyevi zevkler peşinde körü körüne koşturan kimseler gibi olmayalım. Samimiyeti heybemize koyup yola öyle çıkalım.
“De ki: Biz, Allah’ın yerine bize ne faydası dokunan ne de zarar verebilen şeylere mi yalvaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra topuklarımızın üzerinde gerisin geri mi dönelim? Tıpkı kendisini doğru yola çağıran arkadaşları (uzaktan) ‘Bizimle gel!’ diye seslendikleri halde şeytanların ayartmasına kapılıp dünyevi zevkler peşinde körü körüne koşturan kimse gibi (mi olalım?)” (En’am- 71).
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *