Ak Parti, seçmen kitlesinin zihnindeki tüm aykırı algılara rağmen, siyasete İslamî hedefler koyarak başlamadı; böylesi hedefler şöyle dursun, kendine has çok özel idealleri olan bir parti de olmadı.
SİSTEMİK DÖNÜŞÜMLER
31 Mart 2019 yerel seçimleri Türkiye’de iktidar ve muhalefet açısından önemli bir kırılma noktası olarak tarihe geçecek nitelikte. ‘Kırılma noktası’, ‘sonun başlangıcı’na yani Ak Parti rüzgarının, artık yelkenleri şişirmeye yetmemesi akıbetine dönüşür mü, onu görmek için belki biraz daha beklemek gerekecek.
Ak Parti, seçmen kitlesinin zihnindeki tüm aykırı algılara rağmen, siyasete İslamî hedefler koyarak başlamadı; böylesi hedefler şöyle dursun, kendine has çok özel idealleri olan bir parti de olmadı. Liderinin kitlelere hitap ederken kullandığı gerginlik dili, onun ilkeleri zannedildi. 28 Şubat döneminin buz kesen günlerinin ardından, ülkede oluşan sosyal bunalım ve ekonomiden askeriyeye, tarımdan eğitime kadar her alanda kötü giden devlet yönetiminin verdiği moral çöküntüsü ardından, koalisyonlardan usanmış bir ülkede güçlü bir tek parti iktidarı son derece olumlu karşılandı. Kurucu kadro içinden, liderlik özellikleriyle temayüz eden birkaç kişinin cevval görüntülerle yeni umutlar vaat etmeleri, kendilerine iktidar yolunu açan etkenlerden biri olmuştu. Necmettin Erbakan öncülüğündeki klasik ‘Millî Görüş’ çizgisinden ayrılan genç ekibin ‘yenilikçi’ olarak lanse edilmelerinin, kamuoyu üzerindeki ağır etkisi, Ak Partiyi iktidara götüren faktörlerden bir diğeriydi. Acaba Ak Parti’nin toplum nezdindeki bu kabulü, gerçekten dinamik, yeni bir ekip olmasından mı kaynaklanıyordu, yoksa belirleyici olan başka iç ve dış dinamikler mi söz konusuydu? Bu alanda pek çok söz söylenmiş olmakla birlikte, gerçek bilgiye dayalı tespitler belki zamanını beklemektedir.
Ak Parti, halkın memnuniyetsizliği üzerine, muhalif bir söylemle işbaşına geldi. Adalet, eğitim, gelir dengesizliği gibi alanlarda, sistemin hatalarını tespit ediyor ve sağ/muhafazakâr kitleye umut veriyordu. Bu umut, 1950 yılındaki Menderes ve arkadaşlarının Demokrat Partisi ve 1983 yılındaki Turgut Özal’ın ‘dört eğilimli’ ANAP’ına gösterilen teveccühün yeni bir versiyonuydu. Ak Parti ülkenin zinde güçlerince kabul görmekte pek de zorlanmadı.
Ak Parti’nin iktidar yolculuğunda, belirli aralıklarla trenden inen birileri hep olageldi. Recep Tayyip Erdoğan bugün Partinin tek başına tartışılmaz lideri olarak yoluna devam etmektedir. Partinin kurucu özel isimlerinden bazılarının şimdilerde isimlerinin bile anılmaması, sıradan bir hadise değildir.
Ak Parti, partilerin kapatıldığı, siyasi liderlerin yasaklandığı, belirli kişilerin siyasetten men edildiği, fikirlerin kelimenin tam anlamıyla kuduz köpek muamelesine tabi tutulduğu bir siyaset pazarının içinden süzülüp gelmiştir. Artık kendisini sistemle özdeşleştiren Parti, 31 Mart yerel seçimleriyle birlikte bu ‘görü’sünü daha da pekiştirici siyasi icraat ve inisiyatiflere imza atmaktadır. Siyasi alanda meşruiyet dairesi içerisine alınmanın ne demek olduğunu iyi bilen, siyasal tutunma için belirli mekanizmaların nasıl aşılacağından haberdar bir parti şimdilerde, vaktiyle kendisine yapılan muameleyi siyasal rakiplerine yapmaya çalışmaktadır. Siyasi alanda tam olarak kurucu parti misyonuyla, dilediği partiyi siyasi alana dahil edip, dilediği siyasi oyuncuyu oyundan atan, yeri geldiğinde tamamen deneme/sondaj işlevli partiler kurdurup, sondaj işi bitince kapatan, seçimlerde, rejimin selameti için her türlü taktik ve yordamı benimsemekte kendisini eşsiz gören, Cumhuriyetin kurucu partisi CHP ile Ak Parti adeta yer değiştirmiş vaziyettedir.
Yerel seçimde İstanbul ve Ankara’yı elden kaçırmayı iktidar partisi hazmedememiş görünmektedir. Bu sebeple İstanbul’da sanki, ‘acaba bir çıkar yol bulunabilir mi’ kabilinden oylar yeniden sayılmışsa da, istenilen netice elde edilememiştir. Cumhurbaşkanı ve Ak Parti genel başkanının tutum ve beyanatlarından, İstanbul’da seçimlerin yenilenmesini arzu ettiği anlaşılmaktadır. Fakat öyle anlaşılıyor ki, seçim yenilendiğinde, CHP adayı (mevcut başkan)ın mağduriyet gibi saiklerle, daha belirgin oy farkıyla kazanması ihtimali, iktidarı bu hususta kesin bir adım atmaya karşı frenlemektedir.
İktidar partisi, İstanbul, Ankara ve diğer bazı büyükşehir belediyelerini kazanan siyasi rakiplerini tebrik edememiş, yenilgiyi içine sindirememiştir. Cumhurbaşkanı, bir cenaze namazında karşılaştığı, CHP’li çiçeği burnunda Belediye başkanı Ekrem İmamoğlu’nun elini tutamamış, yüzüne bakmamıştır. CHP genel başkanına Çubuk’ta yine bir asker cenazesinde yapılan adeta linç girişimi sebebiyle, “o da gitmeseydi, ne işi var orada!” yollu tepkiler vermiş ama geçmiş olsun dileğinde bulunamamıştır. Bütün bunlar ne anlatmaktadır?
İktidar olma, ‘gücü ele geçirme’ o kadar cazip ki, insanın bu güce kapılmaması öyle kolay bir iş değildir. Bu cazibeye Ebu Bekir, Ömer, Selahaddin gibi İslam’ın yetiştirdiği emîr ve komutanlar kapılmamıştır fakat demokratik kültürün içinde siyaset yapan liderlerin böyle bir ‘şans’ları yok gibidir. Demokratik siyasi kültür -hele de Türkiye gibi ülkelerde- iktidar gücünü her şey olarak algılamakta, giderek iktidarın zirvesinde bulunan şahsı tam bir ‘leviathan’a dönüştürmektedir. İşin esasında demokratik kültürün kendisinde de, adına ‘etik’ denilen bir takım siyasi davranış ilkeleri hiç yok değildir. Mesela seçimle gelenin seçimle gitmesi gibi… Fakat Kur’an’ın, bir hakkın gereği olmayarak da olsa, ihdas edenlerin ona da uymadıklarını belirtmek suretiyle atıf yaptığı ruhbanlık misalinde olduğu gibi, kimi demokratik siyaset liderleri, işler kesat gittiği zaman hiçbir demokratik etik ilke v.s. tanımamaktadır. Bir siyasi lider ve partisi her seçimde kazanan olduğu sürece, demokratik siyasete ilişkin pozitif söylemlerle halkın nabzını tutmasında hiçbir beis yoktur. Asıl seviye, siyaseten kaybetme pozisyonunda ortaya çıkmaktadır.
On yedi yıllık demokratik bir iktidar tecrübesi demek ki siyasal arenaya olağanüstü derecede şişmiş bir ego armağan etmektedir. Buyurgan, balkondan değil, adeta gökdelenden halkına seslenen, ‘ben bilirim’ci, mütekebbir bir tavır. Bu tavır, doğal olarak her türlü siyasal kural ve kaideyi delmeyi, ülkenin bekasının bir gereği olarak sunmaktadır. Kısacası bir zamanların CHP’sinin rolünü şimdilerde iktidar partisi işleme eğilimindedir. Her şeyi bilen, her şeye karar veren ebedi şeflik kadrosu boş bırakılmamış gibidir. Bu esnada geçmiş şeflerde olduğu gibi, yenilerinin etrafında oluşan ‘padişahım çok yaşa!’cı bir halkadan, şefin kendisine ulaşmak neredeyse imkansıza dönüşmüş bulunmaktadır.
Ak Parti ve müttefiki Devlet Bahçeli’nin 31 Mart seçimlerinde ana tema olarak ‘bekâ’ kavramını seçmiş olmalarına biraz da bu zaviyeden bakılmalıdır. Rejim bidayetten beri mutlak surette bir ‘dahili ve harici düşmanlar’ tehdidine yaslanma gereği duymuştur ki bu da, beka söyleminden başka bir şey değildir. Elbette Türkiye’nin de, hemen her ülkenin olduğu kadar bir bekâ sorunu vardır. Fakat bu söylem neden bir yerel seçim döneminde en üst seviyeye çıkartılmaktadır? Bu söylem, onu gündemleştirene seçim kazandıracaktır da ondan. Bu söyleme ve beka vurgusuyla toplumun aşırı derecede politize edilmesine rağmen, iktidar partisinin seçimlerde istediği başarıyı elde edememesi galiba halk nezdinde bu söylemin tam olarak makes bulmamasıyla alakalıdır.
31 Mart yerel seçimleri vesilesiyle bir kere daha görülmüştür ki, bir partinin adının ‘adalet’ olması gerçekten o partinin adil olacağı anlamına gelmemektedir. Adil olmak için adaletin ne olduğunu iyi bilmek, adaleti içine sindirmek, adil olmamaktan korkmak, iktidar gücünün geçici ve aldatıcı olduğunu unutmamak, düşmanınız da olsa, adaletli tutumunuzu her zaman ve her yerde göstermek gerekir. Zulümle adaletin tam anlamıyla birbirine karıştırıldığı ortamlardan ise adalet beklemek beyhudedir.
İKTİBAS
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *