Seçimin içe dönük okunmasından elde edilecek mesajlar hayli fazladır. En başta seçimin ilk etkileneni AK Parti’dir. Parti, birçok analistin belirttiği gibi kazanırken kaybetmiştir.
TÜRKİYE SEÇİMİNİ YAPTI!
Kamuoyuna telkin edilen ifadesiyle, Türkiye uzun zaman önce yapmış olduğu seçimini tazelemiş bulunmaktadır. Her seçimin, birbirinden çok farklı ilgilileri tarafından değerlendirilmeye tabi tutulması âdettendir. Bu anlamıyla seçimler bir laboratuvar işlevi görürler. Doğrusu bu değerlendirmelerin âdet olmanın ötesinde bir anlamı vardır.
Türkiye’de on yedi yıldır AK Parti hükümetleri iktidarda bulunduğu için, her seçim değerlendirmesinde eksen AK Partidir. Kazanmanın ve kaybetmenin ölçüsü AK Parti olmaktadır. AKP iktidara geldiği 3 Kasım 2002 tarihinden beri, 7 Haziran 2015 genel seçimleri haricinde ciddi bir gerileme yaşamamış, oylarını yükseltmemişse bile, en azından mevcudu korumuştur. Bu durum ‘Beyaz Türkler’ tarafından pek hazmedilememişse de, zaman içerisinde AKP’nin ülkenin ‘anlam ve önemine uygun’ vasfını kavrama noktasına ulaşmışlardır.
AK Parti cenahında ise, her seçimde (referandumlar da dahil) kendisini biraz daha merkeze doğru yürüyor görmenin dayanılmaz hafifliği yaşanmaktadır.
Pazar günü yapılan seçimin sonuçları bütün ülke çapında çok yoğun bir şekilde tartışılmakta, bütün katmanlarıyla toplum seçim değerlendirmelerinde ‘uzmanlık’ kesbetmiş bulunmaktadır. Öncelikle seçimin dış siyaset açısından önemini kimse yadsıyamaz. Bunu dost-düşman herkes teslim etmektedir. Cumhurbaşkanı’nın bu son seçimden sonra kendisini dış siyasette daha güçlü hissedeceği üzerinde durulmaktadır ki, doğruluğu müsellemdir. Zira seçim bir anlamda, 24 Haziran 2018 tarihinden beri yürürlükte olan -çiçeği burnunda- Cumhurbaşkanlığı Hükümet sisteminin güven oylaması işlevini görmüştür. AKP’nin MHP ile yaptığı -ismi de manidar seçilmiş- Cumhur İttifakı’nın yüzde 52 civarında (tek başına AKP’nin oyu yüzde 46) oy alması, bu yargıyı güçlendirmektedir. On yedi yıldır, iktidarın yıpratıcı özelliğine rağmen hala halktan güçlü destek alan bir iktidarın dış siyaset sahnesinde elinin daha güçlenmesi doğal karşılanmalıdır. Özellikle ABD ile Suriye’de tutuştuğu zorlu satranç oyunu, S-400 füzeleri, F-35 savaş uçakları gibi sıcak sorunlar çerçevesinde masaya oturacak olan Türk devletine nüfuz katması beklenir.
Seçimin içe dönük okunmasından elde edilecek mesajlar ise hayli fazladır. En başta seçimin ilk etkileneni AK Parti’dir. Parti, birçok analistin belirttiği gibi kazanırken kaybetmiştir. Bilhassa İstanbul ve Ankara büyükşehir belediye başkanlıklarını, iktidar olmanın bütün imkanlarını hiçbir fütur taşımadan kullanmasına, bu manada muhalefet karşısında orantısız bir güce sahip olmasına rağmen kaybetmesi, kaybettiklerinin bir parçasıdır. Bilhassa seçim kampanyasını adeta bir düşman kuvvetler karşılaşmasına döndüren iktidar partisi fanatik seçmen tabanı dışında toplumun her kesimi tarafından tepki ile karşılanmış, bu tepkiler ya sandığa hiç gitmemek ya da oyunu başka partilere vermekle ifade edilmiş bulunmaktadır. Ayrıca ‘bekâ’ söylemi de pek inandırıcı bulunmamıştır.
Muhalefet ise, iktidarın, yani aslında tek başına Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi meşruiyetini sorgulayacak ve ‘artık git!’ kampanyası başlatacak bir mecali kendinde bulacağı bir sonuç elde edememiştir. CHP on şehir, on da büyükşehir belediye başkanlığını elde etmişse de, iktidarı köşeye sıkıştıracak bir sonuç elde edememiştir. Bunda muhtemelen CHP’nin, AKP’nin seçim kampanyası ‘kötü örneği’nden ders çıkartıp, kendilerinin daha mutedil, ölçülü ve saygın bir üslup seçme gibi bir taktik benimsemiş olmalarının payı vardır. Yine de bu seçimin en çok kazananı CHP dense yeridir. Seçimde İYİ Parti hiçbir belediye başkanlığı kazanamamış, yüzde yedilik oy oranı kendisi için en büyük teselli olmuştur. Saadet Partisi’ne ise seçmen adeta demokratik oyunu neye, hangi kurallara göre oynadığını sormuş, siyasetteki kafa karışıklığını gidermesini salık vermiş; gömleğini çıkaracaksa tam çıkarmasını, bu hususta kendilerini ‘geçmiş’ bulunan ‘kulak’tan örnek alabilecekleri doğrultusunda sinyaller vermiştir. Doğrusu AKP’nin kurucu kadrosunu gömleklerini çıkartmakla suçlayan Milli Görüş partisinin, kendileri gibi partiler için bir ‘yutan eleman’ niteliği taşıyan CHP’nin yanında itibar araması düşündürücüdür. HDP’nin oylarının azalması da sistemin ‘terörle mücadele’ tasarımının makes bulması olarak okunmaya elverişlidir.
Bizim açımızdan 31 Mart seçiminin önemi daha farklı bir boyuttadır. Türkiye’nin ikili bir sisteme doğru gidişini bu seçim daha da belirginleştirmiştir. İki bloktan biri, ana omurgasını AKP’nin oluşturduğu milliyetçi/sağ/muhafazakâr demokrat kesim, diğeri de sol/cumhuriyetçi kesimdir. Bu anlamda solu temsil eden CHP’nin yüzde 25’le 30’larda gezinen klasik oylarında pek bir değişme olmamaktadır. AKP’nin yüzde 45-50’lerde gidip gelen oyları ise sağ-muhafazakâr toplum kesimlerini göstermektedir. Peki, bunun nasıl bir anlamı vardır? Bunun anlamı şudur: Türkiye’de Cumhuriyetin kuruluşuna ‘itirazı’ olan, geçmişinde İslamcılık bulunan kesimler şimdilerde sağcı-milliyetçileşmiş ve itiraz ettiği Cumhuriyeti bizzat koruma kollama görevini deruhte etmiştir. Siyasetin merkezi artık bu sağ-muhafazakâr demokrat kadrolardan sorulmaktadır. ‘Bekâ’ söyleminin bir ucunun da aslında bu sistem muhafızlığına dokunduğunu görmek gerekir.
Türkiye’de 14 Mayıs 1950 seçimleriyle gelen Demokrat Parti iktidarından itibaren iktidar bayrağı neredeyse bütünüyle sağ partilerde olmuştur. Bilhassa Süleyman Demirel ve Turgut Özal toplumsal değişimde çok önemli iki figürdür. O dönemin İslamcı gençliği bu iki liderin, hasbelkader siyasetin zirvesine çıkabilmiş, ‘arızî’ kişilikler olduğunu varsaymıştır. Oysa Demirel figürü de, Özal figürü de yeniden üretilmeye namzetmiş. Türkiye’de faydacı, çıkarcı; siyaseti ilkelerin değil, ne pahasına olursa olsun ‘kazanma’ güdüsünün belirlemesini esas alan bir sağ/dindar zihniyetin oluşmasında bu iki ismin önemi göz ardı edilemez. AK Parti’nin siyasete kattığı siyasal ahlakın Demirel-Özal mirasından bağımsız olmadığı şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Bilindiği üzere AK Parti, kurucularının geçmişinde İslam’ın var olduğu bir partidir. Bu itibarla bilhassa dış dünyada ‘İslamcı’ olarak nitelendirilen AK Parti’nin bu durumu kendisine siyasette avantajlar sağlamaktadır. Çünkü Türk toplumu, ortalama Anadolu insanı şöyle dursun, alkolle, eğlenceyle daha bir barışık olan, sol partilerin seçmen tabanları bile, yeri geldikçe kendilerini ‘ben de dindarım’ diye tanımlayabilen, en azından ‘benim babam hocaydı’ gibi cümleler kurma ihtiyacı duyan bir toplumdur. Bu, İslam’ın hala ve her şeye rağmen belirli oranda ağırlığını hissettirdiği anlamına gelmektedir. Sağ-muhafazakâr olarak tanımladığımız, sosyolojik anlamda ‘dindar’ denebilen kitleler için AK Parti hayat iksiri gibidir. Bunda, Cumhuriyetin kurucu partisi CHP’nin, yakın geçmişteki 28 Şubat süreci gibi badirelerde keza orduyu, üniversiteyi ve yüksek yargı kurumlarını v.b. arkasına alan aynı partinin dine ve Müslüman halka reva gördükleri muamelelerin büyük etkisi vardır.
İşaret ettiğimiz nedenlerle uzun yıllar rejime mesafeli duran muhafazakâr kesimleri CHP’nin yeniden kazanması için fabrika ayarlarını tamamen terk edip, Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi ve AK Parti gibi bir kılığa bürünmesi gerekir. Bunun için de adı geçen partilerden (ve halen aktif olarak varlığını sürdüren AK Parti’den) kimyasal aşılar alması gerekir. Bu da pek mümkün görünmemektedir. Bu durumda Türkiye’de muhafazakâr halkı sistemle barıştıracak, aradaki dargınlığı aşka dönüştürecek, hatta sisteme bütün hararetiyle sahiplenici kıvama erdirecek parti AK Parti’dir.
Bütün bu değerlendirmeler neticesinde siyasete kuş bakışı göz attığımızda kazananın sistem olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Cumhurbaşkanının, ittifak ortağı Devlet Bahçeli kanalıyla icat edilmiş olması kuvvetle muhtemel ‘bekâ’ söylemini bu seçimde çok yüksek perdeden seslendirmiş olması, belli bir gerçekliğe yaslanmakla birlikte, ne pahasına olursa olsun, seçimin kazananı olmak için tercih edilmiş bir taktik olduğu açıktır. Bekâ söyleminin muhafazakâr kesimlerde en derin etkiyi yapmaması mümkün değildir. Böylece seçmen kitlesi sisteme dört elle sarılmakta, ulusal şiarlara duyulan saygı tavan yapmakta, hatta dinin yerine ikame edilmektedir.
31 Mart yerel seçimleri, Türkiye’nin genel siyasi atmosferi ve Cumhuriyetin kuruluşundan beri geçirdiği ‘tutunma’ sürecinden bağımsız düşünülemez. Bir yerel seçimin neden bekâ vurgusuyla adeta meydan muharebesine dönüştürüldüğünün cevabı da sanırız orada yatmaktadır. Bilindiği üzere 28 Şubat süreci, Cumhuriyetin itibarını yerlerde süründürmekteyken, Milli Görüş geleneğinden koparak farklı bir kulvarda siyasete atılan, oluşan fay hatlarını tamir etmenin nasıllığını iyi keşfetmiş bir kadro oyuna girmişti. Milli Görüş’ün kurucu lideri tarafından vakit geçirmeden ‘gömleksizler’ olarak tanımlanan bu yeni ekibin, aslında Cumhuriyet için bir kazanım olduğunu Kemalist solun ikame başkanları ve derin düşüncesiz kitleler kavrayamamıştı. Oysa 28 Şubat filinin girdiği züccaciye dükkanında oluşturduğu hasarı ancak bu yeni ‘gömleksiz’ ekip ıslah edebilirdi. Çünkü yeni ekip, dini referans alıyor görünüyordu. İşin doğrusu şuydu: Dinin, -gazeteci Serdar Turgut’un işaret ettiği gibi- Cumhuriyetin dört kurucu unsurundan biri olduğunun fevkalade farkında idi. Diğer üç unsur modernlik, demokrasi ve sekülerizmdi. 2001 yılında siyasi arenaya dahil olan AK Parti asla bir din devleti istemiyordu, şeriat partisi ya da İslamcı bir parti hiç değildi. Bilakis, şeriat devleti isteyenlerin bu isteklerini layıkı veçhile bastırmak için vücut bulmuştu. Ses ayarını en son sınırına çıkarttığında dahi istediği şuydu: İslam bin senedir Anadolu halkının en temel kimliğidir. Hiç kimse İslam’ı yok sayarak siyaset yapamaz; Müslümanları kimse görmezden gelemez. Nasıl görmezden gelinebilir ki, bu insanlar vergi veriyorlar, çocuklarını askere gönderiyorlar, sandık başına ibadete gider gibi gidiyorlar. Ama öte taraftan demokratik seküler bir modernlik de geri dönülemez bir gerçekliktir! İslam’la demokrasi bir arada pekala yaşayabilir! İslam’ın demokrasiyle ve seküler modernlikle esasta bir sorunu yoktur!
Kuşkusuz bu kabul ve beyanatlar bir ‘manifesto’ gibiydi ve AKP manifesto niteliğindeki bu beyanatlarının sağladığı krediyle kendisini çok hızlı bir şekilde iktidarda buldu. AKP’nin siyaset felsefesini şu şekilde özetlemek mümkündür: Benim ülkemde inançlıya olduğu kadar inançsıza, başı örtülüye olduğu kadar başı açık olana da yer vardır! Başı kapalı ve başı açık kızlar yan yana yürüyebilmelidir! Ve nitekim yürümüşlerdir de.
İşte bugün, 1 Nisan günü, 31 Mart yerel seçimlerini bir kere daha ‘Demokrasi kazandı’ manşetleriyle karşılayan entelektüeller, AKP’nin Cumhuriyetteki bu misyonunu pekala görmekte, meseleyi gerçeğe en yakın halde kavramaktadırlar.
Sözün özü Türkiye’nin bu son seçimine bu gözle bakmak gerektiğine inanıyoruz. Türkiye seçimlerle bir anlamda siyasal bataryayı yeniden şarj yapmaktadır. Bu arada son yıllarda sıkça duyulan ‘merdiven altı yapılar’ söylemini hatırlamanın da yeri tam burasıdır. ‘Merdiven altı’ söylemi, belki ne idüğü belirsiz kimi yapıların yanında, bilhassa sisteme karşı tavizsiz/keskin itirazları olan grupları marjinalleştirme amacına yönelik olup, 31 Mart seçimleri gibi doğrudan ‘bekâ’ ile orantılandırılmış, meydan muharebesi ayarındaki bir seçimde ülke insanı ortadan iki bloka bölünmüş bulunmaktadır: Muhafazakâr demokrat ve sol demokratlar. Sistem kibri arada kalan irili-ufaklı gruplara ‘marjinal’ demeyi gerektirmektedir. Yukarıda işaret ettiğimiz tavizsiz sistem karşıtı grupların nasıl bir marjinalleştirilmeye maruz kaldıklarını daha da açımlamaya bilmiyoruz, gerek var mıdır?
İnsanlar kendi seçimlerinin ürünüdürler sözü meşhurdur. Bu, kişiler için olduğu kadar toplumlar için de böyledir. Bizim önerebileceğimiz, “bin senedir bu toplum İslam’la yoğrulmuştur” gibi cümleler kuran ya da böylesi cümleler kuranları önemseyen kitlelerin, kendilerini İslam’la (ya da İslam’da) yenilemelerini öneririz. Bizler kaydı hayat şartıyla, sesimizin ulaştığı herkesi her daim, her vasıtayla İslam’a çağırmaya devam edeceğiz. İslam sadece Türk toplumunun değil, bütün toplumların yegâne kıymet hazinesidir.
İslam’la sekülerlik, İslam’la demokrasi ise, su ile ateş gibi birbirine tezat iki dünya görüşüdür. Dünyaya ait hiçbir ‘kazanım’, kendisini Müslüman olarak tanımlayan bir kimseye, İslam’ı, toplumu var kılan sosyolojik unsurlardan bir unsur derekesine indirici bir cümle kurduramaz, kurdurmamalıdır. Çünkü İslam başlı başına bir yaşam biçimidir.
İKTİBAS
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *