Verdiklerimize bakınca, aldıklarımızın (esasında bize lütuf görülenlerin/ bağışlananların!) bir esamisinden bahsedilebilir mi? Dinimiz böylesi bir pazarlığa açık mıdır hem?
İMANOMETRE
Mustafa Bozacı
Yıllar önce Ulvi Alacakaptan’ın bir sahne sunumunda, izleyicilerle diyalogu esnasında duymuştum bu ifadeyi, kavramsallaştırmayı. O, gönüllü olacak seyircileri sahneye davet ederek, elindeki bir aracı gösterip bir teste tabi olmaya davet ediyordu; iman, teslimiyet/müslümanlık tesbiti konusunda. Tabi elindeki alet bir mekanizma ile çalışıyor, istendiğinde ötüp alarm veriyor, negatif noktada (istendiğinde) ise sessiz kalıyordu. Bunun çalışmasını da bir çocuk/masum üzerinden ispat ediyordu. Tabi sahneye rağbet olmuyordu ve bu bir diyaloglar silsilesi üzerinden, başka kapılara/konulara kapı açmak amacıyla pek makulane kullanılıyordu. Siz ‘turnusol kağıdı’ örneği olarak da düşünebilirsiniz.
O zamanların ortamı da aslında bu tür şecaat, celadet ve cesaret gösterilerine pek müsait idi. Buna rağmen sahneye çıkıl(a)maması her iki açıdan da ‘Gösteri’ derken olumsuz ve eleştirel anlamda söylemiyorum, hakikaten zor zamanlar ve sınavın ciddi olduğu ortamlarda yaşanıyordu. Tiyatroların dahi gözetim altında olduğu zamanlarda o salonu dolduranların kahir ekserisi o testi o an için geçebilecek (niyetleri Allah bilir) fedakârlık ve kararlılıklar sergilerken yine de kimse sahneye çıkmayı denememişti. İşin içinde tiyatral bir hinlik olsa da amaç da aslen birkaç kişi üzerinden test yapmak da değildi. Neticede vurgu ve murad tahakkuk etmiş oluyordu.
Bugün de bu sorunsalı aynıyla dahası fazlasıyla yaşamıyor muyuz? Hatta zemherilerde daha dik ve onurlu bir duruş ve direniş sergileyen kitle, pastırma sıcaklarının getirdiği görece ılımlı/ılıman atmosferlerde, açılmış alanların (çizilmiş çizgi ve sınırların içinde) oyalamasıyla gardını düşürmüş, iddialarını handiyse terk etmiş, istikameti nerdeyse sapıtmış, bilinci yitirmiş, farklı bir kaygı/yarış içine girmiş durumda değil midir? Verdiklerimize bakınca, aldıklarımızın (esasında bize lütuf görülenlerin/bağışlananların!) bir esamisinden bahsedilebilir mi? Dinimiz böylesi bir pazarlığa açık mıdır hem?
Burada herkesin ve kesimin kendince, meşrebince yapacağı bir ‘müslümanlık/mü’minlik’ tanımlamasına ‘ eyvallah’ denilebilir mi? Post modernizmin getirdiği bir parçalanma, zihniyet yarılması/çatlaması durumu, hakikat bilgi ve bilinciyle, hâkimiyet iddiasının bölünmesi, eklektikliği, pazarlık, davarda örselenme, ilkelerde taviz değil midir bu durum? Müslümanlığın, imanın ne olduğu ve daha çok ne olmadığı bu isimlendirmeyi yapan, talibine bu ismi/sıfatı layık gören yegâne ilah ve rab olan yüce Allah tarafından belirlenmiş ve sınırlarla/kırmızı çizgiler tesbit edilmiştir. Bu sınırları aşmak ve aşındırmak bir sapma ve sapıklık olarak bildirilmiştir. Efradını cami (olması gerekenler) ve ağyarını mani (olmaması gerekenler) bu buyrukları içeren Rabbimizin son mesajı Kur’an-ı Kerim’de bizlere apaçık, şeksiz şüphesiz beyan ve tafsil edilmiştir. Bundan başka yol arayanlar, tanıma müracaat edenler kendilerini kandırmakta, deyimin tam anlamıyla boşa kürek çekmektedirler.
Bugün yapılan ölçüm ve kritiklerde ‘İslam-iman’ olgusunun ne olduğuna bakılırken, samimiyet ve liyakat verileri bir tarafa, sadece, biraz da zorunlu/doğal olarak (aysbergin su üstündeki kısmı gibi) görünen kısma, şekle bakılıyor olması eksik bir neticeye, terazinin bir kefesi eksik bir duruma bizi sevk etmektedir. Madalyonun diğer yüzü, kefenin diğer gözü misali ‘müslim-mü’min’’ nitelemelerinin, tanımlamalarının ne olmadığı, ne olmaması gerektiği, uzak durulması, sakınılması gereken durumlar noktasında düğümleniyor sorun daha çok. Asıl göstergenin bu taraf olduğunu bilmemiz gerekiyor öncelikle ve önemle…
‘Kedinin asaleti fareyi görünce belli olur!’ denmiş ya, aynen o şekilde iman etme ve İslam olma iddiaları da ispatı mucip birer durumdur. ‘Şoförüm, hem de usta!’ diye bir iddianız varsa, o zaman ehliyetinizin (Belge anlamındakinin, yoksa liyakat anlamında ‘ehliyet’ kelimesi önemlidir!) olmasına da bakmazlar; ‘Geç direksiyona!’ derler.
Öncesinde birçok tanımlama yapılmış olsa da bunları bir arada, cem ederek deklare eden ‘ kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve gereklerini gereğince ifa etmek/ibadet/ameller’ tanımı kapsayıcı ve genel geçer bir norm/kriter/ölçek olarak yeterlidir. ‘İmanometre’ bu! Burada ‘ibadet’ kavramının belli ritüellere, formel ve vakitli vazifelere indirgenemeyecek nitelikte kapsamlı ve hayatın her an ve mekanına bir düzen vazeden kuşatıcı ve bütüncül, fikriyattan amele/davranışa uzanan bir olgu olduğunu hatırlatmaya bilmem gerek var mı? Elbette bu durum, eklenenler ve eksiltilenler sebebiyle, kültürel ve geleneksel algılar, modernist hurafeler etkisiyle farklı anlam ve içeriğe evrilmiş, neredeyse bir cendereye, prangaya döndürülmüş durumdadır isyan ve nisyanla malul insan tarafından, bu da kesin! Üstelik Allah adına ve sözüm ona adına ‘takva’ denilerek!
Bakınız biz iddialı bir boyutta, olması gerekeni, ideal olanı, Rabbimizin rızasına muvafık olanı (Rızasına muvafık olanın da Kur’an’da mündemiç, oradan hareketle Hz. Muhammed’in sahih sünnetinde şahitliğiyle ete kemiğe bürünmüş olduğunu biliyor, düşünüyoruz.) salık veriyor, bunu önemsiyoruz. Kulluğumuzun gereği, imtihan olgusunun uzantısı olarak bu isim ve sıfatın hak edilişi, kazanımı, bizde ete kemiğe bürünmesi, rengini vermesi anlamında bunu vurguluyor, ısrarla tekrarlıyoruz. Kendimizi de unutmuş değiliz! Bu isim ve sıfatın bireysellikten bir ileri adımla toplumsal görünürlüğe ulaşması, ilahi buyrukların hayatla buluşması asıl amaç ve hedeftir. Aksi durum (Bu amaç ve hedefe ulaşılamaması değil, o hak edişin, görünürlüğün/bütünlüğün olmaması…) bizi Allah muhafaza ötede/ukbada ‘müflis tüccar’ kılacaktır, yine Kur’andaki ilahi buyruk, beyan gereği… Yoksa elimizde bir alet (imanometre) kulların peşine düşüp de iman/İslam kontrolü, ölçümleri, seviye tesbitleri yapıyor da değiliz, yapacak da! Buna imkân da yok, gerek de! Böyle bir vazifemiz de yok! Kulları yaratan, hesaba çekecek olandır aynı zamanda. Bize düşen o liyakati yakalamak ve yaşamaktır. Bu vazifenin içinde hemcinslerimizle uğraşmak, ilgilenmek de doğal olarak mevcuttur, o bahsedilen asıl amaç ve hedef doğrultusunda. Kulların umuru/işleri umurumuzda olmalıdır yani! Hak ile irtibata geçmek için halk ile irtibatı kesmeyip/kopartmayıp (cami kapılarındaki telefonun kapatılması uyarısına nazire olarak) aksine artırmak, yoğunlaştırmak gerekmektedir.
Şurası unutulmamalıdır ki; bizler öncelikle kendimizden, yakınlarımızdan sorumlu olsak da bunun imkânlar dâhilinde sınırı ve sonu yok! Aslolan ‘sosyal nizam’ ise –ki öyledir- bunun tahakkuku birlik ve beraberlikten, dirlik ve liyakatten geçmektedir. Burada niceliklerin ihmali, görmezden gelinmesi söz konusu değildir. Her parçanın bütünün içinde bir yeri ve değeri vardır ve olacaktır. Ana, lokomotif gücü öncülerin/sabikunun/bilenlerin/nitelik sahiplerinin oluşturması zımnen peşi sıra bir kompartımanlar serisini, katarları gerektirir. Bu sürü psikolojisi ile değil ‘itaat’ ilişkileri çerçevesinde –ki bunun çerçevesini de Kur’an’da bulmak pekâlâ mümkündür- gerçekleşecek bir olgudur.
İman ve İslam liyakatinin, sahibinden öte diğerlerince bilinmesi ayrı bir durumdur, ölçülüp tartılması ise ayrı bir olgu. Bu bilinmezliğin belki hayra dönük bir yönü de olabilir. Neticede sinelere vakıf olan sadece ve ancak aşkın olan Allah’tır. Bu malumat bize taşınamaz ve gereksiz yükler yükleyip sonucuna katlanılamaz durumlar meydana getirebilir. ‘Öğrenince ne olacak? Sen işine bak! Yoldan dönenler seni yolundan mı döndürecek?’ deniliyor gibidir sanki! ‘Denendiğimiz’ ise kesin!
‘Münafıklık’ kavramı tam da bu noktada devreye girmekte ve elçinin örnekliğinde, bize, yaşanmışlıklar son mesajla sunulmaktadır. İlgilerimize ve dikkatlerimize… Şu günlerde revaçta olan ‘deizm’ sapması da bu bağlamda değerlendirilebilir. Ana gövdenin sağlıklı olması, bağışıklığının yüksek olması, liyakat seviyesinin yoğunluğu bu tür sapmaları absorbe etmede öne çıkan, olmazsa olmaz bir durumdur. Hani Hz. Ali sonraki dönemlerdeki bozulmaların, açı sapmalarının sebebi sorulduğunda; ‘Onların/önceki idarecilerin yanında bizim gibiler, bizim yanımızda da sizin gibiler var!’ diyor ya, bunun benzeri bir durum.
Peygamber (as) da yanındakilerin kalbini yarıp bakmadı, bakamadı, bu O’na dahi verilen bir yetki değildi! Ama ilkeler ve ilkeli duruş, o kaygan zeminde dolaşan, sınır uçlarında/yar başlarında duran, çoğu zaman ayak bağı olan, yük almayıp yük çıkaran, problem doğuran, çıkarcı, isme sahip olmayıp o isim ve sıfatı sömüren, ondan geçinen, tufeyli grubu edilgen kılıp kontrol altında tutuyordu.
Bugün bu ilkeler ve ilkeli duruş söz konusu olmadığından ne o tarz bir kuşatmadan ne de sosyal nizamattan bahsedebiliyoruz. Keler deliklerinden ısırılıp duruyoruz, tekraren! ‘At izi, it izine karışmış’ deniyor ya ‘sapla samanın karış(tırıl)ması’ gibi, aynen öyle! İşte böylesi vasatta insan keşke elimizde böyle bir ‘imanometre’ olsaydı, diyesi geliyor! Yol refikini, yarenini, hakikat yolunun hakiki yolcularını tanıyıp bilebilmek, onlarla yek vücut olup yekpare davranabilmek ve ‘cemaat’ olgusunun hakkını vererek, dert ve dava birliği yaparak ‘hâkimiyet’ olgusunu Rabbimizin istediği evsafta vaki kılmak için önemlidir ve de çok önemsenmelidir elbette.
Bizler İslam’ın hayat bulması, hayatın İslam’la buluşması anlamında mü’min ve müslim olarak isimlendirilişimizin, sıfatlarımızın bilfiil tahakkukuna, sahih ve tam anlamıyla vaki olmasına cehdederek, bu noktada bizden daha cefakâr ve fedakâr, muhlis, muhsin ve muttaki olanlara bakıp onlarla beraber olarak, halkayı içten dışa, yakından uzağa doğru mümkün olabilecek en büyük haline dönüştürünceye kadar bunun bir kulluk gereği olduğunu, gücümüzü yanlış takdir etmeye kalkmadan, imkânlarımızı tastamam seferber ederek, bir istikamet üzere olmaya ve kalmaya ihtimam göstermeliyiz. Bu bireysel ve vicdani bir yöneliş değildir asla! Böyle düşünen varsa ta baştan yanlış hareket ediyor demektir. Dahası ‘hareket etmemek’ üzere kendini kısıtlıyor, mazeret üretiyor, topu taca atıyor demektedir aslında! Ne dersiniz; imanometreye mi müracaat etsek?!
Toplum içinde farklı rollerimiz var, malumunuz. Akrabalık, komşuluk, hısımlık, mesleklerimiz vs. alanlarında çok farklı kimliklerle karşılaşıyoruz. Baba oluyoruz, çocuk oluyoruz, kardeş oluyoruz, hemşeri, komşu, meslektaş oluyoruz. Buralarda amir oluyoruz, memur oluyoruz veya ürün, iş ve hizmet satın alan müşteri, vatandaş oluyoruz. Farklı roller bir yere kadar normal de bu alanlarda farklı kimliklerle, farklı ve neredeyse birbiriyle çelişen kişilikler sergilemek makul ve mantıklı değil. Doğru hiç değil! İşte aslolan tutarlı ve özü sözü bir olabilmektir. Karakolda doğru söyleyip mahkemede şaşmamaktır. Şartlara göre renk değiştirmemektir. Mayi/sıvı varlıklar gibi konulduğu kabın şeklini alacak tıynette olmamaktır! Deveyse deve, kuşsa kuş olmanın ikrarını, öz güvenle yapıp taşıyabilmektir. Nokta kadar menfaat(!) için virgül kadar eğilmemektir. Güvenilir ve emin olabilmektir. ‘Kedinin asaleti fareyi görünce belli olur!’ fehvasında olduğu gibi, ‘miş’ gibi yaparak değil, başkalarının gölgesinde kalmadan sorumluluk alabilmektir, elini, yerine göre her şeyini taşın altına koyabilmektir. Bedel ödemeyi göze alabilmektir. Rüzgârın önünde sağa sola savrulan bir yaprak gibi, omurgasız canlılar gibi yerle yeksan bir vaziyette kalmaktan gocunmayan bir haleti ruhiyeden kurtulmak ve korunmak gerekmektedir. Sonrasında size ne testi yapılırsa yapılsın, ne fark eder! Ötmezse, bilin ki ‘imanometre’ çalışmıyordur, ayarlarıyla oynanmıştır!
Bu arada ‘günahın olası’ olma durumu her zaman, herkes için mümkündür. Olur, olmaz, o ayrı! Kimse müstağni ve masum değil! ‘Tövbe’ olgusu ve günahta ısrarcı olmama azmi bu manada önemlidir. Bilmeden, hataen ve tekrarlanmadan olabilecek yol kazaları kişiyi suçunu itirafa ve Rabbine yeniden ve kuvvetle, samimiyetle yönelmesine ‘nasuh’ olmak kaydıyla tövbesine vesile oluyorsa başka bir sevap kapısı olarak da görülebilir.
Mü’min ve müslüman olmak kadar, mü’min ve müslüman kalmak, emaneti o hal üzre teslim etmek/mü’min ve müslüman olarak ölmek bilici içinde ve daima muteyakkız bulunmak gerekmektedir.
Bunun için önce ‘ol’mak, hak ve hakikatle yoğrulmak gerek! ‘Vahye ram olup sa’ye sarılmak’… Her nerede ve ne zaman vuku bulacaksa böylesi bir iman testi, ondan yüz akıyla geçebilmek, ‘gemiye’ alınabilmek için, ‘müslüman ve mü’min’ isim ve sıfatlarına layık olmak gerekmektedir hâsılı… Başka bir yol da yok, çare de!
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *