Bir baba, eş, aile reisi, iş sahibi ve tabii ki dava adamı olarak Ercümend Özkan’ı, oğlu Tarık Özkan ile konuştuk. İstikrar ve istikamet üzere olma cehdiyle neticelenen Allah’a adanmış bir ömrü, bu ömrün en yakın tanıklarından biriyle konuşmak yer yer öğretici, yer yer şaşırtıcı, yer yer ufuk açıcı oldu.
Sabah namazdan sonra Kırşehir yöresine ait bulgur çorbasını pişirip kahvaltısını yaparak işine giden, akşam eve geldiğinde de zaman zaman mutfağa girip “mahpushane yemeği” pişirerek eşinin yükünü paylaşan bir dava adamı profili, bizim için şaşırtıcı olduğu kadar öğretici de oldu.
İki bölüm halinde yayınlanacak olan söyleşimizi ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz.
Röportaj: Şükrü Hüseyinoğlu
Ercümend abi İktibas’ı çıkarmaya başladığında, “altıncı çocuğum” diye ifade etmişti. Şunu sormak isterim: “Altıncı çocuğuna” gösterdiği ihtimamı, özeni biliyoruz, diğer çocuklarına da bu ihtimamı gösteriyor muydu?
Gösteriyor muydu, evet gösteriyordu. Babamız evlatlarını çok severdi, çok ihtimam gösterirdi, bizim iyi yetişmemiz için elinden geleni yapardı, fakat meşguliyetleri sebebiyle bize yeterince vakit ayıramadığı konusunda kendisi de zaman zaman dertlenirdi. 1963’te en büyük ablamız, sonra 65’te Ömer abimiz dünyaya geliyor. 67’de bir cezaevi süreci var ki, 3,5-4 yıl civarında çocuklarından ayrı kalıyor. Sonrasında 72, 73 ve 74 yıllarında diğer üç çocukları olarak dünyaya geliyoruz. İki mahpushane öncesi, üç de mahpushane sonrası. Yani jenerasyon da farklıdır, onlar 60’ların çocuklarıdır, biz 70’lerin çocuklarıyız. Onlar ilk gençlik yıllarını 70’lerde, biz 80’lerde yaşamışızdır. Tabii anne-babamız açısından bakıldığında mahpushane öncesi çocuklar daha çıraklık eseri, biz mahpushane sonrası, biraz daha ustalık dönemine denk gelmişiz gibi farklar da var ister istemez. Hepimiz için geçerli biliyorsunuz, ikinci çocuğumuza, üçüncü çocuğumuza ilkiyle aynı davranışı sergilemiyoruz.
Tabii ciddi zaman sorunları hep oldu babamızın. Fakat az da olsa, kısa süreli de olsa yaşadığımız birlikteliklerde hep çok kaliteli içerik, çok kaliteli zaman geçirme fırsatımız oldu.
Dolayısıyla bu süreç zarfında babamızın altıncı çocuğum dediği, 1981 yılının Ocak ayında ilk sayısını getirip önümüze koyduğu, “Bu da sizin altıncı kardeşinizdir” dediği İktibas’a gösterdiği ihtimamı bizlere göstermediğini söylersek yanlış ederiz. Evet, belki ayırdığı zaman olarak onunla çok fazla vakit geçiriyordu, ama bize olan sevgisini de her fırsatta gösteriyordu.
Dava adamlarının ailelerini, davalarına olan o gayretleri sebebiyle ihmal ettiklerine dair bir genel kabul vardır ve bununla ilgili de şikâyetleri okuruz. Hatta mesela bir anı kitabında bununla ilgili ilginç bir anekdot okumuştum. Bir Müslümanın arkadaşları kendisiyle bir süre görüşemeyince evini arıyorlar, nerede diye. Hanımı diyor ki “Ben de bilmiyorum, haber alırsanız bana da bildirin.” Bu bağlamda soracak olursam, Ercümend abinin aileye yönelik ilgisi nasıldı?
Yüksekti tabii ki, ama şu var: Mesela ablamızın bir nişan-nikah olayı vardı, bir tören yapılacaktı. Bununla ilgili babamızın daha önceden vermiş olduğu bir söz, bir konferansa katılacağına dair sözden dolayı ablamızın bu özel gününe, “Kusura bakma evladım, ben daha önceden Müslümanlara söz verdim ve oraya gitmem lazım” dediği bir durum yaşadık mesela.
Bu enteresan. O da şunu gösteriyor: Neticede davası ile kişisel hayatıyla, aile hayatıyla ilgili iş ve sorumlulukları bir çakışma yaşadığında davasını önceleyen bir yaklaşım söz konusu.
Tabii bunları böyle ikiye ayırmak ne kadar doğru? O ayırmıyordu, bizim de ayırarak bakmamız doğru olmaz. Çünkü şöyle: Ahde vefa, yani Müslümanın sözüne olan sadakati, evlatlarına olan güzel örnekliği açısından da aslında davaya hizmet eden, bak yavrum ben senin için çok önemli olan bugünü Allah’a olan ahdim, Allah’ın rızasını gütmemden dolayı Müslümanlara verdiğim sözü tutmak zorunda olduğum için bunu böyle yapıyor olmam, zaten bizim yetişmemizdeki en değerli şey.
Aslında bu tutum çocukların yetişmesinde de etkili…
Kesinlikle. Hep diyoruz ya, konuşarak, anlatarak tebliğden çok daha etkilidir yaşayarak tebliğ, biz doğrudan buna muhatap olduk. Yani babamızın muhtelif durumlar karşısında takındığı tutumlar, tavırlar, sergilediği davranışlar bizim için, sonrasında bunun neden böyle olması gerektiği konusunda tefekkür etmemize de vesile olup, pek çok açıdan ondan razı olmamızı sağlayan pratikler ortaya koydu. Hiç kimsenin hakkına iliştiğini görmedik mesela, bundan dolayı bir utanç yaşamadık. Evet, maddi açıdan sıkıntılı, zorlu günlerimiz oldu ama şükürler olsun bu durumlarda bile hiç kimsenin hakkına-hukukuna zarar vermedik, bunu bilmek bizi zaten çok mutlu ediyordu. Zaten toplum tarafından bu tarzdaki bir Müslümanın ve ailesinin nasıl dışlanmaya çalışıldığını tahmin edersiniz, ama içeride sağlamdık, yani içeride biz birbirimizi biliyorduk, birbirimize güveniyorduk. Babamızın-annemizin önümüzde rol model olarak çok doğru davrandıklarını bildiğimiz için de hiçbir zaman rahatımız kaçmıyordu bu anlamda.
Peki, Ercümend abinin, özelde sizlerin İslami anlamda yetişmesi noktasında bir çabası var mıydı? Kamuoyuna yönelik İslami çabasını biliyoruz, oradaki takdire şayan gayretini eve de taşıyor muydu? Bu da genelde Müslümanlar açısından bir sorun olarak hep gündemdedir. Enerjinin daha çok dışarıya verilip çocukların İslami eğitiminin ihmal edildiği, sonradan pişmanlıkların yaşandığı, yani burada bir bütüncül yaklaşım genelde yakalanamıyor.
Şöyle; doğrudan bir ders ortamı, bir halka ortamı kurulmazdı. Az önce söylediğim gibi daha ziyade, hayatın işleyişi içinde eğitmeye çalışıyordu bizi. Şimdi ben bazen kendi hayatımdan da bakıyorum, mesela başkalarına bir şeyler anlatmaya çalışırken acaba çocuklarımı ihmal ediyor muyum, hatta zaman zaman hanımla kıyaslamalar yapıyoruz. Diyorum ki; babam hiçbir gün gelip oturup benim ödevime yardım etmedi. Şimdi biz çocukların ödevinin başından kalkamıyoruz baktığımda. Bu beni zor duruma düşürmedi, ama bir farklılık var, hani bu jenerasyon farkından mı kaynaklanıyor, yoksa yaklaşım farkından mı, yoksa babamızın olmayan vakti bizde bol bol var mı acaba diye de kendimizi gözden geçirmemize vesile oluyor.
Baktığında bizim içine doğduğumuz ev bir halk kütüphanesi gibiydi. Ne vardı? İşte 10 bin cilde yakın kitap ve burada gerçekten çok değerli eserler, yani her düşünce tarzından, her düşünce ekolünden, işte tasavvufundan tut Marksizmine, liberalizmden tut Yahudi kabalasına, yani bir dünya eserin olduğu bir kütüphane. Zaten ister istemez bu ortamda okuma çok doğal bir hale geliyor, bir şekilde sürekli elinin altında renkli renkli kapakları olan kitaplar, erken yaştan itibaren dikkatinizi çekiyor ve okuyorsunuz.
Ve okuyan bir baba, anne…
Tabi tabi, bunlar zaten bir rol model. Mesela babam çok yoğun şekilde okuyan bir insandı. Hatta zaman zaman şu tür manzaralar yaşardık: Elinde kitap, kulağında radyonun kulaklığı, gözü televizyonda, biz de uzaktan onu izlerdik, şu anda acaba hangisine odaklandı diye. Farklı mimiklerinden de bunu çıkarmaya çalışırdık. Yani böyle çok yönlü bir şekilde hepsini aynı anda takip etmeye çalışan bir gayreti olurdu.
Bunun yanında yeri ve zamanı denk geldikçe olaylar üzerinden tabii ki yaklaşımını, birikimini aktarırdı. Belki zaten anne babanın evlatlarına dünya görüşünü anlatabilmesinin en önemli yolu bu muhtemelen. Orada çok kısa, vurucu, yani o tavrı, duruşu anlattığı konuşmalar zaten yaşananlarla da mecz olunca, belki ekstradan oturup ders yapmayı gerektirmeyecek bir hal ortaya çıkıyor.
Peki, Ercümend abinin eşiyle, yani annenizle ilişkileri nasıldı? Hani yine o dava adamı perspektifiyle aklımıza gelen, çok fazla dışa odaklı, sürekli bir şeyler yapmaya odaklı olunduğu için, ev, eş vesaire biraz daha geri plana itilir şeklinde bir yaklaşım var. Rasulullah (a.s.)’ın hayatında bunu göremiyoruz tabi ki, orada bir bütünlük var, belki bu modern dönemin de oluşturmuş olduğu bir takım sakatlıklar söz konusu. Ercümend abi bu noktada nasıldı, Mukaddes hanımla ilişkileri bağlamında? Aşk dediğimiz, kadın-erkek ilişkisindeki o doğallık açısından baktığımızda?
Anne-babamızın aşkı dillere destan. Dışarıdan bakan herkesin görebileceği, başlangıcından itibaren devam eden güzel bir ilişki. Rahmetli Erol amcamın söylediği bir şey var, “O, hayatta aşkın bir kez bulunabileceğini inanırdı, buldu da” derdi. Hakikaten o açıdan herhalde aradığını bulmuştu babamız. Hani denir ya, başarılı bir erkeğin arkasında mutlaka bir kadın vardır, bu sözü gerçekten biz bilfiil yaşadık. Yani annemizin -kendisinden Allah razı olsun- emekleri, gayretleri sayesinde Ercümend Özkan yapabildiklerinin büyük bir bölümünü yapabilmiştir. Eğer evde arıza çıkartan, ona sürekli koltuğu, halıyı, işte ev eşyasını, şunu bunu bahane eden ya da onları dert ettiren bir kadın profili olsaydı, kesin olarak söylüyorum bugün bildiğimiz anlamda bir Ercümend Özkan çok kolay ortaya çıkmazdı. Tam aksine, annemizin ona maddi manevi her anlamda sağlamış olduğu destekle birlikte -ki bu dünya görüşünden gelmiyor annemiz, yani sonradan bu fikirleri benimseyip, hatta evlendikten sonra pek çok hususu kavrama imkanı buluyor. Zaten anılarında da detaylı bir şekilde söz ediyor bu durumdan.
Bakıyor eşi, kocası, evinin direği bu adamın kimseye, kimsenin hakkına, hukukuna bir yanlışı yok, tam aksine herkesin iyiliğini istiyor, herkesin Allah’ın indindeki hesabını olması gerektiği gibi verebilmesi, Allah’tan başka hiçbir şeye kulluk etmemesi gerektiği yönünde bir çabası var. Bu konuda da bir takım zorluklarla boğuştuğunu da görüyor, o da bütün benliğiyle ona destek oluyor. Annemizin bu desteği olmasa belki de Ercümend Özkan’ı bu kadar etkili bir düşünce adamı olarak tanımayabilirdik Allahu alem.
Annemiz çok asil, bu asaletini hiç kaybetmedi, evlatlarını ve eşini en güzel bir şekilde hep destekledi. Bizim eğitimimizde mesela, babamıza göre annemizin rolü belki bir miktar daha fazla, çünkü vakit anlamında daha çok tabii ki bizimleydi. Şimdi de aslında aşağı yukarı herhalde bizim eşlerimiz de aynı şeyi yapıyorlar, çocuklarımıza daha çok vakit ayırıyorlar.
Yani güzel, aşk dolu bir birliktelikleri vardı. Onların aynı anda, gözlerini diktikleri esnada bir çiçeğin açtığını gördüklerini bilirim, yani böyle güzel hatıralar yaşadıkları bir aile hayatı vardı…
Müslümanlar olarak çoğunlukla şundan şikayetçiyiz bugün: İslami mücadelede tek kanatla uçmaya çalışmaktan. Yani bazı yerlerde hanımlar bundan şikayetçi, bazı yerlerde beyler. İşte biz İslam uğrunda bir şeyler yapmaya çalışıyoruz, fakat eşlerimiz İslami bir kaygı taşımıyorlar, bizim davamıza ortak olmuyorlar. Şimdi böyle bir tek kanatlılık sorunu söz konusu. Sizin evde nasıldı bu durum? Yani Mukaddes hanım salt arka planda Ercümend abiyi destekleyen, eşim çabalıyor, ben de işte onun çocuklarına bakıyorum, evde kitaplarını düzenliyorum şeklinde bir çaba mı, yoksa mücadelenin içerisinde birlikte miydiler?
Kesinlikle birlikte bir mücadele içerisindeydiler. Zaten başka türlüsü, yani babamınki gibi bir hayatı olan adamın hanımının onu öylesine, sadece ele güne karşı destekliyormuş gibi davranması mümkün değil, davayı benimsememiş olsa buna tahammül edemezdi. Eğer annemiz de bu düşünceyi benimsememiş olsa böyle bir hayatı sürdürmesi mümkün değil. Burada büyük fedakarlıklar var.
Neticede bir yandan helal yoldan rızkını, çoluğunun çocuğunun, kendisinin rızkını kazanmaya çalışan ve bir yandan da Türkiye’nin yakın tarihte görmediği cevvaliyette, netlikle bir mücadeleyi ortaya koyan bir adamın eşisiniz, beş tane de evladınız var, beşi bir yerde, ama beşi de birbirinden ayrı karaktere, özelliğe sahip evlatlar. Dönem zor, yani işte iki tanesi 70’lerde, yani 80 öncesi tam sağ-sol çatışmalarının olduğu dönemde büyümüş. 80’ler hepimizin malumu, işte Özal’la birlikte Türkiye’nin bambaşka bir döneme girdiği, dünyevileşmenin arttığı dönemlerdi, ama annemiz tam kadro hep babamızın yanındaydı. Bazen görünür, bazen görünmez, ama özellikle bizlerin yaşı belli bir seviyeye ulaştıktan sonra onunla birlikte seyahat etmeye de başlamıştı. Yurt dışı seyahatlerinde, yurt içi seyahatlerinde elinden geldiğince, vefat ettiğinde de biliyorsunuz Adana’da yine onunla birlikte kamp programına katılmak üzere gitmişti.
Bu tabi babamızın fikirlerine ilgi duyan, onun toplantılarına, derslerine vesaire katılan insanların üzerinde de çok ciddi etki yapıyordu. Şimdi bizler o tek kanatlılık durumunu büyük bir sorun olarak görüyoruz. Yani istiyoruz ki İslam’ı bizler yaşayalım, eşlerimiz evde çocukların sadece eğitimiyle, işte efendim iaşesiyle uğraşsın; hayır, bu hayat dediğimiz şey her neyse birlikte bu yükü sırtlamalı ve bunun üzerinden Rabbimize vereceğimiz hesap ne ise ona uygun bir şekilde onun rızasını gözeten birlikte bir hayat yaşamalıyız…
Toplumsallaşma da böyle başlar.
Kesinlikle. Babamız bu durumu çok iyi görürdü ve bunun için de mümkün olan her fırsatta kadınların da, gençlerin de katılabilecekleri aile kampları gibi çalışmaları düzenlerdi, oralarda dersler olurdu, fakat o kamplardaki asıl öğrendiğimiz şey inandığımızı birlikte yaşama kültürü olurdu.
Bulaşıkların yıkanması, yemeklerin yapılması…
Bunlar sıraya konurdu, yazıp çizen insanların burada bütün gün bulaşık yıkayıp diğerlerine yemek hazırlaması ve servis etmesi gibi güzellikleri yaşıyorduk. Herkes de çok mutluydu, memnundu. Çünkü gerçekten anlattığınız şeyin pratiğe inmesi, o paylaşımın, o yükün birlikte taşınması noktasında çok güzel örneklikler yaşıyorduk. Bu bağlamda annemizin sürekli babamızın yanında bulunması da zaten değerli bir katkıydı hep. Zaten son gününde de beraberlerdi. Yere düşerken annemizin kucağında son nefesini veriyor.
Allah rahmet eylesin.
Allah rahmet eylesin. Ve hani belki de her karı-kocaya da nasip olmayacak bir bitişi de böylece yaşadılar, Allah yolunda birlikte bir çaba içindeyken.
Şimdi burada tabii Ercümend abinin ticari faaliyetlerinden ki, çokça zorlandığı, sıkıntılar çektiği faaliyetlerden bahsettik. Dergiyle, İslami çalışmalarla olan maddi ilişkisini “yan gider” olarak ifade ediyor. Oysa günümüzde, bıraktık yan gideri, yan gelirin de ötesinde birçok kişi ve çevrenin İslam adına yaptıkları çalışmaları ana gelir kaynağı haline getirdiği malum. Kur’an-ı Kerim’de Rasullerin (a.s.) çabasından söz ederken Rabbimiz, onların “Ben bu davetime karşılık sizden bir ücret istemiyorum” sözünü hatırlatır. Bu anlamda Ercümend abinin de davetini maddi gelir gibi onu gölgeleyecek hususlardan uzak tuttuğu görülüyor. Bu da önemli bir örneklik…
Babamızın bir tek gelir kalemi vardı, o da ticarethanesi olan, yaptığı iş güç olan, ki Türkiye’de hiç kimselerin daha aklına gelmeyen dönemlerde kendi başına, daha üniversite öğrencisiyken başlattığı bir iş.
Medya takibi…
Evet medya takibi, ki halen bu işe devam ediyoruz. 1981 Ocak’ta işte biliyorsunuz, 12 Eylül’den tam 3 ay sonra, 12 Eylül’ün zemheri soğuğu diye babam ifade ederdi…
Herkesin sindiği bir ortamda.
Öyle bir ortamda, aylık 9 bin baskıyla birlikte yayın hayatına başlayan bir İktibas. İşte o zaman kapağı çimento kağıdına basılan, yani kağıt filan da zaten sıkıntılı memlekette, ayrıca da pahalı bir şey, tercih edemezsin. Bu şekilde başlıyor. Tabii derginin bir abonelik geliri, bir satış geliri vesairesi var, fakat benim bildiğim kadarıyla hiçbir zaman bu gelirler derginin giderlerini karşılamadı. Öte yandan dergiyle ilgili olarak hiçbir reklam geliri, yani tek tük, özel birkaç durum dışında söz konusu olmadı.
Ha şunu da biliyorum: Babamızın memleketten akranı olan Turan Kılıç, Allah rahmet eylesin, Turan amca mesela şundan bahsetmişti: Rus Hava Yolları’nın İktibas’a çok yüklü miktarda bir reklam teklifinde bulunduğunu ve tabi bunu yaparken de o dönem Sovyetler’in Afganistan’ı işgali süreci, yani işte İktibas’ı bu anlamda kullanmak ve bu işgal konusundaki tutumunu değiştirmek maksadıyla. Reklamla belki yayın politikasına nüfuz edebilmek için, babamızın o dönem bunu, “Bu şartlar altında siz zaten Müslümanlarla harp halindesiniz, bu da devletinizin hava yollarıdır, benim sizden bunu kabul etmem mümkün değil” diyerek reddettiğini anlatmıştı, ben Turan Amca’dan dinlemiştim. Kendisinden duymazdık pek bu tür şeyleri.
Buna benzer bir başka örnek de 1960’ların başında yaşanmış İsrail Büyükelçiliğiyle. O dönem İsrail Büyükelçiliği, Ajans’a yıllık abone olmuş ve paranın tamamını da peşin ödemiş. Babamız bir süre sonra, Müslümanlar ile fiili harp halinde olanlarla ticaret yapılamayacağına dair bir bilgi sahibi olmuş. Bunun üzerine yıllık peşin alıp da çoktan harcadığı o parayı borç harç derhal toparlayıp Büyükelçiliğe gerekçesiyle birlikte iade etmiş.
Elde ettiği gelir hem ailesinin geçimini temin etmek açısından, hem de derginin yayın hayatına devam edebilmesi açısından çok şükür, elhamdülillah bir şekilde yetiyordu. Allah rızkımızı veriyordu. Dediğim gibi zaman zaman bir takım sıkıntılar yaşıyorduk, mesela ben aile içerisinde işte en küçük kardeş, beş numara olarak…
Altıdan bir önceki…
Altıdan bir önceki olarak, sadece ben kolejde okudum. Mesela benim kolejde okumamla ilgili olarak şöyle bir anekdot aktarayım: Koleji kazandığımda babam diğer kardeşlerimi, yani ablalarımızı ve abimizi topladı “Kardeşiniz koleji kazandı, ben onun gitmesini, işte iyi bir dil öğrenmesini, iyi bir eğitim almasını istiyorum, fakat hiçbirinize bu imkanı sağlayamadım. Dolayısıyla da siz hakkınızı helal ederseniz ve bugünden sonra bir daha asla bu konuyu kardeşinizin başına kakmayacağınıza dair söz verirseniz kardeşinizi bu koleje göndermek istiyorum” dediğinde, Allah razı olsun bütün ablalarımız ve ağabeyimiz de “Tabii ki biz canımız kardeşimiz Tarık’ın en iyi eğitimi almasını isteriz” dediler. Onların hepsi devlet liselerinde, devlet okullarında okudular, ben bu sayede kolejde okudum. Yükseliş Koleji Ankara’da bizim müşterimizdi aynı zamanda, bizden o dönem basın takip hizmeti alıyordu. Bize ödemeleri gereken rakam, bizim onlara ödememiz gereken, benim eğitim bedelinin yarısı kadar. Dolayısıyla yarısı barter -takas usulü-, kalan kısmı da işte efendim senetler şeklinde. Mesela o senetlerin günü gelip, üzerinden epeyce bir zaman geçip ödenemediği zamanlarda benim -hani kolejde okuyan öğrenci profilini de tahmin edersiniz- onların içerisinde sınıftan “Tarık Özkan! senedi ödenmediği için müdüriyete çağrılıyor” diye nöbetçi öğrenci tarafından çağrılma hadiseleriyle karşılaştığım oldu.
Bu tür şeyleri yaşardık. Çok acımasızdı bu konuda Özel Yükseliş Koleji. Sadece bana değil tabi, senedini geciktiren bütün öğrencilere bu muamele yapılırdı. Ama Allah’a şükürler olsun, bunlar aslında bizim hep karakterimizi güçlendiren durumlar oldu. Çünkü biliyoruz ki babamız zaten her şeyini, bütün bedenini, çabasını ortaya koymuş. Dolayısıyla da ben hatta kendim ortaokulun sonunda “Baba ben artık koleje gitmek istemiyorum, beni düz liseye ver” diye bir talepte bulunmuştum. Müdürle görüşmeye gittik ve müdür dedi ki; “Bu çocuk çok zeki, biz bunu bursla filan devam ettiririz, en azından kısmen.” Tabii kaydımızı yaptılar tekrar ama burslu yapmadılar. Böylece en azından bir öğrenci kaybetmemiş oldular! Fakat ben de dediğimi lise sonda yaptım. Lise 2’yi bitirdim. Babamın bütün itirazlarına rağmen, dedim ki “Artık ben bu okuldan öğreneceğim her şeyi öğrendim, bu sene de üniversite sınav senesidir, oraya çalışacağım.” Dolayısıyla da çıktım.
Evet, maddi açıdan büyük güçlükler yaşıyorduk. Bir de, tabii şöyle bir şey var: Neticede bir ticarethaneniz var, her tüccar ticaretinin başında durduğu kadar işini götürebiliyor. İyi kötü bunu işte hepimiz kendi deneyimlerimizden de biliyoruz. Şimdi bir yandan davanızın peşinde koşacaksınız, devletin soruşturması, kovuşturması, gözaltısı, icabında aylarca sizi alıyorlar götürüyorlar, yoksunuz ortada, bu arada işler nasıl olacak vesaire, ki aynı şekilde mesela 1967’de babam cezaevine girdiğinde yaklaşık 3,5-4 yıl kadar annemiz işe devam ediyor. Yine anılarda bunu detaylı bir şekilde anlattığı bir bölüm var. Yani zor, çok zor bir süreç. Fakat Allah rızası için yine O’nun yolunda kazandığını çocuklarının rızkını temin edip sonrasında elinde kalanı da bu yola harcayıp herhalde yapması gerekeni yapmış oldu.
Dünya ve ahiret bütünlüğünde, ahirete yönelik çabayı merkeze alıp dünyadaki çabayı da ona bağlı hale getirmek, kazancı bu bağlamda bir “yan gider” olarak değerlendirmek çok önemli.
Yan giderle ilgili bir şey ilave edeyim. Babamızın bu serzenişinin bir gerekçesi vardı. Normal şartlar altında İktibas için ya da bu davayla ilgili harcadığı paralardan babamızın şikayetçi olması diye bir şey tabi söz konusu değil. Fakat insanların abone ücretlerini ödemekteki gevşekliği ve bizim artık dergiyi çıkartmakta büyük güçlük yaşar hale gelmemiz durumunda babamızın bir feryadıydı. Madem bu derginin çıkmaya devam etmesini istiyorsunuz, o zaman abone bedellerinizi en azından yatırın da hani biz bu işi yapmaya devam edebilelim şeklinde bir serzeniş. Orada işte “Herkesin yan geliri vardır, bizim de yan giderimiz oldu dergi” demesinin sebebi bu.
Bir Müslümanın, Ercümend abiyle ilgili yazısında okumuştum, şunu söylüyordu, ben çok ilginç buldum: “Ercümend abi ölmek istemiyordu” diyor, yani çünkü yapacağı çok iş vardı Allah yolunda. Çok şey düşünüyordu, çok projesi vardı.
Tabii bu enteresan bir şey, yani bir Müslümanın ölmek istememesi. Çünkü, hani Müslüman için ölüm aslında Rabbine dönüştür. Ercümend abinin ölmek istememesi ve Allah için bir şeyler yapmak için daha çok yaşamak istemesi, Allah yolunda müthiş bir enerjisi olduğunu, dinamizminin olduğunu gösteriyor. Bu dinamizmi siz de hissediyordunuz değil mi?
Biz babamızın yanındayken sürekli yeni projeler ürettiğini, kendisini ve etrafındakileri motive edecek, düşünceyi veya işte o topluluğu bir üst lige çıkartacak, çıkartmaya dönük gayretler içerisinde olduğunu görüyorduk. Bunu şöyle söyleyelim: O şunu çok net görüyordu, birilerinin çıkıp bu ağırlığı koyması gerektiğini, bu önderliği yapması gerektiğini, dolayısıyla da toplumun da iyi-kötü, biraz da belki zorlanarak bunlara kendisini adapte etmesi gerektiğini biliyordu, zira bunu hep yaşadık. İşte bir televizyon projesi oldu, İslami Parti’yi biliyorsunuz, o 70’te kurulmuş, fakat kamuya açık olmayan bir yapıydı, 1991 senesinde bu kamuya açık hale getirildi. Benim yaşım 16-17 olmasına rağmen o yıllarda bu işlerin hepsinin içerisinde yer aldım bilfiil. Teknik tarafta daha çok bulunarak yer aldım, dolayısıyla bunların hepsini iyi bir şekilde biliyorum. İşte televizyonun kurulma sürecini, sonra neden kapanmak zorunda kaldığını, devletin ne şekilde buna engeller çıkarttığını vesaire çok yakından biliyorum, ama bunların hiçbirisi onu durdurmuyordu.
Az önce söylediğiniz şeyle ilgili olarak da benim bizzat müşahede ettiğim bir olay; üçüncü kalp krizini 94 senesinde geçirmişti, zaten 95’te dördüncü kalp krizi sonrası vefat etti biliyorsunuz. O tarihte Ankara Trafik Hastanesi’nde yoğun bakımda, biz yanına ziyarete gitmişiz. Kolunda takılı olan serumun ayarı bozulmuş ve fazla ilaç gitmeye başlamış. Babamın baktık eli yüzü değişti, işte dili dolanmaya başladı, uyuşmaya başladı, bir şey ifade edemez hale geldi. Hemen doktor, hemşire çağırdık çıktı geldiler, baktılar durumu fark edip hemen serumu durdurdular. Bir süre sonra belki bir 15-20 dakika, yarım saat sonra babamız kendine geldi. Şuna tanıklık ettim; babam sağ yanına yatmış gözlerinden yaş geliyor, “Ya Rabbi daha değil, biraz daha vakit ver, daha yapacağım çok şey var” diyordu.
Duası bu yani.
Duası bu. Yani senin yolunda biraz daha mücadele edeyim, bana biraz daha vakit ver. Bu inanılmaz bir şey. Yani hani desen ki etrafındakilere gösteri yapıyor, etrafında kimse yok, hani desen ki işte efendim günahları çok da bundan dolayı mühlet istiyor, hayır bambaşka bir psikoloji. Bu enerji gerçekten iman eden, Allah’ın varlığından, birliğinden, külli şey’in kadîr, alîm olduğundan ve O’nun önüne hesap vermeye çıkacağından, sonucunda bir ahiret, bir cennet, bir cehennem olduğuna emin olmuş bir insanın enerjisi olabilir ancak.
Aynı zamanda toplumdan, insanlardan sorumlu olduğunu bilen birinin…
Evet bunun sorumluluğunu duyan. Mesela zaman zaman babamız çok üzüldüğünde annemizin onu teskin etmek için “Allah, Peygamberine bile seni onlara bekçi göndermedik diyor, vekil tayin etmedik sen tebliğini yap geç diyor, sen niye bu kadar kendine dert ediyorsun, üzülüyorsun” dediğini mesela ben bizzat yaşamış, görmüş insanlardan birisiyim. Dolayısıyla, dediğiniz gibi o sorumluluk bilinciyle. Yani bir kor avucuna düşmüş, o koru başkalarına da aktarmak için elinden geleni yapıyor.
Yine mesela bu bağlamda özel sayıda Kütahya’dan Hüseyin Baykal’ın aktardığı, o yıllarda ziyarete gitmiş babam onları, orada aktardığı bir anekdot var:
“Ya ağabey nedir bu çaba, bu acele, bu telaş, ne yapmaya çalışıyoruz bu kadar, yani dünyayı mı kurtaracağız?” gibi bir soru karşısında babamızın söylediği şey şu:
“Arkadaşlar, düşünün ki her insan bir fıçı üzüm suyu. Şimdi biz yetişip tuz bastığımızda sirke olacak, yetişemediğimizde şarap olacak, murdar olacak. Biz elimizdeki tuzu, yani İslam’ı insanlara yetiştirmeye gayret edelim ki ne kadar çok insana yetişirsek o kadar çok insanı kurtarmış oluruz Allah’ın izni ve keremiyle.”
Çünkü bu zamanla da alakalı bir şey. En azından biz kendi sorumluluğumuz açısından baktığımızda bu sorumluluğu hissetmek, yani çok da öyle geniş, gevşek, ya olur bakalım, dur bakalım, hele bakalım filan demeye mahal vermeden yapmak zorundayız. Çünkü toplumsal bir dönüşüm olacaksa zaten, herhalde bu enerji dolu çaba biraz bu işin parçası olsa gerek diye düşünüyorum.
Kesinlikle. Mesela televizyon fikri, hakikaten o dönemde televizyon kanalı kurma gibi bir perspektif müthiş bir ufuk gerçekten. Yani bugün bile Müslümanların çok ulaşamadığı bir ufuk. Bir de şunu soracağım, yine genelde dava adamı dediğimiz zaman bugünün yerleşik mantığıyla söylüyorum, daha dışa dönük insan anlıyoruz. O yükü sırtlarında hissettikleri için daha dışa yönelik bir çaba içinde oluyorlar ve bu arada ferdi İslami yaşantıları çok kaliteli olmayabiliyor. Mesela namazı koşturmaca arasında çok hakkını vermeden kılmak gibi zaaflar ortaya çıkabiliyor. Ercümend abide bu nasıldı, bireysel İslami yaşantısında o kalite ve derinlilik var mıydı?
Şimdi orada şöyle söyleyeyim: Mesela babamızı çok uzun saatler boyu namaz kılarken işte secdeye kapanmış göremezdin, çünkü onun işi vardı, onun Rabbine kulluk etmesi için namazı da şarttı ama diğer farz-ı aynlar peşinde olması gerektiği açısından baktığı için sürekli koşturan biriydi. Yani vaktini hep Allah rızası için en yüksek verimlilikte kullanmaya çalışan bir adam profili olarak gördük biz babamızı, yani hep böyle izledik. Mesela çok erken kalkardı, hatta ev ahalisi kalkmadan o kalkardı. Bulgur çorbasını çok severdi yöreden Kırşehir’den, sütlü bulgur çorbası da bir başka çeşidi. Bunları mesela bizzat kendisi yapardı. Çorbasını içerdi, üstüne çayını içerdi, sonrasında biz ev ahalisi daha yeni yeni ayaklanıyorken bakardık babamız işe gidiyor.
Tabii, gider gitmez günlük gazeteleri birkaç saat içerisinde çok ciddi bir şekilde tarardı, yani ne olup bittiğinden memlekette, dünyada ne olup bittiğinden haberdar olmak için elinin altındaki imkanlar neyse onu son noktaya kadar kullanırdı. Sonrasında belki birkaç saat ticaretiyle, işiyle, gücüyle. Sonra yeniden dergiyle, yazıyla, derginin içerisine işte yazı toplamak vesaire, yapacağı görüşmeler varsa vs. Şimdi böyle bir ortamda zaten inandığı şeyi yaşıyor.
Hayatı ibadet kılma, ibadete dönüştürme bilinç ve gayreti…
İbadet kılmış ve bu şekilde yaşıyor. Namaz konusunda mesela çok titizdi ve hepimizi de titizlenmek üzere teşvik ederdi. Bana mesela “Ah oğlum çok iyisin, derslerin iyi, çok akıllı bir çocuksun, bir de namazı halletsen” diye beni çok teşvik ettiğini hatırlarım. Ve ben namaza başladıktan sonra babamın bunu gördüğünde çok mutlu olduğunu görürdüm ki onun o mutluluğu bile senin o işe devam etmen için bazen yeterli oluyor.
Sabah namazından sonra yatıyor muydu peki Ercümend abi?
Yok yatmazdı. Genelde şöyle: Günlük hayatı, yani son yıllarda tabi o artık ikinci, üçüncü kalp krizlerinden sonra vücudu zayıflamıştı, bir de 87-89 arası 2 yıl felçli kaldığı bir dönem var. O yıllar artık fiziksel olarak geriye düştüğü, düşmeye başladığı yıllardı. O yıllarda işte bir öğlen uykusu mümkün olursa bir yarım saat, bir saat… Onunla birlikte işleyişi şöyleydi: Sabah namazla birlikte güne başlayıp, gece de 23:30-24:00 civarında yattığı şeklinde benim genel müşahedem, şahitliğim.
Zaten yayınladığı tavsiyelerinde de saat 23.00’ten sonra İslami çalışmalar dahil tüm meşguliyetlerin bırakılması ve sabah namazı için yatılması tavsiyesi var.
Kesinlikle. Yani eğer sabah namazını ihmal ettirecek, engelleyecek bir çalışma yapıyorsanız aslında boşa çalışıyorsunuz. Sabah namazının çok önemli olduğunu, asla ihmal edilmemesi gerektiğini özellikle vurguluyordu. Gecenin dinlenme, gündüzün çalışma için olduğunu hep hatırlatırdı.
Akşam işten geldikten sonra evde neye yoğunlaşıyordu, kitap okumaya mı, sizinle sohbete mi?
Şöyle: Eğer keyfi yerindeyse kesin mutfağa girerdi, güzel yemek yapardı. Mahpushane yemeği derdi türlü yemeğine. Mahpushane yıllarında öğrenmişler, mesela onu yapardı. Yani annemize o anlamda güzel destekler verdiğini görürdük.
Yemeği yerdik, arkasından o birkaç saat içerisinde mutlaka haber seyredilirdi, yani o dönem şimdiki gibi de değildi. Daha sınırlı sayıda kanal vardı ve haberlerin mutlaka seyredilmesi gerektiğine kaniydi. Çünkü televizyonda ne varsa yarın Türkiye’de onu mutlaka herkes bilir vaziyette olurdu, onun için orada ne söylendiği çok önemli olurdu. Sonrasında da genelde elinden kitap düşmezdi. Yazı yazmak için -ki daktiloyla yazardı, o bilgisayarlı döneme çok yetişmemişti babamız- yazılarını yazmak için evin muhtelif köşelerine çekilirdi. Evimiz 3+1 bir evdi, şimdi 5 çocuk, 2’de anne-baba, hani bir ayrı çalışma köşesi ya da odası yapma lüksümüz yok. Ama bir odanın bir köşesini o çalışma köşesi gibi yapmıştı kendisine. Bir küçük masa koymuştu orada yazı yazardı. Bir yandan biz televizyon izleriz, annemiz diyelim yerde yukfa açar, babamız da orada köşede tık tık yazı yazar, fakat dikkati dağılmazdı. Şimdi ben mesela kendimi kıyaslıyorum, nasıl başarıyordu acaba diyorum, demek ki çok iyi odaklanıyormuş. Dikkati çok yüksekti.
Devam edecek…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *