Müslümanları eğri oturuyorlarsa bile doğru düşünmeye ve doğru davranmaya çağırıyor; Hakkı ve sabrı tavsiye ediyoruz. Bu tavsiye Rabbimiz Allah’ın bizlere tavsiyesidir…
Ercümend Özkan
Hürriyet, kişinin başkasına zarar vermeden istediği her şeyi yapabilme serbestisi olarak tanımlanagelmiştir. Bu tanım, üzerinde tartışılsa bile genelde katılınan bir tarif olarak genelleşmiş ve kabul görmüştür.
Hürriyet kavramını dünyaya Fransız İhtilali tanıtmıştır. Bu ihtilalin teorisyenlerinden Montesquieu ve J.J. Rousseau’nun tanım getirdikleri bu kavram, teorisyenleri tarafından insanların dünyaya gelirken beraberlerinde getirdikleri bir hak olarak görülüyor. İnsanı laikleştirenler insan için Rabbinin belirlediği gerek ve gerçekleri insandan uzaklaştırıp, insanı, insanın hevâsı ile tanımlamaya, ihtiyaçlarını belirlemeye özen göstermişlerdir. Bu esasın üzerine binâ edildiği Batı düşünce ve yaşam biçiminde hürriyet, bir temel kavram olarak algılanagelmiştir. Hürriyetsiz bir laiklik, hürriyetsiz bir demokrasi düşünebilmek mümkün değildir. Tıpkı tevhidsiz bir İslam düşünebilmenin mümkün olmadığı gibi..
Kişinin hayata gelirken beraberinde getirdiği varsayılan hürriyetler çeşitlendirilmiş ve ayrı ayrı tanımlanmıştır. Kişi hürriyeti, inanç hürriyeti, fikir hürriyeti ve mülk hürriyeti olarak dört ana hürriyet kabul edilmiş, diğerleri bunlardan türetilmiştir. İnanç hürriyeti; kişinin vicdanı ile kendisi arasında kalmak kaydı ile istediği gibi inanabileceği, istediği inancı terkedip, bir başkasını onun yerine koyabileceği serbestisi demek olarak tanımlanmıştır ki bunu istediği süreler içinde istediği kadar kullanabilme de bu hürriyete dahildir. Batı literatüründe böyle tanımlanan ve kayıt altına alınan inanç (din ve vicdan da deniliyor) hürriyeti İslam dışıdır. Zira Allah kullarına kendi dinini kabul ettirmek için bir ‘zorlama’ koymamış olmasına rağmen, dinini kabul edenden de gereklerini yerine getirmesini istemiş ve inancını terketmesi halinde müeyyide koymuştur. Hele bir gün müslüman gibi, diğer gün kafir gibi olanlara ağır cezalar terettüp ettirmiş, müslüman olmadığı halde müslüman gibi görünenlere de ‘münafık’ demiştir. Müslüman olduğunu söyleyenler için de “Allah ve Rasulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir kadın ve inanmış bir erkeğe, o işi kendi isteklerine (hevâlarına) göre seçme hakkı yoktur. Her kim (Müslümanım demesine rağmen İslam’dan başka hükümler seçer veya İslam dışı hükümleri uygulayacaklarını bildiklerinden birilerini seçerek; Allah ve Rasulü’ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”(Ahzâb 33/36) buyurmaktadır.
Peygamberimiz (a.s.)’in Mekke’de tebliğe başladığı ilk yıllardan itibaren açıkça biliyoruz ki onun getirdiği dine tâbi olanlara hakaret edilmeye, küçük düşürülmeye, iktisadi zorluklar altına alınmaya giderek de bedenî işkenceler uygulanmaya başlanmış ve sonuna kadar da sürdürülmüştü. Yapılan baskıların sonucunda insanların birçoğu yurtlarını yuvalarını terke zorlanıyor ve hicret etmek durumunda kalıyorlardı. Yalnızca inançları yüzünden ve inançlara uygun yaşamaya çalışmaları yüzünden.. Bu dönemde olup bitenleri hemen tafsilatlarıyla biliyoruz. Bu durumda ne sıkıntıya uğratılan müslümanlar peygamberden istinad ediyorlar, ne de peygamber Nedve’deki Mekke emirlerine başvuruda bulunarak bu sıkıntıları kaldırmaları talebinde bulunuyorlardı. Bedeninde ateşle eziyet verilen Ammar bin Yasir’e yapılanları oradan geçerken gören Peygambere Ammâr “kurtar beni bunların işkencesinden” demediği gibi, Peygamber de onlara bırakınız, yapmayınız diye ricalarda da bulunmuyordu. Ve Ammar’a “Sabret yâ Ammâr!. Allah sana cenneti vaadediyor..” dediğinde ise Ammâr’ın cevabı “ben şimdiden kendimi cennette hissediyorum yâ Rasulullah!.” oluyordu.
Bu ve benzeri durumlarda kalan müslümanlar için Peygamber Mekkelilere “bu yaptıklarınız kendi hukukunuza da aykırıdır. Kendi hukukunuza da aykırı davranıyorsunuz” türünden şeyler söylemiyor, onları kendi hukuklarına uymaya çağırmıyordu. Yalnızca sabrediyor, Rabbi Allah’a sığınıyor ve çektiklerinden haz almaya, imanını güçlendirici hâle getirmeye çalışıyordu.
Çekilen sıkıntılara dayanamayanların Peygambere başvurularında Allah “Kendilerinden önce gelip geçenlerin çektikleri sıkıntıları çekmeden mi cennete girmek istiyorlar”(2/214) buyuruyordu. Yine eziyetlere uğrayanların “Bize yaptıklarına mukabil biz de onlara birşeyler yapalım, müsade et!.” türünden başvurularına ise hiçbir zaman olumlu cevap vermemiş ve hakkı ve sabrı tavsiye etmeyi sürdürmüştü. Zira onların yaptıkları cinsinden şeyleri onlara yapmakla onlara benzenilirdi. Peygamber ise müslümanların Mekkelilere benzemelerini istemiyordu. Keza Allah da bunu istemiyordu ki ‘kendilerinden önce gelip geçenlerin çektikleri sıkıntıları çekmeden mi cennete girmek istiyorlar’ buyurarak onları zalimlerin zulmüne bulaşmaktan alıkoyuyordu.
Peygamberin hiçbir gün Mekkelilere “Ey Mekkeliler! Neler yapıyorsunuz? Bu yaptıklarınız sizin Mekkeli şöhretinize yakışır mı? Sizin kendi aranızda câri hukuk kurallarına uygun mu? Kendi hukukunuza bâri uygun davranınız!.” demiyordu. Medine’de geldiği bilinen ve Yahudileri muhatab alan “Size katımızdan şeriat gönderdik. Siz onu beğenmediniz ve yerine kendi beğendiklerinizi şeriat olarak koydunuz. Bâri ona uysaydınız ya!” (57/27) buyuran Allah Yahudilere kendi koydukları hukuka uymalarını tavsiye etmiyor, bilakis “sizler benim gönderdiğim şeriata uymadınız, beğenmediniz. Kendinizin koyduklarını beğendiniz. Madem böyle yaptınız, o halde neden kendinizin beğenip koyduklarınıza uymuyorsunuz!. Ben sizin nerenizden tutayım, eler tutar yanınız var mı sizin demek istiyordu. Yoksa kendi yaptıkları kanunlara uymalarını tecviz etmiyordu kesinlikle..
Gerek Kur’an, gerekse O’nun uygulanması olan sünnet şayet müslümanım diyenlerin düşünce ve davranışlarını belirleyen, kimlik kazandıran esasları oluşturuyorsa, bilinmelidir ki Kur’an’da buyurulduğu ve sünnette icra edildiği gibi olunmalıdır, ki müslüman olunabilsin ve müslüman kalınabilsin. Esası itibariyle zaten adil olmayan, adalet umulması beklenemeyecek bu düzenin kanunlarından ve uygulayıcılarından medet ummak, onlara kendi kanunlarına (hukuka) uygun davranmayı tavsiye etmek veya bunu beklemek kadar abes bir şey olamaz. “Bizler yalnız hakka tâbi olanlarız” demektir bizlerin işimiz.
Müslümanları eğri oturuyorlarsa bile doğru düşünmeye ve doğru davranmaya çağırıyor; Hakkı ve sabrı tavsiye ediyoruz. Bu tavsiye Rabbimiz Allah’ın bizlere tavsiyesidir. Biz O’nun sözünden daha güzel söz bilmiyoruz.
Gerek üniversitelerde, gerekse memuriyetlerde ‘başörtü’leri nedeniyle sıkıntı çeken kızlarımıza, kadınlarımıza Allah’tan ecir diliyoruz. İslami bütün düşünce ve davranışlarına olduğu gibi, başörtülerini de sahiplenmeyi sürdürmelerini tavsiye ediyoruz. Yaşadıkları zorlukları biliyor ve içimizde duyuyoruz. Ne var ki “Kendilerinden önce gelip geçenlerin çektikleri sıkıntıları çekmeden cennete girivereceklerini sanmamaları”(2/ 214)nın da bilinmesini istiyoruz. Bir insan üzerinde taşımaya kendi seçimi ile karar verdiği düşünce ve davranışlarının faturasını ödemeyi de göze almalıdır ki Allah da bunun karşılığını katından ecir olarak versin. Yaşadığımız bugünlerde müslüman olabilmek, kalabilmek, İslam’ın hakim olduğu bir dönemde müslüman olabilmekten daha fazla ecir getiricidir. Bunun bilincini taşımaları gerektiğine inanıyor ve başörtüleri sebebiyle kendilerine verilen eziyetlerden sıkıntılanmak yerine, bu sıkıntıları zevke, hazza dönüştürmeyi bilmelerini tavsiye ediyoruz. Israrla, kararlılıkla doğru davranışlarını sürdürmelerini bir müslüman olarak kendilerinden bekliyoruz. Şayet böyle yaparlarsa bilmelidirler ki kendilerinin Allah’ın bir hükmünü üzerlerinde taşımalarının karşılığında ödedikleri bedelin yüksekliği, elbette karşılığında alacakları ecrin yüksekliğini de beraberinde getirecektir.
Özellikle üniversitelerde okuyan kızlarımıza başörtülerini sonuna kadar sahiplenmelerini bunda direnmelerini fakat kişiliklerinde en küçük nisbette de olsa bir bozulmaya yer vermemelerini tavsiye ediyoruz. Kararlılıkla ve kimselere fatura çıkarmadan sahiplenin başörtülerinizi diyoruz. Bunu yaparken de aslâ kırılıp gücenmeyiniz ama mutlaka Rabbiniz Allah’a şükrünüzü artırınız. Tıpkı Taif’te taşlanması sonucu kendini şehrin dışına zar-zor atan Peygamberimizin bir bağ duvarı kenarında ellerini açarak “Ya Rabbî! Tek Sen benden razı ol.. Ben Sen’den razıyım!” demiş olmasını aklınızdan çıkarmayınız. Allah’ın dinini tebliğ için gittiği Taif’te taşlanması ve hakaret görmesinin Rabbi Allah tarafından kendisine verilen vazifenin ifası sırasında meydana gelmiş olması sonucu O, benim bu işten sıkıldığımı, keşke bu vazifeyi bana vermese idi, türünden bir şey düşünmüş olabileceğimi düşünmesin için verilen vazifenin ağırlığı ve vazife sebebiyle başına gelenlerden razı olduğunu ifade gereği duyması bize çok şeyler anlatmaktadır. Bu hâleti yaşamaya çalışmalıdır müslüman. Bizim kanaatimiz hep bu yönde olmuştur. Başımıza O’nun dini sebebiyle gelen sıkıntılardan haz almışızdır, razı olmuşuzdur ki O da bizden razı olsun. Bütün müslümanlara da bunu tavsiye ediyoruz, böyle yapmalarını uygun buluyoruz. Başımızı örtmeye devam edelim diye İslam dışı düşünce, kavram ve eylemlere başvurmayı ve onlardan medet ummayı ise müslümanlara yakıştıramıyor ve bu tür davranışlardan ecir alamayacakları gibi bilakis Allah’ı razı edemeyeceklerine inanıyoruz.
Allah’ın kendisine yüklediği yük sebebiyle başına gelen sıkıntıları hazza dönüştürenlerin Allah katında emsalsiz ecir alacaklarına inanıyoruz.
Not: Bu açıklama Mazlum-Der’in 29.10.1991 tarihli Basın açıklaması ile ilgili olarak yapılmış olup, imzamızın bulunmayışının da bir açıklaması niteliğini taşımaktadır. Aziz okuyucularımızın dikkat ve değerlendirmelerine sunmakta yarar umduğumuz için bu açıklamayı yaptık. Arzederiz.
(İktibas, sayı 155)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *