Bugün görünen odur ki gerçekten Kur’an yoğun şekilde mezhep kültürü ile örtülmüş durumdadır. Bütün gücünüzle Kur’an’ın ve O’nun mesajını mezhep kültürünün enkazı altından çıkarınız. Ezip kırmadan, asliyetine zarar vermeden yapmaya çalışınız bunu…
Ercümend Özkan
Sünnet, lügatte işlek yol, geniş manada Allah’ın yolu veya insanların âdet haline getirdiği iyi veya kötü davranışlarını ifade eden kelimedir. Kur’an’da bu tabir yukarıda açıklamaya çalıştığımız bütün manalarda kullanılmıştır (33 Ahzab 38; 17/77; 8 Enfal 38).
Sünnetullah, Sünnet-i Resulullah, Sünnet-i Filân veya Fûlan gibi deyimler hep kullanılmış ve kullanılmaktadır. Diğer taraftan iyi sünnet veya kötü sünnet deyimleri de bolca kullanılagelmiştir.
Bizim burada üzerinde duracağımız sünnet ise Resulullah’ın yapmayı âdet haline getirdiği, yapageldiği davranışlar olup, özellikle de Müslümanları ilzam eden İslâm’ın yaşanılması ile ilgili, Kur’ân’ın bir hayat tarzı olarak yaşanılması ile ilgili hareketleridir. Ki hiçbir Müslüman Resulullah’ı dışlayarak, onu devre dışı bırakarak İslâm’ı yaşayabileceğinden söz edemez. Bu anlamda, yani Resulullah’ın Kur’ân’ı ahlak edinmede tuttuğu yolu terk ederek Müslüman olmaktan bahsetmek, İslâm’la bağdaşamaz. Müslüman’ım diyen her kişiyi Resulullah’ın sünneti (Kur’ân’ı ahlak edinmede tuttuğu yolu) bağlar. Kimse kendini bu bağın dışında sayamaz.
Kelime anlamı itibariyle de “Ehl-i sünnet” İslâmı, Resulullah’ı örnek alarak yaşamaya çalışmak demektir. Zaten tarih boyunca da bütün tartışmalar sünnet-i Resulullah’ı reddetmek, ya da dışında kalmak üzerinde değil, sünnet-i Resulullah’ın ne olduğu, nelerden ibaret bulunduğu ve nelerin (hangi davranışların) peygamberin Kur’ân’ı ahlak edinmesiyle ilgili bulunduğu ve tabii din ile ilgili bulunduğu konuları üzerinde olagelmiştir. Hiçbir Müslüman, hangi mezhebin mensubu bulunursa bulunsun sünnet-i Resulullah’ı dışlamayı düşünmemiş, düşünmeye bir yol da aramamıştır.
Allah’ın elçisinin, kendisine gelen vahyi davranışlar haline geçirerek takip ettiği yol şayet insan olması münasebeti ile bazı yanlışları bulunmuş ise bunlar; kendi elçisinin yanlışlarını düzeltmek Allah’a ait bir keyfiyet olduğundan yine O’nun tarafından düzeltilmiş ve Allah dininin, kullarına yanlışsız olarak tebliğini sağlamıştır. Bu itibarla sünnet-i Resulullah, sağlaması yapılmış bir İslâmî uyarlamanın, uygulamanın adı olarak bilinmiş ve anıla gelmiştir. Bu geçerli gerekçe ile de Müslümanlar tarafından baş üstü tutulmuş ve değerlendirilmiştir.
Peygamberin söylediği söylenen sözler veya yaptığı söylenen davranışlar şayet eleştirilmiş ise; bu eleştiri peygambere yönelik olmamış fakat bunu rivayet edenlerin rivayetlerine, ravilerin şahsiyetlerine, rivayetin metnine, anlamına olmuştur. Yani burada eleştiri kesinlikle peygambere değil, Ondandır diye yapılan rivayetlere ve anlamlarına olmuştur. Daha Resulullah hayatta iken yapılmakta bulunan bu eleştirilerden daha sonra bize kadar intikal eden rivayetler vasıtasıyla haberdar oluyoruz. Daha sonra da bu eleştiriler giderek çoğalmış ve kitaplarına alabildikleri rivayetlerin sayıları on binlere bile varmazken, bunları milyonlarca, yüz binlerce rivayetten seçerek koyduklarını da belirtmeden geçmemişlerdir hadis imamları…
Yapılanlardan rahatlıkla anlıyoruz ki eleştiriye tabi tutulan peygamberin İslâm’ı yaşama biçimi, Kur’ân’ı hayata geçirme şekli olmayıp, bunlarla ilgili olarak insanların rivayetlerindeki yanlışlar, aksaklıklar, yanılgılardır. Zira hiçbir dinin mensubu, o dinin peygamberini, dini üzerine eleştiremez. Eleştirirse o dinin mensubu olarak kalamaz. Dini, insanlara peygamberler bildirir. Dinin uyarlanması, hayata geçirilmesinde peygamberler ilk canlı uygulayıcılardır. Peygamberler, Allah’ın murakabesi altındadırlar. Bu murakabe onların insan olmaları itibariyle yanılmalarından kaynaklanacak yanlışlarının düzeltilmelerine matuf olup, Allah’ın dininin, yanlışsız ve eksiksiz olarak kullarına açıklanmasının sağlanması amacına yöneliktir. Ki Allah kullarının bahanesi kalmasın için dinini bütün açıklığı ile bildirmeyi kendine vacip kılmıştır.
Evet sünnet ehli demek, işte Peygamber’in dini anlayıp yaşadığı gibi anlayıp yaşamak anlamına gelen bir kelime olarak kullanılmaktadır. Bu, deyimin lügat anlamı olup, sonradan gelişen ve teşekkül eden ve bugün de çokça kullanılan geleneksel anlamında değildir. Bizim burada üzerinde duracağımız ise bugün geniş olarak kullanılan ve Müslümanların büyük kesimince kabullenilen anlamı olup, bu anlam ile yukarıda açıklamaya çalıştığımız anlam arasında büyük farklılıklar vardır.
Diğer yandan Ehl-i Teşeyyu’, yani şiâ ise, yine kelime anlamı itibariyle taraftar manasına gelen bir özel isim olarak kullanılmakta ve Ali ibn Ebî Tâlib taraftarı manasına gelmektedir. Ali’yi, peygamberin yerine vâsi olarak tayin ettiği kanaati ile peygamberi en iyi temsil eden Müslüman anlamında, Ali taraftarlığı da yine sünnet, yani peygamberin Müslümanlığını en iyi temsil eden kişi taraftarlığı anlamında kullanıldığı bilinmektedir.
Bu deyim belki daha peygamber hayatta iken bile var idi ve bazı sinelerde yaşatılmakta idi. Ki peygamberin vefatından itibaren su yüzüne çıkmaya başlamış ve peygamberin yerine Ali’nin halife olması taraftarlığı olarak algılanmıştır. Selman, Mikdad ve Ebu Zerr gibi Müslümanların Ali taraftarlarının ilkleri olduğu söylenegelmiştir.
Sanıldığı gibi Sünnîlik ve şiilik Ali ile Muaviye arasındaki Sıffîn savaşının ürünü değildir. Peygamberin amcası Abbas’ın, peygamberin vefatını takiben özellikle peygamberin kızı Fatıma’yı harekete geçirerek Ebu Bekr’in üzerine yürütmesi, Kureyş’ten de olsa riyasetin bir başka kabilenin eline geçmesini önlemeye matuf davranışlarının ürünü olarak görünüyor. Beni Haşim’in elinden çıkmaması açısından imametin Ali’ye verilmesi gerektiğini kendisi açıkça dile getiremeyen Abbas, peygamberin kızını tahrik ederek ortaya sürmüştür. Hemen değilse bile ileride Beni Haşim’den olması münasebeti ile kendi eline geçireceğini umduğu -ki ileriki tarihlerde de bu iddianın sahibi olarak Abbasilerin aynı yolu kullanarak Abbasiler adı ile bir Benî Haşim imareti kurduklarını biliyoruz- imaretin daha o günlerden zeminini hazırlamayı hedeflediği gözleniyor.
Beni Umeyye’ye karşı Ali’nin yanında bulunanların ezici çoğunluğu daha sonralarda ehl-i sünnet olarak anılan sahabilerden oluştuğuna göre bunların bugünkü manada Ali taraftarlığı (şiâsı) söz konusu değildir.
İslâm’dan önceki kabile üstünlüğü iddialarının İslâm dan sonra da sürdüğünü gösteren bu gerçekler tarih boyunca kendini akidevî, amelî alanlarda dahi belirginleştirerek su yüzüne çıkarmış ve bazı kabile mensuplarının diğerine üstünlüğü iddiası, o kabilelerle ilgisi bulunmayan kabile ve hatta ırklarda dahi görülür olmuştur. Bu hâl cahilî kültürün İslâm öğretisini örtmesi olarak adlandırılabilir.
Bugün ehl-i sünnet; tarih boyunca Kur’ân ve O’nun öğretisinin üzerine çekilmiş bir koyu mezhep kültürü olarak algılanıyorken, keza Şia’da yine doz farkı ile de olsa aynı işlevin sahibi olarak kültürü ile Kur’ân öğretisinin önünde koyu bulutlar oluşturmaktadır. Ehl-i sünnet olsun, şia olsun hangi ayete baksa ayetin bizzat kendi anlamını değil, tarihi süreç içinde ona kazandırılan mezhep kültürünün verdiği anlamı görmektedir. Bu, mezhebin din haline getirilmişliğinin ifadesidir. Ali’nin, peygamberden sonra O’nun varisi olacağı ile ilgili 273 ayet bulunduğunu gayet rahatlıkla söyleyebilen şia, bu hâli ile Kur’ânı Şiileştirmiş iken, imaret konusunda Kureyş’ten olmayı şart bilen ehl-i sünnet de Kur’ân’ı sünnileştirmiştir. Her ikisi de esastan yanlış yapmışlardır. Zira Kur’ân gerçekten ne şiî, ne de Sünnî’dir. Bilâkis Sünnîlik veya Şiâlık Kur’ânî olmak durumunda ve zorundadır. Kur’ân’ı kendisinde bulunmayan ifadelerle, zanlarına uydurarak ondan mezhepleri istikametinde hüküm çıkaranlar bilmelidirler ki Kur’ân ne sünnîdir, ne de şiîdir; yalnızca Allah’ın kitabıdır ve tüm insanlara inansınlar ve içindekilerle amel etsinler için gönderilmiştir…
Kur’ân, inananlar kendilerine Müslüman’ım desinler isteyen bir kitap iken, bunlardan bir kısmı sünniyim, bir kısmı da şiiyim diyorlarsa esasta yanılıyorlar demektir. Kur’ân Müslümanların kitabıdır; sünnilerin veya şiilerin kitabı değil. Bu demektir ki Kur’ân’a inananlar kendine yine O kitabın buyurduğu gibi yalnızca Müslümanım demelidirler. Başka bir isimle isimlendirilmeyi ise kabullenmemelidirler. Zira Kitab’ın sahibi Allah, “De ki ben Müslümanlardanım” buyurmaktadır. Hiçbir ayette de “De ki ben sünnilerdenim veya şiilerdenim” buyurulmamaktadır. Allah, kullarından ne istiyorsa onu yapanlara müslüman denilmekte, başka bir isim de kullanılmamaktadır. Allah’ın verdiği ismi kifayetsiz mi buluyorlar ki Müslümanlar bir de kendilerini sünnî veya şiî olarak niteliyorlar.
Unutulmaması gereken şu gerçek de gösteriyor ki Allah Kitab’ı Kur’ân’ı korumasına almış iken, peygamberden gelen rivayetleri korumasına almamıştır. Kur’ân’a nispetle ne sünnilerin elindeki hadis mecmuaları, ne de şianın elindeki hadis mecmuaları Kur’ân ayarında sahih olmadıkları gibi O’nun dûnunda oluşları itibariyle de O’nu açıklamaya, Kitab’ın hükümlerini şekillendirmeye yeterli değillerdir, olamazlar da… Yanılmazlıkları varsayılan ravileriyle şiânın hadis imamları ile, sünnilerin hadis imamları arasında insan olmaları bakımından hiçbir fark yoktur ve hepsi de Allah’ın yanılabilir kullarındandır.
Peygamberin masumiyeti kendisinin Allah’ın elçisi olmasından dolayı iken ve kendisinin değil, Allah’ın kendisine gönderdiği vahiyleri insanlara iletmesi münasebeti ile iken, hadis imamlarının sünnisinin veya şiisinin Allah’ın elçiliği gibi bir vazifesi de söz konusu değildir. Bundan dolayıdır ki masumiyetleri de söz konusu olamaz. Kur’ân bunu âmirdir. Peygamberin masumluğu O’nun Allah’tan gelen vahyi insanlara iletmesinden dolayı, Allah’a ait bir işi üstlenmesinden dolayıdır. Vahiy için insanlar bir şey diyecekse peygambere değil, Allah’a demelidirler. Zira vahiy peygamberin kendi sözleri değildir, peygamberin masumiyetinin anlamı budur. Yoksa günah işleyemezliği veya yanılmazlığı anlamında değildir. Elçiye zeval yoktur anlamında bir masumiyet söz konusudur.
Tarih içerisinde insanlar zaaflarının sonucu olarak Allah’ın gönderdiği vahiy ana çizgisinden zaafları istikametinde saparak bugünkü bulundukları yerlerine gelmişlerdir. Doğru veya eğri bir şeyin kendisinden önce yapılmış olması ve yapıla gelmiş bulunması insanlar için hep bir kolaylık olmuş ve bu kolaylık sürdürülmüş, asla geriye dönerek yürünen yolun eğriliği veya doğruluğunun sağlaması yapılmak istenilmemiştir. İstisna olarak bunu yapanlar bulunmuş ise de, büyük çoğunluk yürüne yürüne yol yapılmış çizgiyi, doğruluk veya eğriliğine bakmaksızın yürümüş ve daha da genişletmiştir. Üstelik Rabbleri katından hiçbir delilleri olmadığı halde yürüdükleri yolun yalnızca hak yol olduğundan pek emin bulunarak yürüye gelmişlerdir. Bu yüzdendir ki Kur’ân ‘atalarını üzerinde yürür buldukları yolda yürümeyi’ esas itibariyle hak olarak tanımamış, reddetmiştir. Zira bu yürünen yol, içinde haktan bazı parçalar bulunsa bile tümü bakımından hakkın ifadesi olarak kalmamış, kalamamıştır. Kureyş’in Allah’ı bildiği, Kureyşlilerin bazı maruflardan haberdar bulunduğu da bilinmektedir. Lâkin bilinen bazı doğrular hakkın tümünün ifadesi bulunmadığından, ona katılanlar yüzünden bu doğrular da doğruluğunu yitirmektedir. Allah’a inanmak, O’na koşulan ortaklar yüzünden işe yaramaz hâle gelmekte,Allah hakkında zan taşımak O’na imanı geçersiz kılmaktadır. Bunun içindir ki Kur’ân İslâmı ile diğer İslâmlar arasında daima fark olagelmiş ve bu farklar nispetinde İslâm’dan uzaklaşılmıştır. Bu uzaklaşma ancak Kur’ân’a katılanlardan uzaklaşılır ve Kur’ân’a dönülürse son bulabilir.
Bu noktada mezheplerin vazgeçilmez olmalarına rağmen yaşattığı İslâm’ı Kur’ân İslâm’ına döndürmek zorundayız. Her mezhep sahibi bilmelidir ki mezhebi din, yani İslâm değildir. Ancak kendi görüşleridir. Din, yani İslâm ise Allah’ın’dır. Biz insanlar ahirette mezheplerimizden değil, dinimizden, yani İslâmdan sorulacağız. Bilinmelidir ki Kur’ân’a çalışmayıp, mezhebine çalışanlar ahiretteki sorguda sınıfta kalacaklardır.
Ne ehl-i sünnetin hak zannettiği nice şeyin, ne de şiâ’nın hak zannettiği nice şeyin insanı ahirette kurtaramayacağı açık olarak bilinmeli ve dinlerinde kesin, mezheplerinde zan içinde bulunmak durumunda olmalıdır Müslümanlar. Mezhepte mutlak doğruluk aramak vahiyle teyit ve tasdik edilmediği için mümkün değil iken, dinde kesinlik vahye dayandığından hem gerekli hem de geçerlidir. Zira dinimizi belirleyen Allah’ın lafızlarıdır. Akide ve amellerle ilgili ölçüleri koyan O’dur. O’nun yanılması mümkün değil iken, O’nun yarattıkları yanılırlar. Bu sebeple insanların dinlerini yaşamak için tuttukları yol olarak bilinen mezhepte vahye dayalı mutlak doğruluk bulabilmek kabil değildir.
Kur’ân, akideye tealluk eden konuları gayet net olarak belirlemiş ve bunlarda zan bulunmasının kabul edilmezliğini de belirtmişken, akidesine zan katanlar, mezhepleriyle bunu yapmaktadırlar. Bundan vazgeçmelidirler. Kur’ân’ın belirlediği akidede ne Ali’nin vesayeti, ne Mehdî’nin mevcudiyeti, ne imamların masumiyeti, ne Deccal bulunmazken, diğer yandan halifelerin Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali olarak sıralanması, Halifenin Kureyş’ten olması, gayba tealluk eden haberlerden hilafetin 30 yıl süreceği, kıyametin bilmem ne zaman kopacağı, ümmetten biri cennete gidecek, diğerleri cehennemi boylayacak 73 fırkanın çıkacağı gibi şeyler de yoktur. Kur’ân böylesi esassız şeylere itibar etmemekte, bunlara yer vermemektedir. Mezheplerinde mutlak doğruluk var sananların yanılgıları esasa müteallik bir yanılgıdır. Bu itibarla da Kur’ân’a aykırıdır. Kur’ân dışı akide ise Allah katında sahih, yani kabul edilir değildir. Akidede Kur’ân, bulundurduğu ifadeleriyle esas kabul edilmez ise mutlaka onun dışına çıkılmış olur. Kur’ân dışında belirlenen akidenin ise zan taşıması kaçınılmazdır. Kur’ân ise akidede zandan kaçınmanın ilk ve ön şart olduğunu belirtmektedir.
Kur’ân’ın koyduğu ölçülere göre insanların takvası ile birinin diğerine nispetle Allah’a daha yakın olabileceği belirtilmişken, Kur’ân dışında edinilen ölçülerle filanın veya peygamber de olsa falanın sulbünden gelenlerde peşin takva mevcudiyeti var sanmak kadar Kur’ân dışılık olamaz. Bu itibarla peygamberin soyundan gelenlerin, peygamber soyundan gelmeyenlere göre kesinlikle bir üstünlüğü söz konusu olamaz. Şayet peygamber soyundan gelmek bizatihi bir üstünlük olsa idi, bütün insanlar Adem’in soyundan geldiklerinden hepsinin sonradan tutacağı yola bakmadan bir üstünlüğünün bulunması gerekirdi ki Lenin’in de, Ebu Leheb’in de, Mao’nun da Adem’in soyundan geldiği unutulmamalıdır. Lut’un karısının, Nuh’un oğlunun, Hz. Muhammed’in amcası Ebû Leheb’in peşin cennetlikler olması gerekirdi ki Kur’ân bunun tam tersini buyurmaktadır.
Allah Kur’ân’da, Kur’ân’ı nasıl ve ne zaman okuyacağımızla ilgili olarak “Yanınız üzerine, yatarken, otururken onu okuyunuz” (3 Al-i İmran 191) buyurduğu halde, mezhep kültürü Kur’ân’ı abdest aldırmadan ve hattâ diz kırmadan okutmaz olmuş ve Allah’ın kullarını Allah’ın kitabından merasimlere boğarak uzak tutmuştur. Her halde okunabileceği Kur’ân’da buyurulan Kur’ân, O’nun kullarının Kur’ân’daki kesinliğe rağmen ortaya koyduğu zanların sonucu ayak ayak üstünde iken bile okunamaz bulunmuştur. Peygamber “Namaz dışında bir şey için abdestli olmakla emredilmedim” (Tirmizî) buyurduğu halde, mezheplerini dinlerinin önüne geçirenler Allah’ın kitabına saygı göstereceğiz diye O’nun kullarını O’nun kitabından uzaklaştırmışlardır. Kur’ân’ı okumayı merasimlere boğanlar, paganist dinlerdeki gibi merasimler icat etmişler ve İslâm’ı bir merasim dini imiş gibi göstermeyi becermişlerdir. İslâm da ruhban bulunmadığı bu dinin Kitabınca bildirildiği halde bu dinin dindarları (!) İslâmı bir ruhban sınıfının dini haline getirmişler, Ruhanîleri bulunduğunu söylemişlerdir. Tıpkı Vatikan’daki din mensupları gibi Ruhban sınıfını da sınıflandırmışlar, rütbeler dağıtmışlardır.
Allah dinini, kulları onu eğip büksünler ve deforme etsinler için göndermemiş, olduğu gibi kabul ederek, gereğini yerine getirmelerinden razı olacağını bildirmiştir. Buna rağmen son peygamberden bu yana Kur’ân’daki İslâm’ın şiisinde, sünnisinde ne hâle getirildiğine bakanlar Kur’ân dışında bir başka dinin, hatta dinlerin oluşturulduğunu ve bunların korunması için çalışıldığını rahatlıkla göreceklerdir. Kur’ân aşikâre bakışlarla anlaşılmaz, ancak anlamak için okunması gerekirken ona gözleri kör eden mezhep kültürü ile yaklaşanlar Kur’ân’daki ilâhî mesajı gerçeğine uygun olarak algılayamamaktadırlar. Zira bakış tarzları bunu engellemekte ve görmek istedikleri mezhep kültürlerini görmek üzere bakılan Kur’ân’ın bütün ayetlerinde şiası Ali ile Hüseyin’i görürken, sünnileri de başka tutkularını görmektedirler. Kur’ân’ın mesajı, mezhep kültürünün altında kalmakta, mezhep kültürü ile örtülmektedir; görülmesi engellenmektedir. Zira Kur’ân, üzerinde çok durularak okunmamakta, okunsa bile anlamadığı dilden olanını okumanın da sevap (!) olduğunu kim buyurmuşsa, sevap olarak umulmakta ve okunmaktadır. Anlamadığı dilden okuyanın da O kitabı anlaması tabiidir ki mümkün değildir. Sünniliği (!) üzerinden akan bir zümrenin bir günlük gazetesinde ‘Bir Bilen’ imzası ile nerede hurafe var ise onları döktüren yazan Kur’ân’ı Arapça bilmeden de okumanın sevap olup olmadığını sorduğunu yazdığı bir okuyucusunun sorusuna gayet hikmetli (!) bir şekilde Arabi’den nakil ile cevap veriyordu. Güya Arabi’nin rüyasında Allah’ı gördüğünü, O’na Kur’ân okumanın sevap olup olmadığını sorduğunu, O’nun da tabii ki sevaptır buyurduğunu, soru sahibi daha da ileri giderek Kur’ân’ın dilini bilmese de okumanın sevap olup olmadığını yine Allah’a sorduğunu, yine ‘sevaptır’ cevabını aldığını kaynak olarak da, Arabi’nin rüyasını verdiğini okumuş idik. Bu kadar hurafe olur mu? Peygamberin rüyasında kendisine gelen vahyin dışında kimsenin rüyasının delil olmadığını açıklıkla belirten bir dinde dindarlık yapanlar Allah’ın güzelim dinini gördüğünüz gibi ne hallere getirmektedirler. Arabî rüyasında Allah’ı görmüş de, O’ndan sormuş da, O, buyurmuş da, v.s. İnsanın azıcık insafı bulunmak gerekir. İnsafı bulunmayanın nasıl dini olabilir. Allah Kur’ân’ını göndermiş ve Kitabında her şeyi açıklıkla belirtmiş iken, kimilerinin rüyalarına mı kullarını muhtaç bırakmıştır ki filanın rüyası Müslümanlara delil olarak akletmeden gösterilebilmektedir. Hiç mi düşünmez bu insanlar?
Velhâsıl mezhep kültürü olarak ne biliyorsanız gözden geçiriniz. Gözden geçirirken de mutlaka Kur’ân’ın gözünden (eleğinden) geçiriniz. Kitab’ı tutmayanları atınız, itibar etmeyiniz. Şu andaki mezhebiniz ne olursa olsun bunu mutlaka yapınız. Şayet ahireti düşünüyorsanız yapınız bunu. Zira gerçekten ahrette mezhebinizden değil, dininizden sorulacaksınız; ne Şafiî’nin fıkhından, ne İbn Hanbel’in, ne Malik’in, ne İmam Ca’fer’in, ne İmam Sevrî’nin, ne Davud’un, ne Abdullah bin İbâd’ın, ne Maturîdî’nin, ne Eş’ârî’nin görüşlerinden sorulmayacaksınız; yalnızca Allah’ın kitabından sorulacaksınız. Sorulacağınız şeyin üzerinde düşününüz, ona çalışınız.
Mezhep kültürünüzün, dininizin üzerini örtmesine imkan vermeyiniz. Dininizin kabul etmediğini, dininizin kitabının kabul etmediğini atınız: Kimin görüşü olursa olsun. Ki felaha erenlerden olasınız.
Bugün görünen odur ki gerçekten Kur’ân yoğun şekilde mezhep kültürü ile örtülmüş durumdadır. Bütün gücünüzle Kur’ân’ın ve O’nun mesajını mezhep kültürünün enkazı altından çıkarınız. Ezip kırmadan, asliyetine zarar vermeden yapmaya çalışınız bunu. Bu ameliye Müslümanları kurtuluşa erdirecektir. Kur’ân’daki Allah’ın dini İslâm’ın bütün gerçekliği ile açığa çıkmasını sağlayacaktır. Ki hem bu dünyada, hem de ahirette bizi kurtaracak tek yol budur. Çıkarınız mezhep enkazı altındaki Allah’ın kitabını ortaya… Göreceksiniz peygamber başta olmak üzere o günün Müslümanlarının kalkındıran, şereflendiren İslâm, Kur’ân’daki İslâm dır. Bizi Kur’ân’daki İslâm canlandıracak, dinçleştirecek, hayat verecektir. Bunun gerçekliğini anlamak için bugüne kadar mezhep kültürünün enkazı altında kalmışlığımızın verdiği zilleti, tefrikayı görmekte değil miyiz!
(İktibas, sayı 160)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *