İnsanlar yanlışlarını kendileri görüp, ikna olmuşlarsa doğruları yanlışların yerine koyup değiştirmelidirler. “Bir topluluk kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe, Allah da onların nefislerinde olanları değiştirmez.”(13 Rad 11)
Kur’an da Rabbimiz, ‘Biz yarattık, biz biliriz, biz helak ettik’ vs… “Biz” çoğul zamirini kullandığı gibi, başka ayetlerde ‘Ben yarattım, ben bilirim, ben helak ettim’ vs… tekil “Ben” zamirini de kullanıyor. “Bunun sebebi nedir?” diye sorulduğunda, bu soruya ilgililer kendilerince çeşitli cevaplar vererek farklı izahlar getiriyorlar. Ancak, verilen cevaplar Kur’an’dan destek alınmadığı veya doğru anlamı yakalayamadığı sürece, şahsi yorumdan öteye geçmiyor.
Kur’an okumaları ve araştırmalarımız esnasında 11 Hud 74 ayetini incelerken, İbrahim (as)’a çocuk müjdesi için ve Lut (as)’ın toplumunu, işledikleri kötü cürümleri nedeniyle helak etmek için gönderilen insan suretindeki melekler, İbrahim (as) ve eşine oğul müjdelemişler. Sonra İbrahim (as)’ın, 11/70’inci ayetteki Lut kavminin helak edilmesi için geldiklerini hatırladıktan sonra ayette “İbrahim’e müjde geldikten sonra, korkusu gider gitmez, Lut kavmi hakkında bizimle karşılıklı tartışmaya başladı.”(11 Hud 74) diye bildiriyor. İbrahiim (as) insan suretindeki meleklerle tartıştığı halde, Yüce Allah’ın, kendisini de tartışmanın içine katması ile “Biz” çoğul zamirini neden sık kullandığı benim için yol gösterici bir ışık oldu. 7 Araf suresi 143 ayetinde geçen, Musa (as)’ın “Rabbim kendini bana göster.” dediği ayette “Sen beni görmeye güç yetiremezsin. Şu dağa bak yerinde durursa beni görürsün. Sonra Rabbi dağa tecelli ettiğin(göründüğün)de dağ paramparça oldu ve Musa bayılıp düştü” olayı, Allah’ın Musa (as)’a cevabı olmuştu. Rabbimizin Musa (as) vesilesi ile anlattığı bu olayda Allah, meleklerin dışında yarattığı varlıklara görünmeme veya görülememe nedenini açıkça anlatıyor. Meleklerin haricinde hiçbir varlığın Allah’ı görmeye tahammül edemeyeceği, karşı karşıya gelmeye gücünün yetmeyeceği bu ayetlerde anlaşılıyor.
Musa (as)’a 7/143 ayetinde Rabbimiz, “Sen beni görmeye güç yetiremezsin” demişti. Rabbimiz dağa tecelli ettiğinde, nasıl bir enerji yaydığını bilemiyoruz, ancak varlıklara direk temas ettiğinde veya göründüğünde, nasıl ki dağ yok olduysa, Allah direk olarak Musa (as)’a görünmüş olsaydı o da yok olup gidecekti. Musa (as)’ın baygınlıktan sonra ayılmasının hemen ardından, Rabbini görmeyi istemesinin insan için hata olduğunu, “Musa ayılınca Rabbim sen bütün eksikliklerden münezzehsin, (seni görmeyi istememden dolayı) sana tevbe ettim ve (senin görülemeyeceğine) ben ilk inananlardanım” dedi. Musa (as)’ın ayette tevbe ederek dile getirmiş olduğu, Allah’ı hiçbir insanın görmeye güç yetiremeyeceğine dair, iman etmesiyle anlatmış oldu.
Kur’an’dan tespit ettiğimiz kadarıyla Allah’ın varlıkları neden zayıf varlıklar olarak yarattığını ve bu nedenle de insanın ölümlü yaratıldığını anlıyoruz. Allah dileseydi insanları da melekler gibi ölümsüz yaratabilirdi. İrade O’nun olduğuna göre, dilediğini yaratma da O’na aittir. Bunun dışında fikir üretmek, ukalalık ve haddini aşmaktan başka bir şey olamaz. Bu nedenle her şeyi yaratan Allah’ın bize, kendisi ile kulları arasındaki ulaşılmazlığa rağmen, Muhammed (as) ve kendilerine göre rütbe verdikleri bazı ayrıcalıklı insanların Allah ile yüz yüze görüşüp konuştukları iddiaları hayal ürününden başka bir şey değildir. Öyle ise Allah, insan da dâhil, varlıklarla temas kuracağı zaman veya o varlıklardan yeni bir şeyi (canlı veya cansız) yaratacağı zaman, melekler vasıtasıyla yapıyor veya yaratıyor (basit bir anlatımla, melekleri kullanıyor). İsa (as)’ın yaratılışını anlatan İsra suresi 19 ve 22’inci ayetlerde beşer görünümlü, Allah’ın elçisi melek vasıtasıyla, Meryem’e oğlan çocuğunun haberi verildikten sonra “Hiçbir insanla temas kurmadığım halde, benim nasıl bir çocuğum olabilir” demişti. Meryem’in sorusuna melek kendisi adına cevap vermemiş, “Rabbin, ‘Bu benim için kolaydır'” demesiyle, Meryem’in sorusuna muhatabının Allah olduğunu ve soruya cevabı da Allah’ın verdiğini anlıyoruz. Böylece yaratma iradesinin ve kararının Allah olduğunu ve Meryem’in rahminde yaratılan bebeğin Allah’ın iradesi ile oluştuğunun ve Lut kavminin beşer görünümlü melekler tarafından helak edileceği kararının da Allah’ın kararı olduğunu İbrahim (a.s)’a bildirmeleri de, Allah’ın “Biz” zamirinin niçin nasıl kullanıldığına bir örnektir.
Yüce yaratıcımız Allah’ın bildirdiği gayb haberlerinden en önemli olanı ve her insanın karşılaşacağı hesap gününde, insanın sorumlu tutulacağı ve yaptıklarının yaşadığı dünya hayatında indirilen Kur’an’a uyup uyulmadığının sorulacağını haber veren bir ayete bakalım. “O hesap günü her toplum içinden, onlara şahitlik yapacak kendi içlerinden bir şahit getireceğiz ve inananlara doğru yolu gösteren, rahmet ve müjde olarak sana indirdiğimiz kitap içerisinde her şeyin açıklandığına dair şahitlik yapman için, seni de kitaba şahit olarak getireceğiz.”(16 Nahl 89) Meallerin hemen hepsinde, “İslam’ın dışındaki inançlara mensup olanların içinden, kendi inançlarına şahitlik yapacak birisinin getirilip, kendileri aleyhine şahitlik yapacaklar” ifadesi doğru tercüme edildiği halde, “seni de şunlara şahit getireceğiz” denilen ayeti “seni de ümmetine şahit getireceğiz” diye tercüme ediyorlar. Mütercimlerin gözden kaçırdıkları “ve ci’naake şehiiden alaa haaulaai” cümlesinden sonra başlayan “ve nezzelnaa aleyke” cümlesinin başındaki “vav”ı başlangıç vav’ı (ibtidaiye) olarak almaları sonucunda iki cümle arasındaki ilişkiyi koparıyorlar. Hâlbuki “ve nezzelnaa”daki “vav”, vav’ı i’tiraziye (parentez) olarak alınsa idi, vav sonrası cümlenin “cümle’i mu’teriza= parentez içi cümle” olarak, cümledeki “ala haaulaai= şunlar üzerine” ibaresinin açılımının ne olduğunu göreceklerdi. O zaman diğer meallerde olduğu gibi, ahirette hesap günüyle ilgili şahitlerin getirileceğinden bahseden konu içerisinde, Peygamber efendimize indirilen kitabın özelliklerinin anlatılması ile ilgi kurmak imkânsız olurdu. Kur’an’ın genel anlamı içerisinde bir peygamberin kendisine inanan insanların yaptıklarıyla, kazandıklarıyla hiçbir ilgisinin olmadığını 6 En’am 52’inci ayette görmüştük. Bir de kendisinin muhatap olmadığı inanmış olsun veya inanmamış bir insan olsun, onların yaptıklarına veya yapmadıklarına, gördüklerine görmediklerine insan olarak nasıl şahitlik yapacak. Eğer insanlarda, Muhammed (as)’ın ümmetinin her birinin yaptıklarından ve söylediklerinden haberdar oluyor, görüyor, işitiyor diye bir iddia varsa, peygambere ilahlık vasfı yüklenmiş olur ki, bu da Allah’a ortak koşmak demektir. Bu ayetin gramer kurallarına göre yapılması gereken tercümesi şu şekilde olması gerekirdi: “İnananlara doğru yolu gösteren, rahmet ve müjde olarak sana indirdiğimiz kitap içerisinde, her şeyin açıklandığına dair şahitlik yapman için, seni de kitaba şahit olarak getireceğiz.” Bu şekilde yapıldığında Peygamber efendimizin neye şahitlik yapacağı netleşmiş oluyor.
“Her bir kimsenin yöneldiği bir yönü vardır. O halde siz, iyilik ve güzellikler için yarışın (yönelin). Her nerede olursanız olun, Allah sizi (hayırlı işler yapanları, inananları, müslümanları dünya hayatında) bir araya getirecektir. Allah, her şeye gücü yetendir.”(2 Bakara 148) Bu ayeti Kerime’de Allah yaşadığımız dünya hayatında her insanın kendine göre yaşamını belirlediği bir sistemi olduğu ve o sistemin tabisi olduğu, yaşadığı hayattaki tercihleri ile nasıl bir seçim yaptığı bilinebilecek ve görülebilecek bir gerçek. Allah’a ve Allah’ın dinine inanan insanların uyması gereken sistemin (dinin) yalnızca Allah’ın dini İslam olması gerektiğidir. O halde tercihini müslüman olmaktan yana kullanan her fert yeryüzünde nerede yaşarsa yaşasın Allah’ın belirlediği hayırlı ve faydalı şeyleri yapmasını ve bu çabasını da kendisi gibi inanan insanlarla birlikte yarış haline getirerek, ihtiyacı olan insanların (inansın veya inanmasın) faydalanmalarını ve yaşamlarının kolaylaştırılmasını Rabbimiz istiyor. Rabbinin tavsiyesine uyan insanların, farklı mekânlarda veya coğrafyalarda yaşasalar da Allah bir şekilde birbirleriyle buluşturuyor veya haberleştiriyor. Şimdi kendi konusu içerisinden kopuk bir şekilde bu ayet anlaşılırsa ve yanlış anlaşıldığı gibi tercüme edilirse, ayetin insanlar üzerindeki etkisi azalır. Ayete “Allah, hayırda yarışanları ahiret gününde bir araya getirecektir” diye anlam verenlerin, ayetin işlevini kavrayamadıklarını gösterir.
Kur’an ayetlerinden en çok tartışılan ve konusu itibariyle doğru anlaşılabilmesi için Kur’an’ın bütünsel anlamının iyi anlaşılması ile doğru sonuç alınabilecek ayetlerin başında “Allah, dilediğini doğru yola iletir, dilediğini de saptırır” diye tercüme edilen ayetler gelir.
İnsan suresinde insana verilen mesajların genel (inanan veya inanmayan) her insana hitap eden en anlamlı ayetlerden birisi şüphesiz bu ayet: “Biz insanı atılmış bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Sonra insanı işiten ve gören bir varlık yaptık. Biz ona doğru olan yolunu gösterdik ki, ya şükredecek, ya da inkâr edecek.”(76 İnsan 2, 3)Bu ayette Allah öncelikle insanın yaratılış (sudan) biçimini, sonra yaratılış amacının denenme (imtihan) olduğunu ve bu imtihanı için gerekli olan işitme ve görme kabiliyetini sağlayacak organların verildiği bildiriliyor. Sonra insana imtihan için gerekli olan soruların ve cevapların oluşturulduğu bir kitap, insanlar içinden seçilmiş peygamber aracılığı ile insanlara ilan edilerek duyuruldu. Açıkça ilan edilen bu duyuruyu kulaklarıyla işiten insan, benim haberim yoktu deme şansına sahip değildir. Allah’ın mesajlarını insanlara duyuran Allah’ın elçileri, insanlardan Allah’ın inanmasını istediği mesajlara öncelikle kendisinin iman etmesi gerektiğini ve bunu insanlara yaşayarak göstermesi gerekmektedir. 42 Şura suresi 52’inci ayette “Sen kitap nedir iman nedir bilmezdin” dediği gibi, kendisine inen kitab’a iman ederek, daha önceki yanlış ve hatalı inançlarını terk etmişlerdir. Allah’ın kitapla öğrettiği imanının “De ki, Ben Allah’ın kitab’dan indirdiklerine inandım” en doğru iman esasları olduğunu Allah’ın elçisi 13 senelik Mekke hayatında yaşayarak, uygulayarak göstermiştir. Hicretten sonraki 10 yıllık Medine döneminde, kendisinin ve kendisine inanan toplumuyla beraber Allah’ın emrettiği, ameli olarak yapılması gereken emirleri bizzat uygulayarak, kendisine indirilmiş olan Kur’an’ın; cahil, vahşi bir toplumu nasıl değiştirdiğini ve insanlığın ihtiyacı olan devrim niteliğinde bir yaşamı gerçekleştirerek mucize bir kitap olduğunu da göstermişlerdir. İşte Allah’ın imtihan için insana bahşettiği görme yeteneği ile Peygamber (as)’ın yaşayarak gösterdiği uygulamalarını, Allah’ın insanlar için yarattığı tabiatı, yaratıcımızın bir lütfu olarak görmek ve bunları yararlı bir şekilde kullanmak, Rabbimize şükretmek ve O’nu yüceltmek, bizim imtihanı sağlıklı bir şekilde başarmamızı sağlayacaktır. İnsan suresindeki, insanın imtihanın sebebinin insanın Allah’ın doğru yolu İslam’ı seçeceğiz, bunun sonucunda O’na gereği gibi kulluk yapıp bize doğru yolu gösterdiği için şükredeceğiz. Ya da şeytanların teklif ettiği ve kendilerine çağırdığı batıl dinleri kabul edip, Allah’ın dinini inkâr edeceğiz. Her ne kadar batıl dinlerin alternatifi çok olsa da batıl olduğu için birbirlerinden farkı yok. İslam dini tek ve asla alternatifi yok. Seçim insanın. Allah bir insana iradesi dışında doğru yolu seçmişse, o insanın imtihanından söz edilemez. Çünkü güçlü olan ve her şeye gücü yeten Allah irade etmiştir. Bu güçlü iradeye karşı insanın yapacağı hiçbir şey yok. Aynı şekilde Allah bir insanın inkârcı ve sapık olmasını dilemişse, o insan için de çıkış yolu yoktur. Bu durumda da imtihandan söz edilemez. Rabbimizin indirdiği ayetlere baktığımızda “Dinde zorlama yoktur”(2/256) öyleyse ki aynen böyle “Eğer Allah dileseydi göklerde ve yerde kim varsa, hepsi de iman ederdi. O zaman iman etsinler diye, insanlara sen mi zor kullanacaksın?”(10 Yunus 99)
Elbette bu zor kullanma konusunun, muhatabı sadece Allah’ın elçisi değil, bütün insanlar. Nuh (as) karısına, oğluna; İbrahim (as) babasına, Lut (as) karısına, Firavun’un imanlı karısı ve Firavun’un iman etmiş danışmanı Firavun’a ve Muhammed (as) amcasına iman etmeleri için zor kullanmamışlar. Peygamber (as)’a “Sen sevdiğini doğru yola ulaştıramazsın, ancak Allah doğru yola girmek isteyeni doğru yola ulaştırır. Allah doğru yolda olanı en iyi bilendir”(28 Kasas 56) Bu ayetler bizim çevremizdeki insanlara bakış açımızı yönlendiriyor “De ki, Hak (gerçek doğrular) Rabbindendir. Dileyen hakka iman eder, dileyen de inkâr eder.”(18 Kehf 29) Evet bu kadar basit. Allah insana inkâr etme, şirk koşma ve dilediği gibi yaşama hakkını tanıyorsa, kimse kimseyi zorlayamaz ve aşağılayamaz. Hesap gününde her insana yaptığının karşılığı Allah tarafından adil olarak verilecektir. Bu zor kullanmama elbette ki tek taraflı olacak değil, aynı şekilde inkâr edenin de insanları inkâr etmeye zorlamaması ve zor kullanmaması gerekir. Sonuç olarak “Allah dileyeni doğru yola iletir, dileyeni da sapıklık içinde bırakır” diye tercüme edilmesi gerekir.
Rabbimiz Kur’an’ı indirdiği Arap toplumuna, kullandıkları dil ile hitap etmiş ve edebi olarak Arap dilinde kullanılan dilin malzemelerini ve öğelerinin en ince örneklerini kullanarak, hidayet rehberliğinin yanında etimolojik olarak zengin bir kaynak oluşturmuştur. Arap edebiyatının kullandığı deyimlerden birisi olan ve benim dikkatimi çeken ve hiçbir Türkçe meal yapan mütercimlerin 21/96 ayetinde geçen “ye’cüc ve me’cüc’ün salıverilmesi” cümlesine doğru anlam veremediklerini, deyim olarak kullanıldığını fark edemediklerini gördüm. Yalnızca M. Esed mealinde 21/96 ayet 94’üncü dipnotunda ye’cüc ve me’cüc’ün ortaya çıkışlarının temsili (tam tersine ye’cüc ve me’cüc kıyamete kadar bir daha yeryüzünde ortaya çıkamayacakları hatırlatılmaktadır) olduğunu belirtmiş, ancak konu bütünlüğü içerisinde ayetin kastettiği anlamı verememiştir. “Ve Haraamun ala karyetin ehleknaahaa ennehüm la yerciuun. Hattaa izaa fütihat ye’cüücü ve me’cüücü ve hüm min külli hadebin yensiluun = Helak ettiğimiz bir toplumun, kesinlikle geri dönmeleri yasaklanmıştır. Ta ki ye’cüüc ve me’cüc’ün dönüş yolu açılıp da, her yerden yeryüzüne yayılırsalar, o zaman helak olanlar da hayata geri dönerler.” 18 Kehf suresi 94, 98 ayetlerinde anlatılan Zulkarneyn ve ye’cüc ve me’cüc topluluğundan rahatsız olan toplumun isteği üzerine yapılan settin yapımı tamamlandıktan sonra Zulkarneyn onlara “Bundan sonra onlar ne bu settin üzerini aşmaya, ne de o set üzerinde bir delik açmaya güçleri yetmez” dedi. Zülkarneyn “Bu Rabbimin (bana öğrettiği) rahmetidir. Rabbimin vaat ettiği gün (kıyamet vakti) gelince, bu setti yerle bir eder. Rabbimin verdiği söz mutlaka yerine gelir” demişti. Bu ayetlerde ye’cüüc ve me’cüüc topluluğunun o toplumu kıyamete kadar rahatsız edemeyeceğini, hem Arap toplumu biliyor hem de Araplar arasında darb’ı mesel haline gelmiş bu olayın doğru olduğunu, Kur’an’ı Kerim’de Allah’ın onaylamış olduğunu görüyoruz. Bu ye’cüüc ve me’cüüc olayını deyim veya atasözü haline getirip kullanan Kur’an değildir. Belki de yüzlerce yıl öncesi yaşanmış bu olay Araplar arasında sıkça anlatılan ve bizim Türkçemizde de sıkça kullanılan “Balık kavağa çıkarsa senin işin olur” veya “Çıkmaz ayın son çarşambası gelirse” gibi olması ve yapılması imkânsız olan şeylerin belirtilmesinde, halk arasında söylenen bir deyim haline gelmiş sözdür. 21/96 ayetin bizlere verdiği mesaj “Allah’ın azabıyla yok olmuş bir topluluğun yaşama, hayata dönmesinin kesinlikle mümkün olamayacağının” bildirgesidir. İsa (as)’ın kıyametten önce yeryüzüne inip Allah’ın hükmünü yeryüzünde hâkimiyet kuracağına inanılan İsa’nın nüzulü beklentisinin, Kur’an dışı kaynaklarca uydurulmuş ve bizden önceki toplumlarca kabullenilmiş yalan ve Allah’ın sünnetine aykırı batıl bir inançtır. Daha sonraları inananları aldatmak için (özellikle şia imamiye mezhebinde 12’inci kayıp çocuk imam Muhammed bin Hasan El Askeri) kıyametten önce zuhur edecek “Mehdii” inancı ve kendisinin mehdi olduğunu ilan eden insanlara inanan yığınlarca insanlar var. Rabbimiz ölen insanların yeniden hayata dönmelerinin yalnızca kâinat yok olduktan sonra, hesap vermek üzere insanlar yeniden yaratılacaklar. Yeniden yaratılacak dünya üzerinde, Allah’ın salih kulları için hazırlanmış, altlarından suların aktığı mutluluk yurdu cennetlerin olduğu ve Allah’a isyan ederek Rabbine ortaklar koşmuş, Allah’ın ayetlerini inkâr etmiş, ikiyüzlü davranmış münafıklar için hazırlanmış azap yurdu cehennemin olduğu dünya üzerinde dirilecekler.
Mü’min ve Müslüman kardeşlerime/arkadaşlarıma derim ki: Elimden geldiğince Kur’ani bakış açısıyla yaşadığım çevremde ve karşılaştığım insanlarda gördüğüm manzaranın özetini ancak bu kadar satırlara sığdırabildim. Gördüğüm hataların hepsini yazmaya kalksak belki bir kitap olur. Amacımız da bir kitap yazmak değil, ana başlıklar altında en önemlilerini ele alıp çözüm yolları üretmek ve yanlış yapan insanlara, yanlışlarının yanlış olduğunu göstermek ve sonuçta kalıcı olabilmesi için, insanlar yanlışlarını kendileri görüp, ikna olmuşlarsa doğruları yanlışların yerine koyup değiştirmelidirler. “Bir topluluk kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe, Allah da onların nefislerinde olanları değiştirmez.”(13 Rad 11) Allah’ın koyduğu bu hükmünden, kuralından kendimi istisna edersem kaybedenlerden olacağımı elbette ki biliyorum. Şüphesiz ki “benim tespitlerim doğru, benden başkası doğruya kimse ulaşamaz, ben her şeyi bilirim” demek, söylemeye gerek yok, bu hal müstekbirlikten başka bir şey değil. Her zaman eleştiriye ve tenkide açığım arkadaşlarımın da aynı durumda olmasını beklerim. “Elbette ki Allah büyüklenip övünenleri sevmez.”(16/23 31/18 57/23) Bence psikolojik bu durumun tespitini Alak suresi açık bir şekilde ortaya koyuyor. “İnsan kendini yeterli görmekle azar”(96/7)
Allah’ın rahmeti, bereketi Allah’ın kitabı Kur’an ile hayatlarını düzenleyenlerin üzerine olsun.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *