Hikâyeyi şablon yapıp kendi ahvalimize uyguladığımızda önümüze çıkan sonuçları masaya yatırmaktır asıl amacımız…
Kur’an bize kıssalar anlatır ya geçmiş milletlerden, nebilerin-resullerin hayatlarından… Ders almak, ibret, muhasebe için. Benzer hataların tekrarlanmaması adına örnek almamız için. Tecrübe aktarımı adına…
Yine meseller verir, örnekler getirir ya karıncadan, örümcekten, kâinattaki iş ve işleyişten, doğadan, mevcudattan… Dağlardan, gemilerden bahseder ve mesela deveye bakmamızı ister… Yaratılışı, yaratanı idrak etmek, egemenliğin, güç ve kudretin sahibini haber vermek, bizi akletmeye, tefekküre, anlamaya ve anlamlandırmaya sevk ederek, sa’ye ve ıslah, ihya ve inşaya teşvik etmek için…
İşte bu genel (geçer) örneklerden ilhamla bizler de hayatın içinde ve akışında, iletişim olgusu sürecinde farklı adına ister hikâye deyin, ister fıkra deyin, şiir deyin, vecize deyin farklı vesilelere, araçlara başvururuz. Bir amacı gerçekleştirmek adına: anlamın tezahürü, anlamanın tahakkuku ve iletişimin gerçekleşmesi adına…
Biz de bu maksatla bir denemede bulunacağız, muradımızın gerçekleşmesi ise bizim söylemimize (dolayısı ile yapıp ettiklerimize) bağlı olduğu kadar muhatabın, talibin, okuyucunun da ilgisine, konuya eğilimine, algılarının açık olmasına bağlıdır.
Örneğimiz bir deveden, deve ile yavrusu arasında geçen diyalogdan, buyurun: Deve ile yavrusu konuşurlar, yavru sorar, anne cevaplar. (Çocukların sorusuna mutlaka dikkat kesilmek, savsaklamamak, en kısa ve doğru şekilde cevaplamak gerek, ne de olsa o soruda bir saflık vardır, kasıt ve kötü niyet yoktur. O hinlik yetişkinlerin suallerinde, cevabı içinde zannettikleri tuzak sorularda olur ancak. Ve dahi bildiğiniz gibi ‘yanlış sorunun doğru cevabı’ da olmaz! Kur’anın sadakalar konusundaki yaklaşımına, cevaplarına bakınız.)
Yavru sorar, anne cevaplar:
– Anne bizim ayaklarımız neden böyle?
– Çölün sıcaklarında yürüyebilmemiz için.
– Peki, kirpiklerimiz neden uzun?
– Kum fırtınalarından korunmak için.
– Hörgücümüz neden var?
– Çölü geçerken susuzluk yaşamamak için.
– Öyleyse anne, bizim bu hayvanat bahçesinde işimiz ne?
– !!
Nasıl? Size ne söylüyor? Tefsiriniz, te’viliniz, meal ve tercümeniz nedir? Ne ders aldınız? Hangi ibrete ulaştınız? Kıssanın aslını bırakın da faslını anladınız mı? Şu andan, anladığınızdan hareketle hangi durumunuzu, duruşunuzu düzeltme fikri edindiniz ve tashihe giriştiniz? Buradan öznellikle, görecelilikle, herkesin durduğu yerden bakış açısı farkıyla alacağı mesaj, çıkaracağı ders ‘kendince’ olur, bu kimseyi bağlamaz, adı üstünde hikaye, fıkra, mesel deyip geçecek miyiz? En kötüsü de ‘Bana/bize söylemiyor?’ deyip kulağımızın üstüne mi yatacağız?
‘Kral çıplak!’ diyen sabi çocuk/deve her ne kadar hoşumuza gitmese de iğneliyor, tahrik ediyor, aslında kralın çıplaklığını değil bizdeki açıkları, açmazları ifşa ediyorlar değil mi? Olması gereken anne-babanın, yetişkinlerin uyarı ve ikaz görevlerini, tecrübe aktarımlarını, örnekliklerini doğru yapmalarıdır. Olan ise mevcudu korumak, risk almamak(!), sabrı yanlış yormak, edilgenliği sürdürecek etkileşimi sürdürmek, çoğunluğun içinde ‘tek yekûn içinde yazılıp-çizilmek’, ‘sürüden ayrılmamak’ tarzında, statükonun, muhafazakâr algının devamına, sorgulama ve eleştiriden uzak duran gelenekçi yaklaşımla, post modern yanılsama ile de ‘ne olsa geçer’ tarzında bir kanıksama halidir. Doğru söyleyen ise dokuz köyden kovulmakta, gölge etmekle, pişmiş aşa su katmakla vs. itham edilmekte, cüzamlı muamelesine tabi tutulmaktadır handiyse! Bir aymazlık, baygınlık, kanıksamışlık, uyuşukluk hali nerdeyse kılcal damarlarımıza kadar nüfuz etmiş durumdadır. Aynı şeyleri tekrarlayarak başka sonuçlar beklemek ise başka bir aymazlık, kusura bakmayın ama aptallıktır!
Hikâyeyi şablon yapıp kendi ahvalimize uyguladığımızda önümüze çıkan sonuçları masaya yatırmaktır asıl amacımız. Özellikle bir iddiada bulunuyor, bir farklılığınız olduğunu söylüyorsanız… ‘Ben şoförüm hem de iyi şoförüm!’ diyen birine ‘Buyur, geç direksiyona!’ denmesi gibi bir durum yani… Teslimiyetten bahsediyorsanız bir temsiliyetinizin de olması gerekir ve en azından olduğunu söylediğinizin şeyin sizi ne hale getirdiğine bakılır. Kedinin asaleti fareyi görünce ortaya çıkarmış ya, aynen öyle… Başka bir deyişle bir tanım ve vasıf onun tüm bileşenleri hesaba katılarak, efradını cami/olması gerekenler, ağyarını mani/olmaması gerekenler boyutta düşünülerek, ölçülüp biçilerek konulur ve niteleme bunun üzerinden yapılır. Ne olduğunuz kadar hatta daha önemli ve öncelikli olarak ‘ne olmadığınıza’ bakılır, tutarlılık ve liyakat açısından. Ne söylediğinizden önce sizin için söylenenlere kulak verilir. Aslolan beyan olsa da daha mühimi beyanınızın sizi yansıtma oranına, sizin beyanlarınızı fiiliyatta geçirme cehdinize, ‘Kaali neyse, hali de odur!’ şeklindeki bir hüsnü kabule/şahadete öncelikle bakılır.
Hayatın içinde faklı meşguliyetlerimiz ve rollerimiz var malum. Bunlardan kaynaklanan söz ve eylemlerimiz söz konusu. ‘Miş’ gibi davranmak, makyaj ve peruk olguları, ikircikli, ‘içi seni, dışı beni yakan’, özü başka sözü başka, dışı bambaşka davranışlar büyük sorun olarak önümüzde durmaktadır. Mehmet Aydın Hoca’nın ‘Yüzde seksen-doksan münafıklıkla bu işleri götürüyoruz!’ ifadesi, genelin fotoğrafını/röntgenini çekip umumi manzarasını resmetmekteydi. Durum bu; ister ‘hali pür melal’ deyin, isterse ‘hali zül melal’ deyin fark etmiyor. Hal ve gidişat bu! Abarttığımızı ve yanıldığımızı düşünüyorsanız müslümanım diyenlerin manzara-i umumisine ve tüm coğrafyalarına bakabilirsiniz. Doğru yerden, doğru bakış açısıyla, doğru alet edevatla teşhis ederek, doğrulukla ve doğru olarak (Eğri cetvelle doğru çizgi çizilmez, biliyorsunuz!), doğru bilgilerle, sağlam uzuvlarla (göz-kulak-kalp), sağduyu/körelmemiş vicdan ve salim akılla bakarak… ‘Müslümanım’ diyenler maalesef ‘kendi himmete muhtaç dede’ durumuna düşmüş olarak ve fakat haline, mecaline, etrafına bakmadan dünyaya nizamat vermek mefkûresini, büyük hayalini de afra tafra ile satmaya/tüketmeye devam etmektedirler! Önce bir kendimize gelsek, özümüze dönsek, uyuşturuculardan kurtulsak, çeldiricilere kanmaktan korunsak bilgi ve salih amellerle, takvayla donansak ümitvâr olmak için bir veri, bir ihtimalimiz olacak. Lakin ihmallerimiz, ertelemelerimiz, defolarımız o kadar çok ki! Bilgi ve hikmetten çok uzağız! ‘Emr-i bil ma’ruf ve nehyi anil münker’ adeta yok hükmünde! Tabi kendimizi unutup başkalarına bunları tavsiye/emr ediyor değiliz. Hele ‘yapmayacağımız şeyleri söylemek’ hadsizliği de değil bu… Kendimizi dışarıda da tutuyor değiliz! Hem dönüşümün istendik boyutu bireylerin tek tek dönüşümü değil ki! Hedeflenen ‘kavim/toplum’ boyutunda bunun tahakkukudur ki o zaman toplumsallaşmadan, değişişimin etki ve getirilerinden bahsedilebilir. Burada fertlerin değişim ve dönüşümünün olumlu boyutunu yadsıyor değiliz, ama amaç, hedef o değil! Sonra kaideyi bozmayacaksa istisna, istisna olarak kalmaya mahkûmdur! Bir de ‘mağduru olduğumuz olayların, başka bir açıdan, tersinden sebebi olmak’, Malik bin Nebi’nin dediği gibi ‘sömürüye müsait olma hali’ içinde bulunduğumuz çıkmazın (Çıkmaz diye bir şey yok; çıkmaza, çıkmaz sokağa giren, kendi tercihlerimizle, başka şeylerin peşine düştüğümüzden yine biziz, kendimiziz!) ilanı olsa gerek! Düştüğümüz yer burasıysa, o zaman işe de buradan, bu müsaitlik halinden kurtularak başlamamız gerekiyor.
Akif diyor ya; ‘Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir./ Müslümanlık bilmem amma galiba göklerdedir.’ diye, bunu ‘aktif iyi’ kullanımıyla da destekleyebiliriz. Nitelik olgusu zaten bu etki ve çekim gücüyle doğru orantılıdır. Pasif, edilgen, nemelazımcı, umarsız (Kulların umuru, umurunuzda olacak: Hak ile irtibata geçince halk ile irtibatı sıklaştırmak, artırmak, sağlamlaştırmak gerek!), sorumluluk ve yük almaktan kaçınan, bedel ödemeyi göze almayan, hayatın ilkeler çerçevesinde merkezini hedeflemeyen, birlik, beraberlik ve dirlik/diriliş derdinde olmayan bir algı neticede arzu edilen durumlar, ‘aktif iyi’ olgusuyla örtüşen haller değildirler.
Merhum Ercümend Özkan’ın ‘kanaralaşmak’ ve ‘kavurgalaşmak’ dediği durumlar da tam bu halleri ifade eden veciz kullanımlardır. Ama heyhat; ders alan kim, kulak veren nerede?! Ali Şeriati’nin ‘zindan’, Bergson’un ‘idol’, Fromm’un ‘otoriter vicdan’, Freud’un ‘süper ego’, Bergson’un ‘verili olan’, Kuçuradi’nin ‘değer biçme’ dedikleri, ‘klişelerin diktatörlüğü’, ‘öğrenilmiş çaresizlik’ sendromunun tezahürüdür bu durumlar. Kur’an ise bu duruma ‘atalar yolu’ diyerek aklın devreden çıkarılması, hikmetin yitirilmesi, hakikat olgusunun talibi olunmaması anlamlarında olumsuzlamaktadır. ‘Şartlı refleksler’ de denilebilir mi bilmem! ‘Tek yekûn içinde yazılıp çizilmek’ ve çoğulculuk, sürü psikolojisi, ‘uydum kalabalığa’ kolaycılıkları, hazırcılıkları… ‘Hapçılık’! Bildiğim ve dediğim de şudur ki ‘Bu hal, hal değildir; ya yeni hal ya izmihlal!’ denilen bir durumla karşı karşıyayız. Köleliğin en kötüsü zihinsel kölelik ve körü körüne teslimiyettir. ‘İrkilme ‘ melekesinin yitirilmesidir ki bu durum canlılığın en küçük ve ilk belirtisidir.
Şimdi ‘deve miyiz, kuş muyuz, deve kuşu muyuz’ karar vermek durumundayız başka bir meselden hareketle… Nasreddin Hoca’nın dediğinden mülhem ‘Kedi buysa et nerede, et buysa kedi nerede?’ paradoksundan kurtulmalıyız. Ya da ‘Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!’ denilen ikirciklikten de teberri etmeliyiz.
‘Kaç müslümanlardan, sığın müslümanlığa!’ darb-ı meselinin, sözünün ağırlığını, inciticiliğini hiç düşünüyor muyuz? İyi ki Kur’an ona yaptığımız onca yanlış girişime rağmen ‘hakim’, ‘beliğ’, ‘nur’, ‘nimet’, ‘kerim’, hidayet kaynağı’ vs. olarak duruyor! İhtida olgusunda ana yerini koruyor; korunuyor! O, bırakınız başkalarını bizim için de yegâne ümit kaynağı olarak mevcut çok şükür. ‘İman edenler, iman ediniz!’ vurgusu hemen şimdi, yeniden tefekkürümüzü bekliyor.
Hâsılı ‘müslümanım’ diyenler olarak işin kolayına, kestirmesine (Hiçbir doğru yolun kestirmesi olmaz!) kaçarak iman ve takva noktasında kendimizden aşağıda/geride(!) gördüklerimize, mal mülk söz konusu olduğunda da hep ilerimizdekilere/üstümüzdekilere bakma yanlışlığından, gafletinden derhal kurtulmamız gerek. Yoksa bu gidişat, gidişat değil! Bu ahval hayra alamet değil! Derdimiz davamız, hedefiz neydi, şimdi ne oldu?! ‘Nereden geldik, nereye gidiyoruz?’ unuttuk! Yanlış bir istikamete doğru, yanlış kaygılarla, yanlış bir yarışa daldık! Hak ediş olmadan ödeme bekliyoruz!
Deve yavrusu şimdi biz olalım, dersi de beraber alıp kendimize çeki düzen verelim: Bu çokluk, çoğulculuk yarışı, dünyevileşme, sekülerleşme tarzları, laik, demokrat, kapitalist, liberal eğilimler, modernist yaklaşımlar, kavramlarımızın içinin boşaltılıp türedi ve doku uyuşmazlığı bulunanlarıyla değiştirilerek oluşturulan türedi kelime, teori ve kavramlar ve bunlardan oluşan dünya görüşü, tevarüs eden geleneğin sorgulanmadan, tashih edilmeden olduğu gibi iç edilmesi, bütüncül bir din algısından parçacı, ‘ne olsa geçer’ yanılsamasına varılması, ahiretin ertelenmesi, ‘Allah’ı hakkıyla takdir edememek’ hatalarından (Ki o takdiri Kur’an’da bulabilirsiniz ancak, Resul’ün de sahih sünnetinde…), bir an önce dönmeli, kendimize (heva ve hevesimize, indi çıkarsamalarımıza değil; dinin özüne, aslına) gelmeliyiz. Akifçe bitirelim; ‘Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol!’…
Kral çıplak; ahali de giyinik değil!
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *