Bir savaş imkânını oluşturmadan önce körfez üzerinden oluşacak petrol krizinin siyasi, ekonomik, sosyal vd. alanlara olacak potansiyel etkisi, üzerinde önemle durmayı gerektirir.
Uzun yıllardır ABD ve İsrail, İran’ı vurmak, gücünü zayıflatmak ve bölgede kendileri için önemli bir tehdit oluşturmasını ortadan kaldırmak istiyorlar. İran’a saldırı çoktandır gündemde olsa dahi buna cesaret edebilmek o kadar kolay görünmedi şimdiye kadar. Ancak son dönemde oluşan siyasi atmosfer, adına devrim denilen Arap ayaklanmaları ve Suriye’deki iç savaşın gidişatı İran’a savaş türünde bir saldırının gerek olmadığını ortaya koydu.
İran’a saldırı için dünya kamuoyunu kitle imha silahları ile ikna eden ABD, bu ülkenin nükleer silah üretimini kabullenemeyeceklerini ifade ediyor. Fakat Irak işgalini haklı göstermek için iddia edilen kitle imha silahlarının Irak’ta bulunamamasıyla ciddi bir başarısızlık yaşayan ABD aynı sorunu İran’da yaşamak istemeyecektir. Nitekim Bush döneminin altını oyan en önemli konulardan birisinin de Irak’ta var olduğu ancak hiçbir zaman bulunmayan kitle imha silahlarıdır. O halde bu türden zayıf ihtimaller ve başarısızlık endişesinin had safhada olması ABD’nin İran’ın stratejik önemini ciddi bir biçimde tekrar değerlendirmesini gerekli kılmaktadır. Böyle bir stratejik öneme sahip İran’ı savaşla saldırarak zayıflatmak yerine çeşitli problemler üretilerek özellikle Müslüman kamuoyunda itibar kaybına yol açmak aynı zamanda üretilebilecek mezhep savaşlarına bir alt yapı hazırlamak küresel çaptaki her türden denklemde rolüne odaklanmış bir ABD için daha sağlıklı bir yol alışı gerekli kılar.
Bir savaş imkânını oluşturmadan önce körfez üzerinden oluşacak petrol krizinin siyasi, ekonomik, sosyal vd. alanlara olacak potansiyel etkisi, üzerinde önemle durmayı gerektirir. Çünkü petrol, ABD’ye ve tüm dünyaya darbe vuracak zinde bir güç olarak ortada durmaktadır. İran’ın petrol konusundaki potansiyel rolünü incelediğimizde Basra körfezinin kuzeyinde stratejik bir bölgede yer alması ve bu bölgenin BAE, Suudi Arabistan, Kuveyt ve Irak gibi petrol alanlarının tehdit edebilecek bir nokta olması, ayrıca Hürmüz boğazının kontrolünde etkin bir gücü olması ABD ve küresel güçlerin endişe etmesi için yeterli sebeptir. Hürmüz boğazının yakın dönemde İranlı yetkililer tarafından bir tehdit olarak kullanılması da bu stratejik etkiye dayanmaktadır; çünkü dünya petrol ihracatının yaklaşık %40’ının geçiş yaptığı bir boğazın kontrolü ve bu boğazda oluşabilecek basit bir çatışmanın bile dünyaya faturası çok yüksek olacaktır. Bütün bunların yanı sıra Çin, Hindistan ve Japonya gibi ülkelerin en büyük doğalgaz ve petrol tedarikçisinin İran olması yine önemli bir duruma işaret etmektedir. İran’a yapılacak fili bir müdahalenin uluslararası ticarete ve ilişkilere getireceği yük, etkilerinin derinliği ve vuracağı darbeler ABD’yi stratejik olarak sıkıntıya sokacaktır. İran havzası dünya ham petrolünün ikinci en büyük havuzudur(yaklaşık 260 milyar varil). Irak ise 115 milyar varille üçüncü sırada yer almaktadır. Bu miktar dünyanın gelecek on yıldaki toplam ihtiyacına eşittir. Bu yüzden İran dünya enerji denkleminde anahtar bir rol oynamaktadır. İran’da sadece petrol zenginliği yok ayrıca doğal gazda çok fazla bulunmaktadır ve İran 26.6 trilyon metreküp doğal gaza sahip olup bu miktar ise dünya doğal gaz rezervlerinin %16 sını oluşturmaktadır. Ambargolar ve yasaklara rağmen Amerikan enerji şirketlerinin bugün bu çok büyük petrol ve gaz rezervleri dolayısıyla İran ile çalışmaya çok istekli olduklarında hiç şüphe yok. Ancak kısa vadede buna imkân görünmüyor.
İran petrollerinin kullanımını ele geçirmek ve İran’ın nükleer enerji çalışmalarını durdurmak için uğraşan ABD için bu saldırının maliyeti çok yüksek ve İran’a yapılacak herhangi bir müdahalenin AB’deki krizler derinleştirerek bir refah bölgesi olan AB ülkelerini yokluğa ve yoksunluğa itecek bir güce de sahip olduğundan bu maliyete yeni külfetler getiriyor. Sadece askeri ve siyasi sorunlar değil ekonomik sorunlar da bu saldırı ihtimalinin ortadan kalkmasına başlı başına yeter bir durumda gözüküyor.
Ancak başta ABD olmak üzere diğer küresel güçlerin İran denkleminin farklı yollardan çözümüne yönelik çalışmalar yürütmesini gerekli gördükleri de açık bir durumdur. Rejim değişikliğinden çevreleme politikalarına, Batı kamuoyunun yanı sıra Müslüman kamuoyunda da İran’ın itibar kaybetmesine yönelik faaliyetler son dönem yaşananlardan göstermektedir ki fiili saldırıdan çok daha etkin, çok daha az masraflı ve ABD’nin başarısız operasyonlarını kendi kamuoyuna anlatmakta çektiği zorluktan daha kolaydır. Çünkü bu faaliyet alanı ABD’ye dünyanın herhangi bir yerinden tabutların gitmesinden daha makbul bir haldir. Aynı zamanda bu tür çalışmalar İslam dünyası içersinde çıkartılmak istenilen Ilımlı İslam fitnesinin elverişli hale gelmesini de sağlamakta, Şii dünya ile Sünni dünyanın yakınlaşmasına engel koymakta, yapılan özel çalışmalarla İslam dünyası genelinde Müslümanların gözünde de İran şer ekseni olarak tanımlanmaktadır. Hatırlanacağı üzere 2002 yılında Bush’un şeytan üçgeni olarak Irak, İran ve Kuzey Kore’yi tanımlaması, Haziran 2003’te İran’daki öğrenci hareketleri konusunda “Bu protestolar, özgür bir İran’a doğru İranlı’ların kendi kendilerine başlatmış oldukları bir harekettir.” açıklamasını yapması,İran’ın Irak’taki terörist(!) hareketleri desteklediğini iddia etmesi bu görüşümüzü destekleyen bazı argümanlardır. Ayrıca devrim tanımı yapılan Arap ayaklanmalarında İran’ı problemli hale getirecek her tür çalışmanın yürütülmesi, ardından gelişen Suriye olaylarında İran’ın Esed yanlısı tutumunun İslam âlemine yoğun bir bilgi bombardımanı ile verilmesi, Suriye’deki birçok katliamdan İran’ın sorumlu tutulması, Şii kartının bu topraklarda kan ve gözyaşının sebebi olduğunun ısrarla okutulması durumu daha karmaşık bir hale getirmiştir. Şii-Sünni çatışması bu vesileyle iyice kaşınmış, Müslüman halklar birbirlerine nefretle bakar hale gelmiştir.
Bu tip ciddi tehdit ve davranışlarla karşı karşıya olunduğu bir dönemde İran’ın ulus devlet mantığıyla yaptığı yanlışlardan vazgeçseydi ve biraz daha sakin bir politika izleseydi bu nokta da yaşanılan sorunlar büyük oranda çözülmüş olurdu. Ancak İran bu tavrı gösterseydi dahi ABD ve küresel güçlerin şeytani planları devam edecek farklı bir kanal farklı bir anlayışla yine bu tip uygulamalara devam edecekti. Burada sorun daha ziyade “fasıklardan gelen haberler”e karşı hazırlıklı olmak ve bu haberleri doğru analiz etmekti, ancak aceleci ve duygusal tavırlar gerçeklerin üzerini örttü ve uluslar arası kamuoyunda İran üzerinden yaşanan süreç zaten birleşme konusunda sorunları olan İslam dünyasını parçaladı. Yer altı ve yer üstü zenginliklerini tüketen küresel güçlere karşı kendilerini de kullandırmayı uzun zamandır çeşitli başlıklar ve tanımlamalar ile başaran Müslüman kitleler doğru analiz ve doğru bakış açısından ziyade İslam toprakları üzerindeki kan ve gözyaşı üzerinden duygusal saplantılarla birbirlerini yemeye başladılar ve bu iç çatışma hala sürmektedir.
İran’a yapılacak fiili bir saldırının ABD askerlerine vereceği zarardan çok Suudi Arabistan, Kuveyt, Irak ve diğer Basra körfezi petrol üreticilerine ve İsrail’in güvenliğine vereceği zarar önem arz etmekte olup aynı zamanda İslam dünyasının var olan nefretini daha da artıracağı ve bu ülkelerdeki diktatörlerin de yakında gidecek dahi olsalar durumlarını sıkıntıya sokacaktır. Gelecek ile ilgili stratejilerinde yumuşak gücü ve bu gücü kullanmak için kukla yönetimleri demokrasi ve özgürlük başlıkları altında kuran zihniyet ürettiği senaryolarla İslam dünyasında farklı sesleri, itirazları ve muhalefeti yok etmeyi kısmi anlamda da olsa başarmıştır. Müslüman kitleler kendilerini değiştirmedikçe halleri üzerindeki hüküm de değişmeyeceğinden iktidar ve güç kendilerini zalimce yönetenlerin elinde kalacaktır.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *