Yeryüzünde Allah’ın (c.c.) halifesi gibi davranmak durumunda olan insanın, modernliğin nesnesi olması kabul edilemez. Zamana hakim olması gerekenlerin, zamana mahkûm olduklarını görmek çok acı bir gerçek.
Güncel olayları geçmişe uzanan bağlamı içerisinde; ne oldu, nasıl oldu, neden oldu gibi sorular sorarak takip etmek gerekiyor. Olayların içerisinde geliştiği tarihsel bağlamı anlamak, bu bağlamı analiz etmek her zaman için büyük bir önem taşır. Araçsallaştırılan, sömürgeleştirilen, nesneleştirilen, yönlendirilen insan, her durumda büyük sürü’nün hiç fark edilmeyen bir parçası haline gelir; olayları analiz etmek yerine olayların arkasında sürüklenir. Koşullar içerisinde eriyip giden, bir direniş sergileyemeyen insanın kişiliğinden, özgürlüğünden, erdeminden söz edilemez. Her şeyin teknolojileştirildiği bir dünyada, mekanik yaklaşımlar temelinde dünyayı doğru anlayamayız. Derinlikten yoksun teknik/mekanik akıl, insanın manevi/ruhi/hikemi yanını yok sayar. Günümüzde insanlık teknolojik aşırılıkların, teknik aklın ağır baskısı altında bulunuyor. Teknoloji yaklaşımı kendi kendisini amaç haline getiriyor. Hayatın her alanı bu nedenle hesaplanabilir hale getiriliyor. Hayatımız, rasyonel kalıplar içerisine sıkıştırılıyor. Modern-rasyonel-seküler kapitalist örgütlenme biçimleri insani temellere, ilahi temellere ihtiyaç duymuyor. Buradan hareketle, günümüzde özellikle müslümanların, araçsal aklın tahakkümü altında bulunan bir dünyada İlahi Vahye dayalı bir düşünme sistemini, bir hayat sistemini, bir siyaset sistemini gündeme almaya cesaret etmeleri gerekiyor. Egemen sistem günümüzde, insanın ihtiyaçlarına değil, kapitalizmin ihtiyaçlarına cevap vermeye çalışıyor. Günümüz dünyasında dolaşımda bulunan bütün kavramlar, modern-seküler-liberal düzene hizmet etmeleri için yapılandırılan kavramlardır.
Zihnimize vurulan prangalar yüzünden biz Müslümanlar farklı bir gerçeklik üzerinde konuşmuyor, farklı bir gerçeklik olabileceğini kanıtlayamıyoruz. Baskıcı bir gündem hepimizi kuşatıyor. Tartışılan konuları bizler belirleyemiyoruz. Bir yanda çok kanlı bir dünya envanteri varken; bir diğer yanda güllük gülistanlık bir dünyada yasıyormuş gibi, bütün bunlara kayıtsız bir “hoşgörü” dili gündemde tutulabiliyor. Dehşetin yükselişi karşısında sesimizi yükseltemiyoruz. İyi ile kötü arasındaki ayrımların yok edildiği bir dünyada bütün kutsallar göreceli hale geliyor. Günümüzde “tarihin sonu”, Avrupa modelinin nihai basarışı gibi, kibirli, temelsiz iddialara inanabiliyor, bu modelin degiştirilemeyeceğini düşünebiliyoruz. Böyle bir durumda olan Müslüman zihnin, hiç bir biçimde özgürlük mücadelesi vermesi beklenemez. İslam toplumlarında “demokrasi”nin nihai bir mutabakat zemini olduğuna inanan Müslüman düşünürler/bilginler, İslamî bir imkânı, İslamî bir modeli hayata geçirmeye cesaret edemedikleri için, “demokrasi”yi gündeme getiriyor. Kendi dilimizi, kavram ve yöntemlerimizi kullanmamıza izin vermeyen hakim ideolojik dilin terörizmine boyun eğiyoruz.
Bizlere Müslümanlar olarak, İslam’ın tarihsel bir dışsallık olarak konumlandırıldığı, bir fanatizm biçimi olarak tanımlandığı bir dünyada, bir bilinç mücadelesinin ortak dilini kurmamız vazgeçilemez bir önceliğimiz olmalıdır. Sorunlarımızı erteleyen, gerçek sorunları teşhis edemeyen kötürümleştirici muhafazakârlıklar nedeniyle, tarihin hangi yönde ilerlediğini, ya da hangi yönde ilerlemesi gerektigi yönünde ciddi hiç bir sey söyleyemiyoruz. Toplumlarımızı her konuda yanıltan, hayata geçiremediğimiz umutlar biriktirmeye devam ediyoruz. Kendi inanç ve düşüncelerini tutarlı bir bütünlük içerisinde açıklamaya cesaret edemeyenler “hoşgörü” söylemine sığınıyor. Müslümanlar gerçeğin ve gerçek sorunların ağırlığı altında eziliyor. Gerçek ile hayal edilmis olan arasına sıkışmış durumdayız. Bugünün tarihini şekillendirebilecek bir şeyler yapmıyorsak, hiç bir şey yapmıyoruz demektir. Direniş’i değil de, koşullara, statükolara, tarihe bağımlılığı seçen İslamî çevrelerle/cemaatlerle bir özgürlük bilinci oluşturulamıyor.
Romantik sıradanlıklar yasıyoruz.
Romantik sıradanlıklar ve renksiz uzlaşmacılıklar sebebiyle, bizlere kişilik, onur, erdem kazandıran niteliklerden uzaklaşıyoruz. Henüz tutarlı bir bütünlüğe sahip evrensel bir dil ve söyleme sahip olmayı başaramayan Müslümanlar, gerçek bir umuda sahip olamazlar. Batılılaşmak için laik milliyetçilikleri seçen ulus-devletler, İslamî anlam/değer/bilgelik sisteminden ayrılarak toplumları yozlaştırdılar. Evrensel bir dünya görüşüne sahip olan Müslümanların ulus-devlet sınırları içerisine çekilmesi ve yerelleştirilmesi, algısal ufuklarımızı büyük ölçüde daralttı, kısıtladı. Ulus-devletlerin her durumda milliyetçiliklere ihtiyaç duyması kaçınılmaz bir durumdu. Ulus-devlet’ler milli bir kimlik icat etmek zorundaydılar. Bu ihtiyaç ve zorunluluk Türkiye’de olduğu gibi, Kürt halkının rahatsızlığına, huzursuzluğuna neden oldu. Karşı milliyetçilikler bugün çatışan ırkçılıklara dönüştü. Küreselleşme çağında ulus-devletler dokunulmazlıklarını büyük ölçüde kaybettiler. Ulus-devlet’ler bugün küresel ekonomi-kültür karşısında bütünüyle savunmasızdır.
İnsanların taklit yoluyla özgürleşmeleri düşünülemez. İnsanlar, toplumlar kendi gerçeklerine dönüş yoluyla kendi gerçeklerini yaşatarak, temsil ederek özgür olurlar. Her öykünme hem bireylerin, hem de toplumların karmaşık bir kimliğe bürünmelerine neden olur. Cesaretten yoksun olanlar gerçeklerle yüzleşemezler, onlar içi boş umutlara yaslanırlar. İnsanlara teslimiyetçiliği, itaatkarlığı, korkuyu öğreten, oportünist bir cemaat kültürüyle İslam temsil edilemez. Günümüzde, televizyon ve internet çağında insanlar elektronik cihazlara bağımlı hale geldiler. Elektronik cihazlar, insanlara elektronik kimlikler kazandırdı. Günümüzde hiç bir yolla kimse teknolojiyi engelleyemiyor. Enformasyon ve internet çağının, bütün halkları; kurulu düzenler, diktatörlükler karşısında daha etkili ve daha güçlü kıldığı bir gerçektir.
Tarihin daha çok farkında olmalıyız.
Kapitalist metalaştırma süreçleri bütün insanları düşüncesizleştiriyor. Tüketimin belirlediği hayat tarzları, varoluş tarzları bütün zihinleri kolonileştiriyor. Günümüzde özellikle genç kuşaklar yalnızca bir iktisatçı kafasına sahip olmak için ömürlerini harcıyor.
Hayatımıza anlam, ahlak, değer kazandıran İslam’ın, aynı zamanda hayatımıza bağımsızlık ve özgürlük de kazandırması gerekir. 16’ıncı ve 17’inci yüzyıllarda Avrupa’da yükselen gelişmeleri öngörememek, bu gelişmelere kayıtsız kalmak, bu gelişmeler etrafında isabetli/tutarlı değerlendirmeler yapamamak Müslümanlara çok pahalıya mal oldu. Yukarıdan aşağıya batılılaşma, hangi ülkede olursa olsun, maddi anlamda ne gibi sonuçlar doğurmuş olursa olsun, İslamî bağlamda çok yönlü bir bozulmaya/tahribata neden olmustur. Bu tahribat sebebiyledir ki; 18’inci yüzyıldan bu yana toplumlarımız çok yönlü bir bağımlılık içerisindedir. Ortadoğu bölgesi, tarih boyunca, modern zamanlara kadar, kültür ve medeniyet bağlamında Batı Avrupa’dan her zaman çok ileri bir düzeyde olmuştur. 10’uncu ve 16’ıncı yüzyıllar arasında Müslümanlar Avrupa’ya bilim ihraç ettiler. 10’uncu yüzyılda Avrupalılar Endülüs’te üretilen bilimin etkisi altındaydılar. 16’ıncı yüzyıla kadar Müslümanlar bilimsel üretkenliklerini sürdürdüler. İslamî aydınlanma 12’inci yüzyılda Kurtuba’da yaşandı. Bu dönemde Kurtuba kütüphanesinde 400 bin cilt kitap bulunuyordu. Aynı dönemde Kurtuba dünya çapında ünlü bir üniversiteye sahipti. Hicri 1’inci yüzyıl İslam toplumlarında okuma yazma bilenlerin sayısı bütün dünyada okuma yazma bilenlerden daha çoktu. Camiler ibadethaneler olduğu kadar, bilim/sanat/edebiyat üretilen mekânlardı. Üretkenlik yeteneğimizi kaybettiğimiz modern zamanlar boyunca, tarihin farkına varamadığımız için tarihin hışmına uğradık, tarihimiz/kültür/uygarlık birikimimiz yağmalandı, imha edildi. Zihinsel dünyamızın parçalanması bizleri bir başka dünyaya mahkûm etti. Sömürgeci yaklaşımlar ikili bir insanlık anlayışı olusturdu. Kolonyal yaklaşımlar, birlikte varoluş fikrine yabancı oldukları için ikili ayrımlara dayalı bir ilişki biçimi oluşturdular. Batılılar tam insan muamelesi görürken, Batılı olmayanlar insan-altı insanlar olarak değerlendirildi. Günümüz dünyasında kimi toplumlar, devletler, işledikleri tarihsel suçlar sebebiyle özür dilemeye çağrılırken, İsrail böyle bir sorumluluktan muaf tutulabiliyor. Bu tür bir dokunulmazlığa sahip oldukları için Siyonistler, etnik, ırksal, dinsel, kolonyal ihtiraslar, çıkarlar adına, sadece insan hayatını değil, hayatın bütün tezahürlerini, barbarca/canavarca imha etmeye devam edebiliyor. Bu nedenledir ki; dünya tarihinin en büyük hapishanesi, en büyük toplama kampı Filistin’dir, Filistin halkı da kendi topraklarında hareket özgürlüğüne sahip olmayan tek halktır. Filistin’de hayat kalıcı bir felç haline dönüştürülmüştür, Filistin halkı tarihin benzerini hiç bir yerde görmedigi fiziksel ve ruhsal yıkımlar acılar yaşamaktadır. Günümüz dünyasında bütün sömürgeciler “ulusal güvenlik” gibi bir maskeyi kullanmak suretiyle bütün kötülükleri, kirlilikleri normalleştirebilmektedir. Bugünün dünyasında bütün sömürgecilik ve tahakküm biçimleri, “özgürlük”, “demokrasi”, “insan hakları” gibi klişeler aracılığıyla, bu klişeler bir silah gibi kullanarak sürdürülmektedir. Her tür entrika, hile, desise, yalancılık, gizlilik bir dış politika aracı olarak kullanılmaktadır. İslam toplumları askeri bir gündem doğrultusunda, askeri siyasetler yoluyla istikrarsızlaştırılıyor. “İnsan hakları” söylemi keyfi bir biçimde bir kampanya sloganı olarak kullanılıyor, bu kampanya aracılığıyla sistemin dışında kalan unsurlar yalnızlaştırılıyor, tecrit ediliyor, cezalandırılıyor. Emperyal/küresel sistem biz Müslümanları potansiyel düşmanlar olarak görüyor. Halen pek çok İslam ülkesinde, kimi sivil toplum kuruluşları aracılığıyla Amerika adına, rejim degişiklikleri gerçekleştirmek üzere eylemci kadrolar yetiştiriliyor.
Bizler, Müslümanlar olarak, tarih boyunca farklı unsurlarla birlikte yaşayabilecegimizi kanıtladık. Modern-seküler dünya Müslümanlarla bir arada yaşanamayacağını her vesile ile vurgulayabiliyor. Avrupamerkezci dil/söylem, kültürleri belirleme, tanımlama hakkının kendilerinde olduğunu, tarihsel bilginin mülkiyetinin kendilerine ait olduğunu açıkça iddia edebiliyor. Bu bilgi’nin tahakküm amaçlı olarak kullanıldığını hatırlamak gerekiyor. Sözünü ettiğimiz tahakküm aracı olan dil/söylem sebebiyle Batı dışı dünya, Batılı düşünce sistemine atıfta bulunmak suretiyle kendilerini gerçekleştirmeye çalışıyor. Batı geleneğinin olusturduğu kategoriler doğrultusunda kavramlar ve pratikler üretmek, bu kavramlara dayalı bir yönetim mantığı oluşturmak konusunda bütün toplumlar büyük tehditlerle baskılanıyor, “Terörizme karsı savaş” Oryantalizmin en yeni, en son biçimi olarak gündemdeki yerini koruyor. Bizler, Müslümanlar olarak, zihinsel bir özgürleşme sağlamaksızın hiç bir alanda hiç bir iyileşme sağlayamayacağımızı bilmek ve anlamak durumundayız. Zihinsel özgürleşmeyi başarabildigimiz takdirde umut etmeye hakkımız olacaktır.
Müslümanlar olarak bizlerin, düşünsel, zihinsel bağımsızlığımızı yeniden kazanabilmemiz için ağır bedeller ödemeyi göze almamız gerekir. Umut, gerçek insanlarla, gerçek mücadelelerle kazanılabilir. Sınırlayıcı, sınırlandırıcı bütün alanları aşmadıkça İslamî bir özgürleşmeden söz edemeyiz. Sınırlı yerelliklere kapanan bir kültürle evrensellik ufku açılamaz. Bugün, İslam kültürünün dünya görüşünün, düşüncesinin dünya çapındaki niteliğini temsil edemediğimizi itiraf etmeliyiz. Çok yönlü, çok sesli, çok odaklı, çok yöreli, kozmopolit bir kültüre sahip olan İslam medeniyeti algısı, günümüzde Neonurculuk olayında da gözlemlenebileceği üzere, İslam’ı, ulus-devletin diliyle, toprağıyla, kültürüyle, bayrağıyla özdeşleştirmeye, bütünleştirmeye çalışıyor. Bu tür bir gelişme, Müslümanların evrensel boyutlarda düşünen, üreten, tartışmaya katılan kadrolar yetiştirmesine izin vermeyecek, Ümmet bilincini yıkacak, yok edecektir.
Westfalya (1648) egemen ulus-devlet sistemi, küreselleşmeyle birlikte ciddi bir biçimde aşınıyor. Uluslararası ilişkiler siyasal anlamda kontrol edilemiyor. Küreselleşme yeni bir iletişim tarzı oluşturuyor. Bu iletişim tarzı bütün sınırları geçersiz kılabiliyor. Mesafeler sorun olmaktan çıkıyor. Küresel dünya hepimizi küresel ölçekte düşünmeye, üretmeye, davranmaya, hareket etmeye, anlamaya mecbur ediyor. Bütün bu gelişmelere rağmen Müslümanlar olarak hala küresel davranamıyor, küresel bağlamda üretemiyoruz. Gerçek dünya her alanda üzerimizdeki baskısını açıkça hissettirirken, bizler ütopik spekülasyonlarla, kehanetlere dayalı bir din dili ve söylemiyle dini ilgilerimizi sürdürebiliyoruz. Gerçekle ilişkisini kaybetmiş bir dilin, duyarlılığın hayatiyetinden söz edemeyiz. İlahi hakikatin dili, hayatın bütününü kapsayan, içeren ve dönüştürmeye çalışan bir dildir. İslam düşüncesi, kültürü, bilgeliği hiç bir kavmin, mezhebin, düşünürün tekelinde değildir. Her tür fanatizm, her tür bağnazlık, etnik bağnazlık, mezhep bağnazlığı, bilgi/bilinç/düşünce yoksunluğundan kaynaklanır.
Kuralları olmayan bir dünyada, her şeyi çıkar ilişkileri, ideolojik karşıtlıklar ve güç oyunları belirliyor. Toplumlarımız Türkiye örneğinde yakından izlenebileceği üzere Avrupamerkezci dilin/söylemin/yapıların ve hayat tarzının bir parçası haline geli- yor. Müslümanlar olarak hayata küresel çapta degerler kazandırmayı basaramadıgımız için, Avrupamerkezci değerleri benimsiyoruz. Ortadoğu’da gerçekleşen ayaklanmalar sırasında sözünü ettiğimiz Avrupamerkezci dilin, söylemin, yapıların özellikle genç kuşaklar tarafından hangi ölçüde içselleştirildiklerini açıkça görme imkanı bulduk. Avro-Amerikan kültürü, hayat tarzını, tüketim tarzını içselleştiren toplumların, Avrupamerkezci dil’den, söylemden, yapılardan rahatsız olması söz konusu olamaz. Günümüzde “özgürlük” tanımı daha çok Amerikan hayat tarzına öykünmek, bu tarza sahip olmak anlamı taşıyor. Yeni sömürgeciler böl ve yönet temelinde şekillenen emperyalist politikalarla toplumlarımızı yeniden istikrarsızlaştırıyor. Bugünkü Suriye’yi din ve mezhepler temelinde Fransa örgütlemisti. Suriye’de düzen kolonyalistler tarafından Nusayri-Dürzi-Hıristiyan unsurları içerecek sekilde kuruldu. Kolonyalistler Sünni Müslümanları bilinçli olarak dışladılar ve Sünni Müslümanları bir tehdit olarak algıladılar. Yeni kolonyalistler; kendileri için bir tehdit olarak gördükleri Sünni Müslümanları sahiplenerek/kışkırtarak/yönlendirerek bu defa Sosyalist-Arap Milliyetçisi Baas rejimini devirmeye çalışıyor. Kolonyalistler Sünni Müslümanları desteklerken bir taşla pek çok kuşu birlikte vurmaya çalışıyor. Bir yanda mezhepleri karşı karşıya getirmeye çalışırken, bir diğer yanda da Suriye’yi İran’ın yörüngesinden çıkarmaya, böylelikle İran’ı bölgede yalnızlaştırmaya çalışıyor.
Modern yapıların, kültürün, küresel ölçekte her yerde temsil ediliyor olması karşısında hiç bir önleme sahip değiliz. Toplumlarımız mahiyetini ve derecesini fark etmeksizin olumsuz anlamda bir değisim yaşıyor. Dini hayatımız Avrupamerkezci dünya görüşünün ve hayat tarzının sınırları içerisine çekilmiş ve evrensellik iddialarını kaybetmiştir. İslam kültürü dönüştürücü gücü olmayan, edilgin bir kültür halinde varlığını sürdürebilmektedir. Avrupamerkezci dünya görüşü ve hayat tarzı, içerdiği nitelikler ve erdemler sebebiyle değil, sömürgecilik yoluyla evrenselleştiriliyor. Günümüzde tüm modern ürünler, tüketim kültürü yoluyla, bütün toplumlar için bir arzu nesnesi haline getirilebilmiştir. Kitle iletişimi, kitle ve tüketim kültürü yoluyla, propaganda yoluyla sömürgecilik bir şekilde sürdürülebiliyor. Reklam ve propaganda diliyle, söylemiyle her alanda herkes ciddi bir biçimde kontrol altında tutulabiliyor. Modern tarih din ve siyasetin birbirinden bağımsızlaştırılmasıyla birlikte başlamıştı. Modern tarihin baskısı altında yaşamaya devam ettiğimiz için, bugün İslamî iradenin, modelin, toplumsal hayata, tarihe, siyasete düzenleyici ve belirleyici bir güç olarak katılması yolunda bir mücadele başlatamıyoruz. Allah’ın (c.c.) bütün zamanlara yansıyan iradesi karşısında her zaman sorumlu olduğumuzu unutuyoruz. Zamanın ve tarihin bizi beklemeyeceğini hatırlamalıyız. Bugünün dünyasına hangi alanlarda ne gibi katkılarda bulunabileceğimizi konuşmalı ve tartışmalıyız. Kimi cemaatlerin emperyal iktidarın taleplerinin kuklası haline geldiği bir dönemde, eleştirel bir bilinç zemininde, radikal bir gündem oluşturmalı, modernliğin nesnesi olmaktan özgürleşmeliyiz. Yeryüzünde Allah’ın (c.c.) halifesi gibi davranmak durumunda olan insanın, modernliğin nesnesi olması kabul edilemez. Zamana hakim olması gerekenlerin, zamana mahkûm olduklarını görmek çok acı bir gerçek. Kendilerini, ulus-devlet’lerin bütünüyle yapay sınırlarına, yapay değerlerine hapseden toplumların/halkların insanlığa kazandırabilecekleri hiç bir şey yoktur. Farklı kimlikleri çatışma konusu haline getiren bir dünyada barıştan ya da erdemden söz edilemez. İnsani bir gelecekten söz edebilmek için, insanın yeniden insanlaştırılması gerekir. İnsani ihtiyaçların ekonomik ihtiyaçlarla sınırlandırıldığı bir çağda, insanın yeniden insanlaştırılması ancak İslam’ın müdahalesi yoluyla sağlanabilir. İslam hayatın maddi ve manevi boyutları arasında ilahi bir denge oluşturuyor. Bugün Avrupa değerleri olarak tanımlanan ve yüceltilen şeyler rekabet ve serbest piyasa ekonomisinden ibarettir. Yalnızca çıkarlara göre belirlenen ilişki biçimleri kadar utanç verici bir sey olamaz. Modern-seküler zamanlar ortak bir insanlık bilinci/ahlakı/terbiyesi oluşturamadığı için bugün herkes, gerçeğe kendi çıkarları doğrultusunda yaklaşıyor.
Hayatımızın kimi boyutları kölelik içerisinde geçerken, kimi boyutları göreceli bir özgürlük içerisinde geçiyor. İçerisinde yaşadığımız derin çelişkileri görebilmemiz için çok güçlü içtenliklere ihtiyacımız var. Hiç kimse bize özgürlük bağıslamayacak. Hepimizin özgürlüğe derinden ihtiyaç duyması ve bunu talep etmesi gerekir. Özgürlük derken bencillik özgürlüğünden, paranın ve piyasanın özgürlüğünden, muhterislerin özgürlüğünden söz etmiyoruz. Özgürlük derken nostaljik masallar/menkıbeler anlatma özgürlüğünden söz etmiyoruz. Özgürlük derken İslamî bütünlüğün özgürlüğünden söz ediyoruz. Özgürlük derken, ıssızlığa mahkûm edilen, şeriat gibi, tevhid gibi, cihad gibi, ümmet gibi aziz tanımların özgürlüğünden söz ediyoruz. Sevdiğimiz, bağlı bulunduğumuzu iddia ettiğimiz değerler için fedakarlıkta bulunmaktan, risk almaktan korkmamalıyız. İslamî bağlılıkların hiç bir sekilde tükenmeyen, askıya alınamayan, ara verilemeyen, ertelenemeyen bağlılıklar olduğunu hatırlamalıyız. Zihinsel, kültürel varoluşumuzu Batı dünyasının iradesi doğrultusunda şekillendirmeye devam edemeyiz.
Yeni anlam ufukları açmak, yeni değerler oluşturmak için çok yoğun bir bilinç işçiliği içerisinde olmalıyız.
İlahi ve ebedi olanı, seküler olanın sınırları içerisinde algılamak gibi büyük bir çarpıklıktan kurtulmalıyız.
Başka türlü düşünmenin, başka türlü yaşamanın mümkün olabileceğini kanıtlamalıyız.
Etkili fikirler ve hareketlilikler oluşturarak zihinsel dünyalarımızı taşlaşmaktan kurtarmalıyız.
Fikirlerimizi bir gerçekliğe dönüstürmek üzere her türlü çabayı göze almalıyız.
Ataerkil gelenekleri sorgulayarak/aşarak kadınların kamusal hayatta etkili roller alabilmelerini sağlayabilmeliyiz.
Dindarlığın sayısal anlamda çoğalması bizleri yanıltmamalı. İslam’ın bir hayat tarzı olmaktan çıkarılarak, özel bir inanç biçimine dönüştürülmesi konusunu tartışmaya açabilmeliyiz. İslam’ın duygusal inançlarla sınırlı bir din haline gelmesi kabul edilemez.
Toplumlarımızda, Türkiye’de olduğu gibi, gnostik, mistik bilgi’yi, nasslardan üstün tutan, ilhama dayalı bilgiyi esas alan eğilimler güçleniyor. Mistik sezgiler, mistik ilhamlar yoluyla yapılan batıni/manevi yorumlar, keşf yoluyla, rüyalar yoluyla gerçekleştirilen yaklaşımlar, insanları gerçek dünyadan, gerçek mücadeleden uzaklaştırıyor. Eserlerini ilahi bir emirle, keşf yoluyla, ilham ve rüyalar yoluyla yazdıklarını iddia eden sorunlu isimler, efsanevi isimler olarak kutsallaştırılıyor. Zihinlerimiz mitolojiler, masallar, efsaneler ve yalanlarla baskı altına alınabiliyor. Zihinsel özgürlüğe sahip olmayanlar bu mitolojilerle avunmaya, kendilerini avutmaya devam edebiliyor. Halen içerisinde bulunduğumuz fasit daireden çıkabilmek için, sömürgeci düşünce kalıplarını kırabilmeli, üretken bir düşünce düzlemine geçebilmeliyiz. Bilgi’ye, bilince, bilgeliğe aşkla ve sorumluluk duygusuyla sarılmalıyız. Maddi zenginlikler için, ahlaki/manevi zenginliklerimizi feda etmemeliyiz. Çıkar güdüsü içerisinde yaşamak, bir dava bilincine, ahlakına sahip olmaksızın yaşamak, yaşamak değildir. Metaların ve paranın amansız tahakkümü altına giren çürümüş hayatlar karşısında “hoşgörülü” olamayız. Tevhidi bir bilince ve ahlaka sahip olmayan İslamî aidiyetlerden bahsedemeyiz.
Günümüzde seküler/emperyal sistemin baskısı ve yardımıyla toplumlarımızda, Türkiye’de de görülebilecegi üzere konformist-statükocu-hoşgörülü İslamî yaklaşımlar güçleniyor ve kurumsallaşıyor.
Konformizm, statükoculuk bilinç düşmanlığı anlamına gelir ve hiç bir biçimde mazur görülemez.
Teslimiyetçilik bilinç yoksunluğuna dayanır.
Günümüzde Amerika’nın, İsrail’in, Avrupa’nın ve Neonurculuğun birlikte yürüttükleri açık ve yoğun bir propaganda, İslamcılığı değersizleştirmeye, marjinalleştirmeye, karalamaya çalışıyor. Düşünce hayatımızda, dini hayatımızda bu propagandanın olumsuz sonuçlarını görebiliyoruz. Bilinç düşmanı konformizm ve statükoculuk, Neonurculuk örneğinde de yaşandığı üzere bütün muktedirlere, emperyal iktidarlara, sömürgeci güçlere katlanıyor, tahammül ediyor, bunları onaylıyor, bunlarla aynı yöntemleri, aynı dostlukları, aynı düşmanlıkları paylaşıyor.
Konformizmin zihinsel dönüşüme karşı olduğunu hatırlamak, zihinsel dönüşüm olmadan hiç bir şeyin değişmeyeceğini bilmek gerekiyor.
Konformist, teslimiyetçi, statükocu, hoşgörücü yaklaşımlar çok zelil korkulardan kaynaklanır. Modern-seküler tarihin İslam ve Müslümanlara karsı savaşının sürdürüldüğü bir dönemde, konformizmi, hoşgörü’yü seçmek kadar utanç verici bir tercih olamaz. Hiç bir mücadeleye, muhalefete, sorgulamaya yanaşmayan konformizm her durumda büyük bir onursuzluğa neden olur. Ezoterik-gnostik-konformist-statükocu dini yaklaşımlardan hiç bir suretle sağlıklı bir gelecek beklenemez.
Bütün bir insanlık çıkarcı çılgınlıklar dünyasında yaşıyor.
Büyük bir barbarlığa dönüşen ilerleme ideolojisi, büyük bir vahşete dönüşen endüstriyel modernite bütün insanlık değerlerini, insanlık ahlakını ve vicdanını bütünüyle imha etti.
Modern-seküler zamanlarda insanlığın kaybettiği bütün degerleri, İslam insanlığa iade edebilir.
Tekno-bürokratik ve ekonomik rasyonalitenin egemenliği altında bulunan bir dünyada, bütün ideolojiler mutlak bir basarısızlığa uğradılar, insanlığın yapıcı enerjisini, yıkıcı bir enerjiye dönüştürdüler.
Varlığımızı statükoların kuşatması altında sürdüremeyiz. Düşünce ve inanç dünyamızın, zihinsel dünyamızın daha fazla asağılanmasına izin veremeyiz, Hayatımızı zincire vurulmuş yaralı bir zihin dünyası içerisinde sürdüremeyiz. Dayatılmış gerçeklikleri sorgulayarak, bunları aşarak, tarihsel yalanların hesabını sorabilecek bir bilinç üreterek, kendi özgür irademizi ve gerçekliğimizi olusturabiliriz. Hiç bir kesinliğe ve anlam bütünlüğüne sahip olmayan “moda” varoluşlara karşı dikkatli olabilmeliyiz. İslamî alanın hiç bir boyutu “moda” yorumlara açık değildir, gerçek böyleyken, bugün İslamî alan bile moda yorumlarla dejenere edilebilmektedir. “Moda”lar hiç bir zaman gerçek ihtiyaçlara yanıt vermezler. “Moda” her zaman yüzeylerle, görünüşlerle ilgilenir.
İktibas, Nisan 2012, sayı 400
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *