Hukuki pozitivizm, bilimsel pozitivizm, neonurculuk örneğinde görüleceği üzere cemaat çıkarını meşrulaştırmak üzere uygulanan cemaat pozitivizm’i ahlaki alanın bütünüyle yok sayılabileceğini gösteriyor.
Bugünün küresel dünyasında, bütün toplumlar, baskın dünya görüşünün gerçeklik algısı doğrultusunda düşünüyor. Kendi dilini/kavramlarını/yapılarını/değer sistemlerini oluşturma iradesine sahip olmayan toplumlar, kendilerini tanımlama iradesine sahip olmayan toplumlar, kendilerini tanımlama iradesine de sahip değiller. Toplumlarımızın kendilerine özgü bakış açıları yok. İslami anlamda bir bilinç kayması ve varoluşsal bir kriz yaşadığımız için, dünyayı algılayış biçimimiz İslami değil. Kartezyen ikiliklerin baskısı altında yaşıyoruz, düşünüyoruz, eylemde bulunuyoruz.
Bilincimizin, kalbimizin, vicdanımızın, rehberliğinin yerine; propagandanın, söylencelere dayalı din’i söylemin, cilalı yalanların rehberliği geçiyor. Bilgiye dayalı değil, duygulara ve önyargılara dayalı yorumlar yapıyoruz. Piyasa’nın, para’nın, bencilliğin dünyası, hiçbir insanlık hasletine ihtiyaç duymuyor. Teknolojik/bilimsel iktidar ve egemenlik, tüm yeryüzünün sınırsız bir biçimde sömürülmesini meşrulaştırabiliyor. Teknolojik ve bilimsel küstahlığın önünde hiçbir ahlaki güç tutunamıyor.
Soykırım, katliam, işkence, sürgün; Müslümanlara uygulandığında evrensel insanlık suç olmaktan, çıkıyor, göreceli hale geliyor. Hukuki pozitivizm, bilimsel pozitivizm, neonurculuk örneğinde görüleceği üzere cemaat çıkarını meşrulaştırmak üzere uygulanan cemaat pozitivizm’i ahlaki alanın bütünüyle yok sayılabileceğini gösteriyor. İslam’ın açıkça haram kıldığı pek çok kötülük, cemaat çıkarı için “helal” sayılabiliyor. Propagandanın rehberliğini seçenler, kurmaca kişiliklere dönüşüyor. Farklı çıkar ve yorum grupları, cemaatler ya da mezhepçilikler kendi yorumlarını benzersiz ve üstün telakki ederek, diğer yorumları pervasızca karalayabiliyor. Cemaat grupları yalnızca kendi çıkarlarıyla örtüşen gelişmeleri algılayabiliyor.
Her cemaat, her hizip, her mezhep, kendi icat ettiği/ürettiği propaganda diliyle büyüleniyor, bu dili mutlaklaştırmanın yollarını arıyor ve buluyor. Schopenhauer’in {19.yy} söylediği gibi “herkes kendi görüş alanının sınırlarını dünyanın sınırları zannediyor”. Herkes kendi gündeminin peşinde koştuğu için, herkes kendi bencilliklerinin peşinde koştuğu için, ortak ümmet gündemi üzerinde hiçbir çabamız yok. Neonurculuğun, her tür etkinliği özel amaçlara hizmet için bir araç olarak hesaplaması, yararcılığı vazgeçilmez bir ilkeye dönüştürmesi, kendi çıkarları için, bütün Müslümanları basit bir araç olarak kullanması ve hayasızca sömürmesi, İslami temeller/ilkeler açısından sorgulanmıyor, sorgulanamıyor, kınanmıyor, kınanamıyor.
Günümüz toplumları bir yanda ideolojik anlamda bilgi akışlarına maruz bırakılarak, bir diğer yanda, manevi propagandaya maruz bırakılarak, zihinsel yönlendirilmeye/kontrole tabi tutuluyor. Zalimler mazlumların zihinlerini ele geçirerek, zulümlerini sürdürürlerken, manevi diktatörler/tiranlar da, masal/menkıbe/rüya/hurafe unsurlarıyla dini çevrelerin zihinlerini ele geçirebiliyor. Hayatın, olayların yüzeysel yanlarına odaklandığımız için, gerçek ve hayati sorunları göremiyoruz.
Bizler, Müslümanlar olarak zihinsel bağlamda yerinden edilmiş sürgünler olarak yaşıyoruz. Zihinlerimiz İslami bütünlüğe, İslami bütünlüğe ilişkin sorunlara açık değil. Küçük, basit, külfetsiz, ucuz sorumlulukları yüklenebiliyoruz. Hayatın her alanında tükettiğimiz bilgi/düşünce/kültür, bizler farkında olsak da olmasak da çok ustalıklı bir şekilde, seküler/sömürgeci dünya görüşünün dinamiklerini yansıtıyor. Toplumlarımızın zihin dünyaları bu dünya görüşü tarafından biçimlendiriliyor. Bu nedenle de birbirinden çok farklı kimlikleri/kişilikleri bir arada yaşamak gibi çok garip/tuhaf çelişkiler biriktiriyoruz. Seküler bir dünya görüşü ve hayat tarzıyla hangi nedenle olursa olsun bütünleşmek, İslami kimliğimizden ve kişiliğimizden nihai olarak vazgeçmek demektir.
Müslümanlar olarak, hayatlarımızı bir yığın belirsizlik, bir yığın çelişki, bir yığın tutarsızlık, bir yığın kararsızlık içerisinde nasıl sürdürebildiğimizi kendimize ciddi bir şekilde sorabilmeli ve ikna edici cevaplar almaya çalışmalıyız. İçerisinde yaşadığımız dünya, ideoloji güdümlü, ırkçı bir dünyadır. Bu dünya, fikirleri, düşünceleri ideolojik anlamda metalaştırabiliyor. Emperyal-seküler kültür aracılığıyla emperyal kontrol sağlanıyor. Seküler olmayan toplumlar, kültürler ötekileştirici/dışlayıcı/baskıcı bir dil ve politika aracılığıyla yalnızlaştırılabiliyor, karantina altına alınabiliyor.
Toplumlarımızda seküler bilginin, eğitimin belirleyiciliği karşısında, herhangi bir şekilde bir rahatsızlık duyduğumuzu iddia edemeyiz. Seküler söylemin, kibirli/küstah tekelciliği karşısında, bütünlüklü/tutarlı bir İslami ifade sistemine maalesef sahip değiliz. Gerçek böyle olduğu halde İslam ve Müslümanlık üzerinde abartılı, sansasyonel bir dil kullanmaya devam edebiliyoruz. Dünya Müslümanlığının tek umudu olduğumuzu ileri sürecek ölçüde bir sarhoşluk içerisindeyiz. Bilinçli farkındalıklara uzak yaşadığımız için, gerçek hayata yönelik olmayan soyut çevreler üzerinde tartışarak vakit öldürüyoruz. Müslüman kitlelere hakikatı söylemek yerine, kitlelerin duymak istediklerini söyleyen çıkarcı cemaatler oluşuyor.
Kültürel eylem, kültürel üretimle başlar. Emperyal kültürün nesnesi haline gelen toplumlar bağımsız bir kültür üretemezler. Kendi kültürlerini özgürleştirmeyen toplumlar gerçek anlamda bir varoluş mücadelesi veremezler. Sömürgeci dil kendi doğrularının, kendi çıkarlarını hepimizin doğruları ve çıkarları olduğu konusunda hepimizi bir şekilde ikna etmeye çalışıyor. Bu nedenledir ki bu gün hepimiz seküler bilginin, eğitimin, paradigmanın iktidarı karşısında kayıtsızlığımızı sürdürüyoruz. Yanlış tercihler, yönelişler, yöntemler içerisinde doğru hayatlar yaşanabileceğini sanıyor ve hep yanılıyoruz.
İktibas, Eylül 2014, sayı 429
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *